Makaleler

Direnince… DirenLİCE

Bugün artık, çok daha net bir biçimde AKP hükümeti nezdinde devletin önemli bir sıkışma yaşadığını, köşeye sıkıştıkça daha da saldırganlaştığını ama karşısındaki kitlelerin ise “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söyleminde ifadesini bulan gerçekliğe uygun olarak hareket ettiğini söyleyebiliriz. Durumu abartmak, meseleden bir devrim çıkarmak, Tahrir-Paris Komünü vb. benzetmeler yapmak ne kadar sakıncalı ve yanlışsa, mevcut gelişmeleri küçümsemek-hafifsemek de o derecek yanlıştır.

Sınıf mücadelesi, onun yasalarını bilmeyenler için sürprizlerle (ve çoğu zaman da “kötü” şakalarla) doludur. Yıllarca uğraşıp didinip, bir arpa boyu bile yol gidemediğinizi düşünüp, artık “bu halktan bir şey olmaz” demeye yaklaşır ve fakat “bir anda” hem de çokça alakasız gördüğünüz (üç-beş çalıdan az büyük ağaç gibi) bir noktadan kitlelerin sokaklara döküldüğünü şaşkınlıkla izleyerek tam da ilk paragrafta belirttiğimiz iki uca savrulma noktasına gelirsiniz. Bu durumda tavır belirlemek için önünüzde birçok yol ama tüm yolların çıkacağı sadece iki kapı vardır. Örneğin; hareketi küçümseyip, içinde küçük burjuva ve orta sınıflara gözü dikip bunun tam da sınıf mücadelesi olduğunu görmezlikten gelirsiniz. Ya da çatışmalar dışındaki tüm direniş biçimlerini “pasifizm” ile suçlarsınız. Kendinizi devrimin ön günlerinde zannedip, “Tüm iktidarın Sovyetlere” devredilmesi gibi sahibinden başka kimsenin anlam veremediği sloganlara sarılırsınız vb. Tüm bu ve benzeri yolların çıkacağı kapı bellidir; yenilgi, harekete bırakalım önderlik etmeyi ardına takılmayı bile başaramama hali…

Bir de Sarı Nehrin bir gecede donmadığını bilenler, yani diyalektiğe hakim olanlar vardır; ki onlar uzunca bir süredir “dipten gelen dalga”dan bahsetmekte, bu dalgayı yüzeyde büyütmeyi önüne görev olarak koymaktadır. Bunun ne kadar başarılabildiği, hatta dalga yüzeye vurduğundaki hazırlık halinin durumu ise ayrı bir tartışma konusudur. Bilmek, yapabilmenin kuşkusuz ön koşulu ama garantisi değildir. Bunlar “biz demiştik” ukalalığı değil, kendimizi de dışında tutmadığımız devrimci örgütlenmelerin bir ayı aşkın bir süredir sokakları terk etmeyen kitle gerçekliğine yanıt olabilecek durumda olmadığına dair yapılan vurgudur. Nitekim Taksim merkezli isyanda kimsenin başarılı bir sınav verdiği söylenemese de, okun sivri ucu (her zaman olduğu gibi) devrimin gerçek yapıcılarına, yani kendimize dönüktür/dönük olmalıdır.

Bir ayı aşkın bir süredir tüm ülke gündemini belirleyen, ilk elden kazanımı olarak kitlelerin kendi gücüne güven olgusunu ortaya çıkartan ve tüm toplum açısından (hatta bu eylemlere katılanların hepsinde) olmasa da önemli bir kesimde bilinç sıçraması yaratan halk isyanı sürerken; bir anda T. Kürdistanı’nda da sokakların tutuşmasıyla önemli bir aşamaya evrilmiş, ya da evrilme potansiyelini açığa çıkarmıştır. Lice’de, Kürdistan’ın dört bir yanında onlarcasının yapımının sürdüğü “kalekol”lara tepki olarak şantiye alanına yürüyen Kürt köylülerin üzerine ateş açan jandarmanın, 18 yaşındaki Medeni Yıldırım’ı katletmesiyle birlikte, bir ay öncesinde kimsenin belki hayal bile edemeyeceği şekilde “batıdaki” halk kitleleri #direnlice diyerek ilk andan itibaren zaten terk etmedikleri sokaklara yeni bir anlam kazandırmıştır.

T. Kürdistanı’nda on yıllardır zulmün en koyusunun yaşandığı dönemlerde dahi şovenizm zehriyle bilinçleri dumura uğratılan, devlet terörü karşısında kafasını kaldıramayan bir gerçekliğin üzerine böylesi bir tepkinin (kendiliğinden) örgütlenmesi bir aylık isyan sürecinin nasıl da kazanımlarla dolu olduğunu göstermektedir. Kuşkusuz bu kazanımlar tam da devrim mücadelesinin bir parçası haline getirilebildiği oranda kalıcı olacaktır.

Kürt ulusal hareketinin isyan sürecine yönelik öngörüsüz bir şekilde uzak duruşuna karşın, böyle bir tepkinin oluşması, Amed’de, Colemerg’de, Şirnex başta olmak üzere Kürt illerinde yaşanan çatışmalarda “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” vb. sloganların haykırılıyor olması, devlet terörüne karşı mevcut olan korku duvarlarının yıkılması gibi şoven duvarlara yönelik de önemli bir hamle olmuştur. Bu daha başlangıç halindedir kuşkusuz, yılların zehrini atmak öyle kolay değildir. Ancak meselenin psikolojik eşiğinin aşılmasında önemli bir adım olduğunu da göz ardı etmemek gerek. Aslında durum tam da 29 Haziran akşamı Taksim’de yapılan Lice’yle dayanışma eyleminde taşınan bir dövizde yazdığı gibidir: “Yeni Başlayanlar İçin Kürt Sorunu: LİCE”.

Aslında bu psikolojik eşiğe doğru adım atılmasının ardında bir aylık direniş süreci vardır. Her görüşten, her renkten, mezhepten, milliyetten halkın yarattığı bir direniş gerçekliği mevcut ve bu durum belki de en anlamlı ifadesini İstanbul, Antakya, Ankara ve Lice’de katledilen şehitlerimizde buluyor. İstanbul’da Kürt, Alevi Mehmet Ayvalıtaş, Arap Alevi Abdullah Cömert, Türk Alevi Ethem Sarısülük, Kürt Sünni Medeni Yıldırım; tam da devletin alt kimlikler üzerinden böl-parçala-yönet politikasına verilen bir yanıt oluyor. Çünkü onları birleştiren ya da ayıran ne mezhepleri ne de milliyetleriydi. Aynı direnişte, aynı kurşun-gaz bombası, aynı düşman tarafından katledilenlerdi onlar.

Meselenin bir de AKP nezdinde yaşanan boyutu vardır ki, onlar da asla yabana atılamayacak kadar rotayı şaşırmış durumdadırlar. Gezi direnişinin ilk günlerinde soluğu 4 günlük Tunus, Fas gezisinde alan T. Erdoğan, Kürdistan’da yaşanan gelişmelerle birlikte tekrar ortadan kaybolmuş, ancak 4 gün sonra Urla’da dinlendiği ortaya çıkmıştır. Endişeye mahal yoktur, başbakan enerji depolayıp, öfke ve nefret dilini kuşanıp karşımıza çıkacaktır en kısa zamanda. Dış mihraktan faiz lobisine, oradan Avrupa Birliği’ne kadar önüne gelene esip gürleyecek, doğusundan batısına ülkede kim ki karşısına çıkmışsa tehditlerine devam edecek, ama yine de kitleler nezdinde “komik” durumlarından kurtulamayacaktır.

AB’ye kafa tutan

“kahramanlar”

Bir örnek olarak AB ile tutuştukları “kavga”ya bakalım.

Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerinde 26 Haziran’da açılması planlanan ama tartışmalar nedeniyle ertelenen “bölgesel politika ve yapısal araçların koordinasyonu” başlığı öncesinde TC ile AB arasında karşılıklı açıklamalar yapıldı. Bu açıklamalar ve açılması tartışılan başlık sürdürülen müzakereleri bir kez daha gündeme getirdi. Sürecin bu noktaya gelmesinin nedeni TC’nin Gezi Parkı eylemleri karşısında uyguladığı şiddet olarak gösterilmeye çalışıldı. Ancak gelişmeleri incelediğimizde TC’nin “yeni” bir sorun veya durumla karşı karşıya olmadığı söylenebilir. “Özel” ve “yeni” olan Gezi eylemlerine uygulanan şiddet dolayısıyla yapılan eleştirilerin manipüle edilmesidir. Almanya veya Hollanda bahse-konu fasıl karşısındaki tutumunu Gezi eylemlerine uygulanan şiddete dayandırmamıştır. Almanya öteden beri TC’nin AB üyeliğiyle ilgili imtiyazlı ortaklığı savunmaktadır. Elbette bu politikasını başarılı, etkin kılmak için de çeşitli olay ve olguları kullanmaktan çekinmemektedir.

Almanya, Türkiye’nin üyeliği durumunda oluşacak birçok riskten dolayı tam üyelik başvurusuna olumlu yaklaşmamaktadır. Bunda kültürel, dini, tarihi sebeplerin rolü olsa da esasında TC’nin ekonomik-siyasi yapısı yani yarı-sömürge, yarı-feodal toplumsal gerçekliğinin belirleyiciliği söz konusudur. Dolayısıyla üyelik TC’nin bulunduğu bölge, taşıdığı riskler, tarihi, kültürel karakteri, ekonomik-siyasi yapısı, ABD ile ilişkileri gibi pek çok mesele ile ilişkilidir. Diğer yandan AB ekonomik-siyasi olarak bir kriz yaşamaktadır. AB’nin yapısı, üye ülkenin ilişkileri sorgulanmakta, yeni biçimler vb. tartışılmaktadır. AB’nin geleceği belli değilken, tartışılırken TC gibi sorunlu bir devletin üyeliği AB için ayrı bir olumsuzluk olarak görülmektedir.

Egemen Bağış açılması tartışılan başlığın TC’nin “barış ve çözüm süreci için ne kadar önemli olduğunu” dile getirmişti. Bahsedilen “Avrupa yerel yönetimler özerklik şartı”dır. Bu, ulusal hareketle sürdürülen müzakerelerde en hayati sorun olarak görülen siyasi statü meselesini kapsamaktadır. TC bu konuda bir mesafe alınmasını, ulusal hareketle sürdürülen görüşmelerin ve sürecin devamı açısından önemsemektedir anlaşılan. Ama AB özelde Almanya başlığın açılmasına ayak direyerek ağırlığını koymak ve ulusal hareketle yürütülen süreçle ilgili de inisiyatif kazanmak, etkili olmak istemektedir.

Egemen Bağış’ın Türkiye’nin AB’ye değil, AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı olduğu söyleminin, TC’nin stratejik konumu, pazarının büyüklüğünü vb. düşündüğümüzde bir gerçeklik payı var. Bu ihtiyacın AB lehine ekonomik-siyasi kazançlarla ilgili olduğu da sır değil. Kuşkusuz AB aday üyeliği statüsü TC’ye bazı avantajlar sunmaktadır. Ama ihracatın % 50’sini AB’ye yapan TC’nin diğer şeylerle beraber düşünüldüğünde AB ile yaşayan bu tür krizlerden zararlı çıkan yine kendisi olmaktadır. AB ile mevcut ilişki TC’nin aleyhinedir. TC bu durumu değiştirmek istese de değindiğim nedenlerle bu hem zordur hem de AB bu karlı statü, ilişkisinin TC lehine değişmesini arzu etmemektedir.

Halkların bu ikiyüzlüce tutumlara ve yalanlara değil gerçeklere ihtiyacı vardır ki o da bu düzen ve temsilcilerinin doğasında yoktur!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu