GüncelManşet

(Panorama) Bir yıl kapanabilir ancak gerçekler asla… 2013’ten 2014’e…

 

Türkiye’nin siyasal atmosferi emperyalist ekonomi politikalarından bağımsız ele alınamaz. Uşaklık misyonunun gereği, konumlanışı ve bu noktadan kendi hükmünü ilan edişine sıklıkla şahit oluyoruz Türkiye’nin.

İç ve dış politikada emperyalizmin belirleyiciliği ve ülkedeki sınıfsal dinamiklerin konumlanışı Türkiye’de politik gündemin sıklıkla değişimine neden oluyor. Öyle ki bu değişim, kendi içinde bir kaosu ifade etmekle birlikte kitleler nezdinde bir birikime neden olmaktadır. Atmosferin bu hızlı değişimi, muktedirin zayıflık ve kırılganlığını ifade ederken aynı zamanda da uygulanan politikanın kitlelerdeki siyasal ve psikolojik etkisini de göstermektedir. Toplumsal sorunların hızla değişen gündemlere paralel olarak bir birikim yaşadığı kaçınılmaz bir gerçektir. Bu açıdan çelişkinin hangi an’da ve ne biçimde patlayacağı tahmin edilmesi güç bir süreçtir. Önemli olan bu patlamanın karşılanabilmesi ve demokratik halk devrimi yolunda bir rotaya çevrilmesindedir. 

2013 işte böylesi bir sürecin yılıydı. Emperyalizmin Ortadoğu politikaları ve Türkiye’nin konumlanışı, Kürt Ulusal Hareketi’nin girmiş olduğu siyasal düzlem, Gezi İsyanı ve toplumsal birikim ve son olarak da seçimler arifesinde hiç de şaşırtıcı olmayan yolsuzluk ve devlet gerçekliğine şahit olduk. Tüm bu başlıklar 2013’ün 2014’e devredeceği birikim, patlama ve deneyimlerdir.

 

Ortadoğu’da Türkiye’nin hamiliği

Son günlerini yaşadığımız 2013’te; en dikkat çekici olan gündem, bir iç politika sorunu halinde yaşadığımız Ortadoğu meselesidir. 2013 yılında emperyalist politikalara bağlı olarak “sıfır sorundan sefer sorununa” evrilen bir Türkiye profili görmekteyiz. AKP hükümetinin  merkezileşme çabalarını bu yönelimden bağımsız ele alamayız. Ortadoğu’da Erdoğan gösterileri ve bir “Mesih” olarak adlandırılması, AKP hükümetinin sınırları aşan “hamiliğini” gösterdi bizlere.

 Libya’nın petrolü Euro’ya endekslemesi ve devamında NATO güçlerinin Libya işgali Ortadoğu’da emperyalizmin izlerini açık bir biçimde göstermiştir. Ayrıca İran’ın Libya işgaline karşın ülkesindeki hiçbir ürünü dolar üzerinden endekslemeyeceğini açıklaması ABD yetkilileri tarafından “ABD’yi itibarsızlaştırma çabası” olarak tanımlandı. Bu durum ise ABD’nin Ortadoğu’ya dönük yaklaşımını daha da şiddetlendirdi.

 

Değişen stratejik ittifaklarda Türkiye

Emperyalist ekonomi politikalarının bir ürünü olarak şekillenen Ortadoğu konjonktüründe en dikkat çekici gündem Mısır’dı. Mübarek rejimine karşı ayağa kalkan binlerce kişi Mübarek iktidarını devirerek yeni bir süreci başlattılar. Ne var ki Mübarek iktidarının devrilmesini izleyen süreç, emperyalizmin ve uşağı TC’nin desteği ile Müslüman Kardeşlerin ön plana çıkmasına ve Mısır halkının devriminin çalınarak saptırılmasına kadar gitti.

İktidara gelen Müslüman Kardeşler, uyguladığı politikalarla Mısır halkına Mübarek dönemini aratmadı. Özellikle Mısır işçi sınıfını örgütsüzleştirmeye dönük bir dizi politika, kadınlara dönük saldırılar içeren sosyal, siyasal ve ekonomi politikalar Mısır halkının tekrara ayağa kalkması için mevcut birikimi tetikleyen süreçlerdir. Mısır nezdinde bahsetmeden geçemeyeceğimiz en önemli konu ise Müslüman Kardeşler ile AKP benzeşmesi oldu. 

AKP hükümetinin iç politikada kullandığı argümanların hemen tamamının Mısır’da karşılık bulması (darbe karşıtlığı veya dini adalet), TC’nin Ortadoğu yaklaşımında karşılıksız Mısır desteği vb. konular dikkat çekiciydi. Öyle ki devrimi çalınan Mısır halkının tekrar ayağa kalkışı ve bu yönelimin bastırılması hususunda ABD sermayeli ordunun gerçekleştirdiği askeri darbe, en çok da AKP hükümeti tarafından tepkiyle karşılandı.

Darbe sonucunda Mursi’nin iktidardan gitmesi TC’nin bir dizi Ortadoğu politikasında değişikliğe neden oldu. Ortadoğu’da ciddi bir ittifakını kaybeden TC, iç politikada bu süreci işleterek ülke genelinde darbe karşıtı eylemler örgütledi. Rabia eylemleri diye isimlendirilen bu eylemlerin özü itibari ile çöken bir politikanın iç politikada bir merkezileşme ve bekayı güçlendirme hedefli olduğunu söyleyebiliriz. Dış politikada ekonomik hesaplar yapan AKP, politikasının çöküşünü izlerken bu sürecin sorumlusunu “darbenin arkasında İsrail” var diyerek açıkladı ve Türkiye halkının ve özellikle muhafazakar kesimlerin antisemitist yanını kaşıdı. Peki, gerçekten de AKP hükümetinin bu öfkesinin ve darbeyi İsrail patentli göstermeye çalışmasının nedenleri neydi? Bu konuda kısa bir ayrıntıdan bahsedelim. Sorunun arkasında bir Ortadoğu politikası olarak Doğu Akdeniz doğalgaz rezervlerinin önemi bulunmaktadır.

Büyük petrol ve doğalgaz rezervlerinin keşfedilmesi ile Doğu Akdeniz üzerinden ekonomi politik atmosferde bir değişim yaşandı. Jeopolitik koşulları TC’yi Doğu Akdeniz’de önemli bir rol sahibi yapıyor. Ancak bu role sahip olan Kıbrıs, Lübnan, İsrail ve Mısır’dan da bahsedebiliriz. ABD 20 yıldır Doğu Akdeniz’in güvenliği meselesini ikinci plana itmiş olsa da 2010 yılından itibaren Doğu Akdeniz’in Levant havzasında 3,400 milyar metreküplük doğal gaz ve 1,7 milyar varillik petrol potansiyelinin keşfedilmesi yönelimini değiştirmiştir.  

Büyük payın AB tarafından alınacağının kesinliği bir yana bu havza üzerinden rol sahibi olan ülkelerin çekişmesi mevcut politikayı göstermektedir. 2010 yılından bu yana devam eden Doğu Akdeniz çekişmesi, 2013 yılında rol sahibi ülkelerin saflaşması sonucunda ivme kazandı. Pastadan kimin daha fazla pay alacağı konusunda oluşturulan ittifaklara baktığımızda 2013 yılında İsrail’in Lübnan ve Güney Kıbrıs ile anlaşmaya vardığını görüyoruz. Türkiye ise mevcut ittifakını Mısır ve Kuzey Kıbrıs ile sağlamıştır.

Tam da böylesi bir çekişme sürecinde Mısır’da gerçekleşen askeri darbe ve Mursi’nin gitmesi, Sisi’nin İsrail ile ilişkilerinin iyileşmesi Türkiye’nin İsrail’e yönelmesine neden olmuş ve Mısır’da gerçekleşen darbenin arkasında İsrail’in olduğu tespitleri gündeme düşmüştür.

TC’nin politikası sadece bununla sınırlı değildir. Doğu Akdeniz nezdinde sağlanması gerekli olan ortaklık politikaları çöken Türkiye, bu kez de ortaklık anlaşmalarında Güney Kıbrıs’ı tanımadığını belirterek Mart 2013’te Güney Kıbrıs ile iş anlaşması yapan İtalyan gaz ve petrol şirketi Eni ile proje anlaşmalarını askıya alacağını belirtti. (Bkz: Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız /27 Mart Milliyet)

 

Bir iç sorun halini alan Suriye

Ortadoğu gündeminden bağımsız değil ancak önemi gereği ayrı bir şekilde ele almamız gereken bir gündem de Suriye’de yaşananlardır.

Öyle ki 2013 yılında Türkiye’nin bir iç sorunu haline gelen Suriye’deki siyasal atmosfer, TC’nin dış politikadaki tüm çıkar ve hesaplarını ve bu noktadaki tasarruflarını/çıkmazlarını açık bir biçimde ortaya koydu. Suriye ile “sıfır sorundan sefer sorunu”na gelen Türkiye, illegal örgütlenmeleri ile Suriye’de bir dizi katliam gerçekleştirdi/gerçekleştiriyor.

Demokratik talepler eksenli başlayan Suriye muhalefeti, özellikle Irak, Mısır ve Türkiye tarafından emperyalist politikalar ekseninde doğrudan bir yönelim içinde. Bunu El-Kaide, Nusra, El Ahram, Ibn Tevmiye taburu gibi gerici örgütlerin çeşitli barınma ve lojistik desteklerinden gördük. Wan depreminde çadır dahi kurmayan AKP hükümeti, Suriye’deki katiller için konteynır kentler kurdu ve burada TC kurmaylarının da katılımı ile gerici örgütlere askeri eğitim verildi.

Antakya, Gaziantep/Kilis, Adana, Silifke gibi Suriye’ye yakın bölgelerde barınma alanları veya imkanları açan AKP hükümeti, Esad’ın katliamlarını “durdurma” hedefli olduğunu iddia ederek esasta bölgesel çıkarlar doğrultusunda Suriye’ye girme ve resmen askeri harekat başlatma yönlü yaklaşımlar sergiledi. Öyle ki bu doğrultuda bir dizi provokasyon da gerçekleştirdi. (Reyhanlı ve Gaziantep patlamaları)

Ancak burada önemle vurgulanması gereken mesele emperyalizmin Suriye politikasındaki kaygılı yaklaşımlarıdır. Tasmasını ABD’nin tuttuğu TC, saldırganlığını tüm gerçekliği ile ortaya koyarken Suriye politikası nezdinde taleplerinin hayata geçirilmemesinden hoşnut değil. Ancak ne var ki esas olan emperyalizmin bölgesel hesaplarıdır. Rusya ile ABD görüşmeleri her şeyden önce bölgesel hesaplarda bir anlaşmaya varılmasından ibarettir ve Türkiye’ye verilecek olan pay onun dönemde diş gösterdiği için atılacak bir kırıntıdan ibarettir. Hiç kuşkusuz “3 günde gider” denilen Esad hâlihazırda iktidarını korumaktadır.

Ancak ABD, süreçten kaynaklı Suriye’nin güç kaybetmesi de memnun. Suriye’nin bölgesel öneminden kaynaklı, mevcut kaygı Suriye’nin“uluslararası camia” tarafından denetlenemeyen bir konuma ulaşmasıdır. Bu endişe nedeniyle Rusya’nın da dahil olduğu örgütlenme ile bir denetim mekanizması kuruldu.

Rusya ise süreçten giderek kazançlı çıktığının, bölgedeki konumunu pekiştirdiğinin (Mısır’la ilişkiler son yirmi yılda olmadığı kadar gelişmiş durumda) farkında ve bunu korumak istemektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nin Suriye nezdinde yaşanan Rojava deneyimi, Türkiye’nin iç politikada Kürt halkına yaklaşımdaki imha ve inkârcı yaklaşımlarının açık belgesi oldu. TC’nin Kürt sorununa yaklaşımının sağlaması olan Rojava, halen TC’nin gerçek yüzünü açığa çıkarmaya devam ediyor.

TC’nin Suriye politikası ekseninde yönelimlerinden birisi de bölgeye su akışını engellemek oldu. Gerillaya karşı katliam ve Suriye politikası ekseninde Dicle ve Fırat nehirlerine 20’yi aşkın baraj yapıldı. Bu barajların yapılması ile birlikte Suriye ve Irak bu nehirlerin akışından yararlanamıyor.

TC’nin bu politikası Irak ve Suriye’de bir tarım krizine neden olmaktadır. Yeni kaynak arayışına giren Irak ve Suriye, yeraltı su kaynaklarının kullanımını artırmış durumdadır.  Colorado Üniversitesi’nin yapmış olduğu açıklamaya göre 2003 yılından bu yana yeraltı su kaynaklarının kullanımı 144 bin metre küp’ü buluyor. Bu rakam hemen hemen Ölü Deniz’in suyuna eş değerdir.

 

Baharın en güzel ayıdır Mayıs

Hiç kuşkusuz AKP iktidarının iç ve dış politikada tasarrufları Türkiye halkı nezdinde bir birikime neden oldu. 

 1 Mayıs Taksim mitinginin yasaklanması, işçi sınıfının gaza boğulması, sendikal ihanetler birbirini izledi. 1 Mayıs’ın yasaklanmasının ardından Taksim’de yapılması planlanan tüm eylem ve etkinliklere de yasak getirildi. 6 Mayıs Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın anmasına azgınca saldırı gerçekleştirildi. 18 Mayıs günü  İbrahim Kaypakkaya’nın anmasına dönük gerçekleştirilen saldırı ile Taksim İstiklal Caddesi bir direnişe sahne oldu. Taksim’deki eylem yasağına dair yapılan eylemlerle

Taksim’de çatışmalar bir an eksik olmadı.

Bahsini ettiğimiz bu süreç esasta çelişkinin anının yaratılmasına vesile oldu ancak bu çelişkinin nerede ve ne biçimde uzlaşmazlık hali alacağını kestirmek zordu. Çelişkinin anı, 31 Mayıs günü Taksim Gezi Park’a AVM ve Topçu Kışlası yapılmasına karşı eylem yapanlara devletin harekete geçmesi ile başladı. Gezi Park’a sahip çıkmak adına yapılan eylemler haftalar öncesinden başlamıştı. Ancak 31 Mayıs şafağında polisin direniş çadırlarına saldırması ile direniş kıvılcımı tahmin edilemeyecek kadar büyüdü. AKP hükümeti ile birlikte büyüyen inşaat sektörü, toprak talanının somut ifadesi olurken; barınma alanlarının yıkımı ve talana açılması, kent inşası üzerinden faşizmin kudretinin ifade edilmesi ve toplumun tüm sosyal ve siyasal hak ve alanlarının gasp edilmesi  patlamaya vesile oldu.

31 Mayıs’ta başlayan direniş, Türkiye geneline yayılırken, birçok alanda hayat durdu. 2 gün süren çatışmalar sonucunda Taksim Meydanı ele geçirildi. Ankara’da yasaklı olan Kızılay işgal edildi. AKP hükümetinin Suriye politikası sonucu öfkesi biriken Antakya halkı, başta Armutlu olmak üzere birçok bölgede kolluk güçlerini dağıttı. Kitlelerin kendi gerçekliğini bulduğu bu süreç, aynı zamanda ortak düşünüşün emarelerini de ortaya koydu. Bu isyanda bedenlerini siper ederek isyanı büyütmenin adı olarak Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz, Serdar Kadakal ve Ahmet Atakan ölümsüzlüklerini onur olarak bırakarak aramızdan ayrıldılar.

Hakim sınıflar cephesinde ortaya çıkan korku, isyana kan taşıyan damarların kesilmesi yönlü bir tasarrufu ortaya çıkardı. Gezi İsyanı’nın ardından gerçekleştirilen operasyonlarla isyanın sınıfsal dinamikleri güçsüzleştirilmeye çalışıldı. İstanbul Gülsuyu’nda devlet eliyle oluşturulan çeteler, başta devrimciler olmak üzere mahalle halkına silahlı saldırılarda bulundu.  Saldırılarda Halk Cepheli Hasan Ferit Gedik katledildi.

Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeği ile her türlü devlet yönelimi halk kitleleri tarafından kabul görmezken hakim sınıflar saldırılarına aralıksız devam etti. Alevilerin inançlarını itibarsızlaştırma ve asimile etme yönlü ortaya çıkan Cami–Cemevi projesi, ODTÜ’deki yol inşaatı, Kalekol ve HES inşaatları halk kitlelerinin öfkesinden kurtulamadı. 

Kuşkusuz bu süreçler egemenler cephesinde bir krizi ifade ediyor. Ülkemizdeki faşizm gerçekliğinin tekdüze olmadığından bahsetmek mümkündür. Bunun ülkemizdeki sınıf mücadelesinin nesnel durum ve uluslararası konjonktürel durum ile biçim kazandığı söylenebilir. Çöken politikaların karşılığı hâkim sınıflar cephesinde bir hüzün ile ifade edilemez. Oluşan çatlaktan sızan ışığın gerçekliği halk kitlelerini kuşatmakta ve gerçeğin arayışı daha güçlü olmaktadır.

 

Her yer rüşvet, her yer yolsuzluk!

Hâkim sınıflar arası çelişki ve çatışkı sürecinin yaşanmasını sınıf mücadelesinin nesnel koşullarından bağımsız ele alamayız. 2008 yılından bu yana ekonomik ve siyasal krizi ile boğuşan emperyalist-kapitalist sistem, kuşkusuz bu süreci atlatmanın derdindedir. 2013 yılında ortaya çıkan gündem maddeleri de krizden bağımsız ele alınamaz. Kriz dalgasının merkez noktadan yayılarak tüm alanı kapsaması ve oluşan kitle hareketleri ile tsunamiye dönüşmesi, hâkim sınıfların krizlerini ölümcül kılmaktadır. Ülkemiz açısından da Gezi İsyanı ve devamında oluşan kitle bilinciyle, boşa düşen politikalar her türlü esintiyi rüzgâra çevirme potansiyeli taşımaktadır. İsyanın AKP nezdinde bir yönetememe, mevcut politikalardaki başarısızlıklar silsilesi bir hükümetin miadını doldurma yönlü bir sürece girdiğini ifade ediyor.

Dış ve iç politikada başarısızlıklar sonucu dönemsel rolünü yitiren AKP hükümeti, son olarak dershanelerin kapatılmasına dönük tasarrufu ile Gülen Cemaati ile arasındaki iplerin gerilmesine neden olmuştur. Bu durum burjuva-feodal basında AKP-Cemaat çatışması olarak lanse edilse de çatışmanın özündeki gerçeklik, payın bölüştürülmesindeki kudurganlıktan ibarettir.

2013 yılını kapatacağımız Aralık ayının 17’sinde gerçekleştirilen “yolsuzluk operasyonu” hâkim sınıflar arası çatışmanın ne duruma geldiğini ve bu çatışmadan dökülenlerin gerçekliğini gösterdi. Hukuk başarısı olarak ifade edilen bu operasyon, bir çatışmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bakan çocuklarından, inşaat sektörünün sermayedarlarına, belediye başkanlarından iş adamlarına kadar uzanan operasyon, bakanların istifası ile devam ediyor.

Kuşkusuz 2013 yılının 2014 yılına devredeceği ve bizlerin de omuzlarına yeni görevler yükleyen bir süreçtir bu. İki gerici klik arasında başlayan dalaştan dökülen inciler, Gezi İsyanı’nın ruhuna etki ediyor. Sokaklara dökülen halk kitleleri, hâkim sınıflar cephesindeki “yönetememe” krizinin bir sonucu olmuştur.  Bu fotoğrafın yaşamda bulduğu karşılık öfkenin bilince dönüştüğü gerçeğidir. Yerel seçimler öncesi böylesi bir operasyonun gerçekleşmesi sistem partileri açısından kaygı vericidir. Zira devlet gerçekliğinin açığa çıktığı bir süreç yaşanmaktadır. Bu durum mülkiyet ilişkilerinin teşhiri ve değişimi hususunda özünde demokratik halk devriminin görev ve sorumluluklarını önümüze koyuyor. AKP’li bakanların ardı ardına istifa etmesi, görevden alınması AKP’ye kan taşıma operasyonundan ibarettir. Zira bu gerçekler istifa edenler tarafından yıllardır bilinmektedir ve istifaların esası yönetememe krizine “çare”den ibarettir.

2013 yılını kapatırken ana başlık olarak ele aldığımız gündem maddeleri 2014 yılına sıcak bir atmosferle gireceğimizi göstermektedir. Hareketin yarattığı değişim, bilincin kudretli pratiklere dönüşmesine vesile olmaktadır. İsyan dalgalarının dünyayı kuşattığı ve krizlerin ölümcül kılındığı bir 2014 dileğiyle…

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Diğer içerik
Kapalı
Başa dön tuşu