Makaleler

İşçi sınıfımızın kendi kendine sınıftan, kendisi için sınıf olmada, andaki durumu

Kapitalist sermaye birikiminin geldiği nokta ezen ve ezilen çelişkisinin derinleştiği, sınıf mücadelesinin keskinleştiği noktadır. Aşırı üretim, artı-değer sömürüsü ve azami kâr ekseninde emeğe yönelik saldırılar, 2008 ekonomik krizinin yapısal krize dönüşmesiyle daha da arttı. Kapitalistlerin her geçen gün artan zenginliğine-servetine karşın dünya ezilen emekçi halkları yoksullaşıyor. Gelir dağılımındaki makas aralığı, yoksullar aleyhine açılmaya devam ediyor.

Kapitalist ekonomi yasaları gereği başka bir durumun yaşanması da söz konusu olamaz. Kapitalizmin ayakta durmasının yegane yolu emek üzerindeki sömürüdür. Kriz koşullarında olunsun ya da olunmasın, emeğe yönelik saldırılar kapitalist sistemin kaçınılmazıdır. Zira kapitalizmi besleyen can damar, artı-değer sömürüsüdür. Kapitalizmin tarih sahnesine çıkışından bugüne işçi sınıfı üzerindeki sömürü ancak işçi sınıfının mücadelesi ve direnişiyle dizginlendi.

Günümüz özgülünde dünyada ve Türkiye’de emek üzerindeki sömürü esnek ve güvencesiz çalıştırmayla, ücretlerin düşürülmesiyle, kazanılmış hakların budanmasıyla daha bir yoğunlaştırılmış durumda. Kapitalist sermayenin devasa birikimiyle kendisine engel olmaya başladığı an, emek üzerindeki sömürünün yoğunlaştığı andır aynı zamanda. Yeni teknoloji, yeni yatırım alanları ve bu döngünün devamlılığı noktasında kapitalist sermaye, sınıra dayanmış durumda. Bu, kapitalist sermayenin mevcut teknoloji, yatırım ve pazar alanlarında emek üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırması anlamına geliyor. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu aşırı üretim ve azami kârı elindeki eski teknoloji ve yetersiz pazar alanında gerçekleştirmesinin tek yolu emek üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırması anlamına geliyor. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu aşırı üretim ve azami kârı elindeki eski teknoloji ve yetersiz pazar alanında gerçekleştirmesinin tek yolu, emek üzerindeki sömürüyü artırması-yoğunlaştırmasıdır. Bugün dünyada ve Türkiye’de üretim alanlarında yaşanan süreç, vahşi kapitalizm sürecidir.

Emek ve sermaye arasındaki çelişkide Türkiye’deki mevcut tabloya bakıldığında da emeğe yönelen saldırıların her geçen gün arttığını görüyoruz. Komprador Türk sermayesinin birikim sürecine paralel işçi sınıfının hem çalışma koşulları hem de yaşam koşulları ağırlaşıyor. Aşırı üretim ve azami kâr ekseninde işçi sınıfına tam teslimiyet dayatılıyor.

Neoliberal saldırı; Esnek üretim modeli

2. Emperyalist Paylaşım Savaşı (EPS) sonrası izlenen Keynesyenci ekonomi politikaları 1970’lere doğru kapitalist sermayenin yapısal kriziyle son buldu. Devasa oranda biriken kapitalist sermaye, artık devlet korumacılığına ihtiyaç duymuyor, uluslararası alanda sınırsız ve kuralsız bir harekete sahip olmak istiyordu. 1970’li yıllarda başlayan neo-liberal birikim süreci devam eden yıllarda yoğunlaştırıldı. Dünya, emperyalizmin sömürü ve talanına açıldı.

Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” repliği ile özetlenen bu birikim süreci aynı zamanda emeğe yönelik kapsamlı bir saldırıydı da. Sanayiden tarıma, enerjiden finansa, sağlık, eğitim ve ulaştırma gibi kamusal alanlar da neoliberal birikim sürecine göre yeniden yapılandırıldı. IMF ve DB, yapısal uyum kredileriyle bu iş için görevlendirildi. Üretici sektörler ve kamusal alanlar yeniden yapılandırılırken üretim süreci ve işgücü de buna paralel yeniden örgütlendi.

Taylorist ve Fordist üretim modeli neo-liberalizmle yerini üretimin parçalandığı esnek üretim modeline bıraktı. Bağımlı kapitalist ülkeler ve yarı-sömürge ülkeler emperyalist sermaye hareketine uygun, azami kârın güvenceli bir hale getirilmesiyle eşzamanlı olarak üretim süreci de parçalandı. “Emperyalizmin yerelleşmesi” olarak adlandırılan bu yönelim, hammaddelerin ana fabrikaya taşınması yerine hammaddenin olduğu yere fabrika kurulmasını içeriyordu. Bir başka ifadeyle emperyalist sermaye, ucuz emeğin olduğu bölgelere, ülkelere yönelerek hem artı-değer sömürüsünü hem de azami kârını artırdı. Üretim sürecinin parçalanmasıyla, önceden bir metanın üretimi tek fabrikada yapılırken artık her bir parçası başka bir fabrikada üretilmeye başlandı. Bugün dünya üretimi ve ticaretine hakim olan 82 bin tekelin dünya ülkelerine yayılmış kendisine bağlı üretim yapan 810 bin şirketi var. Emperyalizm bu üretim modeliyle yarı-sömürgelerdeki artı-değeri de gasp ederek azami kârını artırırken yarı-sömürgelerdeki yoksulluğu da artırdı.

Yarı zamanlı çalıştırma, çağrı üzerine çalıştırma, evden çalıştırma, belirli süreli çalıştırma ve ödünç (kiralık) çalıştırma gibi biçimlerle esnek çalıştırma yaygınlaştırıldı. Çalışma zamanının ve ücretlerin bölündüğü esnek çalıştırmayla hem çalışma koşulları ağırlaştı (yoğun ve güvencesiz çalıştırma) hem işgücü maliyeti düşürüldü hem de artı-değer sömürüsü artırıldı.

Neo-liberal politikalar veya emeğe yönelik saldırılar Türkiye’de 12 Eylül AFC’siyle hayata geçirildi. Toplumsal muhalefetin yüksek olduğu bu dönemde, emeğe yönelen hak gasplarını uygulamanın egemen sınıflar açısından başka bir alternatifi yoktu. İşçi sınıfı ve devrimci hareketi ezmek adına emperyalizm destekli ordu ve darbe mekanizması devreye sokuldu. 24 Ocak kararları ANAP’lı Turgut Özal hükümetiyle harfiyen uygulanarak bugünün temelleri atıldı. IMF ve DB kredileriyle üretici sektörlerden kamusal alanlara Yapısal Uyum Programları’yla bir bütün TC ekonomisi, emperyalist sermayenin sömürü ve talanına uygun hale getirildi.

2000’li yıllara doğru emperyalizm neo-liberal birikim sürecini daha da merkezileştirme, sömürü ve talanı yoğunlaştırma anlamına gelen yeni bir uluslararası işbölümü belirledi. IMF, DB ve DTÖ ekseninde belirlenen bu işbölümüyle TC ekonomisi yeniden düzenlendi. IMF ve Stand-By anlaşmaları ve niyet mektupları, DB ile Tarım Uygulama Reformu bu düzenlemelerin birer parçasıydı. Yapılan işbölümünde emeğe yönelen saldırıların ana başlıkları şöyledir:

“* Uluslararası ve yerli finans sermayesine, sermaye hareketi üzerine sınırsız serbestlik güvencesi sağlayarak yüksek finansal gelir sunmak;

* İşgücü piyasalarını kuralsızlaştırma ve esnekleştirme yöntemiyle ucuz işgücü deposu haline dönüştürerek, katma değeri düşük teknolojilerde uzmanlaşmak ve sanayinin uluslararası şirketlerin taşeronu olarak geliştirmek;

* Kamu hizmetlerini ticarileştirerek vatandaşları müşteriye, kamu hizmeti üreten kurumları ticari işletmeye dönüştürmek, kamu iktisadi kuruluşlarını, yerli ve uluslararası özel sermaye şirketlerine doğrudan yabancı sermaye cezbetmek uğruna satmak…” (03.05.2013)

Yeni işbölümünde yarı-sömürge TC devletine biçilen rolü esas olarak 2002’de iktidar olan AKP/Erdoğan hükümeti harfiyen uyguladı. 15 yıllık iktidarı süresince AKP/Erdoğan hükümetinin çıkardığı kanunlarla üretici sektörlerde ve kamusal alanlarda esnek, taşeron güvencesiz çalıştırmayı kapitalist sermayenin azami kârı kapsamında garantiye aldı. Anayasal güvence sağladı. İşçi sınıfını düşük ücret, yoğun artı-değer sömürüsü, işsizlik ve borç içinde yaşamaya mahkum etti. 2003/4857 Sayılı İş Kanunu’yla esnek çalıştırma yasalaştı; 2006/Sosyal Sigortalar ve GSS Kanunuyla emeklilik yaşı yükseltildi ve sağlık sektörü piyasaya açıldı; 2008-2007 İşsizlik Sigortası Kanunu’yla, İşsizlik Sigortası Fonu kurularak komprador sermayeye aktarım sağlandı; 2012/İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’yla işçi sağlığı ve güvenliği hizmetleri piyasaya açıldı, işçi katliamları arttı; 2002/Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi (TİS) Kanunu’yla 12 Eylül’ün sendikal barajları korundu, sendikal örgütlenmenin ve mücadelenin önü kesildi; 2014/6552 Sayılı Torba Kanun’la taşeron işçilerin kadrolaşması engellendi; 2016/6663 Sayılı Kanun’la kadın işçilere ücretsiz kreş yerine analık izni tanındı; 2016/6740 Sayılı Kanun’la Bireysel Emekliliğe Katılım 45 yaş altı çalışanlar için zorunlu hale getirildi; 2016/675q41 Sayılı Kanun’la Varlık Fonu kuruldu, özelleştirilmemiş kamu işletmelerinin bu fona devredilmesi yasalaştı; 2016-2017/OHAL ve KHK’larla yüz binden fazla kamu çalışanı ihraç edildi.

Yasal düzenlemelerle üretim süreci neo-liberal sömürü ve talan politikalarıyla uyumlu hale getirildi. Üretici sektörler ve kamusal alanlarda esnek ve taşeron çalıştırma esas hale geldi. Bu noktada en dikkat çekici gelişme kamusal alanlarda yaşanan değişimdir. Özelleştirmelerle başlatılan süreç “devrim”, “reform” gibi süslü söylemlerle devam ettirildi. Sağlık, eğitim ve ulaştırma gibi alanlar kapitalist sermayenin kâr alanına dönüştürüldü. Gelinen aşamada kamu hizmeti adına bir şey kalmazken hastaneler ve okullar birer ticarethane haline getirildi. Kamuda çalışanlar “beyaz yakalı” niteliğini yitirerek fabrikadaki işçiden bir farksız duruma geldi. Çalışma koşulları hızla değiştirildi. Kamu Personeli Rejimi ile kamu kurumları Genel Ticari Hizmetler Anlaşması (GATS) kapsamında kapitalist sermayenin hizmetine sunuldu. Kamu hizmetleri kapitalist sermayeye tabi hale getirildi. 2004 yılında IMF ve DB’den sağlık ve eğitimin özelleştirilmesi için 3.4 milyar Dolar kredi alındı. Sağlık hizmeti, temizlik, bilgi işlem, arşiv gibi yardımcı personel işleri, röntgen ve laboratuvar gibi destek grubu alanlar taşeronlaştırıldı. Mevcut halde hemşire ve doktorlar kaldı. Şehir hastanelerinin özelleştirilmesiyle süreç tamamlanacak. Eğitim hizmetinde Öğretmen Strateji Belgesi’yle mülakatlı sözleşmeli atama, rotasyon (yer değiştirme), sağlık alanında olduğu gibi performansa dayalı çalıştırma, sözleşmeli çalıştırma yaygınlaştırıldı. Büro çalışanlarına 3-4 yıl önce günlük 20 dosya verilirken bugün 40 dosya veriliyor. Eksik kadro çalıştırılarak daha az işçiye daha çok iş yaptırılıyor. Kamu alanlarının özelleştirilmesiyle kamu çalışanlarının çalışma ve yaşam koşulları ağırlaştı. Krediler ödenmeyerek kamu çalışanlarının alım gücü düştü. Özel ders verme, hafta sonu kursları fazla mesai gibi ek işlere yönelme arttı. Doktorlar çıplak maaş dışında para kazanamaz duruma geldi. Performans sistemiyle çalışanlar gücünün üstünde emek harcamak zorunda bırakıldı. Kamusal alanda şirket tipi istihdam biçimiyle kamu emekçileri esnek, verimli, fayda ve performans gibi özel sektör çalışma biçimleriyle çalıştırılıyor. Bu süreçte kamusal alan, tıpkı bir fabrika gibi meta değil fakat artı-değer üreten kapitalist sermayenin azami kârına hizmet eden alanlar haline getirildi. Kamusal alanlar kapitalist üretimin bir parçası haline geldi. “Kapitalist üretim yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artı-değer üretimidir. Emekçi kendisi için değil, sermaye için üretir. Bu nedenle artık yalnızca üretmesi yetmez. Artı-değer de üretmek zorundadır. Bir tek, kapitalist için artı-değer üreten, böylece sermayenin kendisini genişletmesi için çalışan emekçi üretkendir. Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcamasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şeyi değiştirmez.” (Marx, 1997, 484) Bugün kamusal alan neo-liberal sömürü politikalarıyla birer öğretim, sağlık, ulaştırma fabrikasına, bu fabrikada çalışanlar da kapitalist sermayeye artı-değer üreten birer işçi haline gelmiştir.

Kamusal alanda ön plana çıkan bir diğer uygulama ise kısa süreli çalıştırma programıdır. 2005 yılında hazırlanan program yoğun olarak 2009 yılında uygulanmaya başlandı. Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) kapsamında İşbaşı Eğitim Programı (İEYP) ve Toplum Yararına Çalıştırma Programı (TYÇP) adı altında belediyeler, okullar gibi kamu kuruluşlarında çevre düzenlemesi, ağaçlandırma, cami bakımı ve temizliği, okullarda hademelik gibi farklı işlerde istihdam sağlanıyor. Çalışma süresi bir yıldan az tutulup günde 7 ila 9.5 saat çalıştırılan işçilerin ücretli işsizlik fonundan karşılanıyor. İşçilere “TYP, herhangi kamu kurumunda geçici veya daimi surette işçi statüsü kazandırmaz. Türkiye İş Kurumu, TYP kapsamında işyeri ve işveren sayılmaz” yazan bir taahhütname imzalatılıyor. Böylece işçiler işçi sayılmadıkları gibi, İş Kanunu kapsamı dışında tutularak hiçbir haktan yararlandırılmıyor. Kamusal alandaki işgücü ihtiyacı ucuz, güvencesiz ve ağır sömürüye tabi tutularak çalıştırılıyor. İEYP ve TYÇP kapsamında 2005-2008 arasında 268 kişi çalıştırılırken, 2010-2016 arasında bu rakam, 1.6 milyon kişiye ulaştı. Esnek, taşeron ve kısa süreli çalıştırıldıklarından kıdem tazminatı dahil (ki işçiler, bu hastan yararlandırılmamak için bilinçli olarak en fazla 9 ay çalıştırılıyor. Kıdem tazminatı hakkı için 1 yıl çalışma zorunluluğu mevcuttur.) hiçbir haktan yararlanamıyorlar. İşçiler işyeri işyeri dolaştırılırken işte devamlılık, işçi değiştirilerek sağlanıyor. Toplum yararına denilen çalıştırma, taşeron şirketlerin yararına, azami kârına hizmet ediyor, işçiler kölelik koşullarında sömürülüyor.

Kapitalist sermayenin işgücü üzerinde esnek taşeron çalıştırmayla yoğunlaştırdığı artı-değer sömürüsü azami kâr hırsı nedeniyle kapitalist sermaye için hiçbir zaman yeterli değildir. Yoğun artı-değer sömürüsüne rağmen daha fazla kâr için hem maliyet hem de ücretler düşürülüyor. Bu da yetmediği için, sermayeye yük anlamına gelen işçi sınıfının mevcut haklarını da budamaya yöneliyorlar. Kıdem tazminatı tartışmalarının kaynağı, sürekli gündeme gelişi de komprador kapitalistlerin kıdem tazminatını bir yük olarak görmesindendir. “Tesadüf o dur ki!” 12 Eylül AFC’sinden hemen sonra komprador kapitalist Vehbi Koç, faşist K. Evren’e yazdığı mektupta “Kıdem tazminatı karşılıkları, kurulacak bir fonda toplanmalı ve kalan kısım özel sektör yatırımları için düşük faizle kullandırılmalıdır” (Aktaran, Bakır, 2017) diyerek kıdem tazminatını gündeme taşırken, 15 Temmuz darbe girişiminin, dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın itirafıyla “karşı darbe” ile önlenip “karşı darbenin” OHAL ve KHK’larla devam ettiği bir süreçte, yani bir darbe döneminde, kıdem tazminatı tekrar gündeme taşındı. Faşizmin “burjuva demokrasisini” askıya aldığı dönemlerde kapitalist sermayenin bu puslu havalarda ilk yaptığı iş, işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü artırmak ve mevcut hakları olabildiğince budamak için faşizmi kullanmaktadır.

Emperyalist-kapitalist sistemde yarı-sömürgelerde yapılan askeri darbelerin yapılmasının esas amacı emperyalist sermayenin ve komprador sermayenin aksayan, düşük oranlarda seyreden sermaye birikiminin önünü açmaktır. Yani tıkanan sermaye birikim ya da sömürü süreçlerinin önünü açmak için halka zorla, azgın yeni bir sömürü sisteminin dayatılmasıdır askeri darbeler. Bunun yanında tali de olsa başka amaçları da vardır. 15 Temmuz darbe girişiminin ilk amaçlarından birisi; tıkanan neo-liberal sermaye birikim-sömürü düzeninin yerine başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçiler üzerinde daha azgın bir sömürü sistemini tesis etmektir. Bu parantezde artı-değer sömürüsünü artıracak her uygulama vardır; grev yasakları, kıdem tazminatlarının kaldırılması, yasal güvencelerin ortadan kaldırılması vs. Darbe girişimi kendi aralarındaki çelişkilerin derinliği dolayısıyla tam anlamıyla başarılı olamamıştır, ama darbenin amacını, yani bu kapsamda artı-değer sömürüsünü daha da azgınlaştıran sistem oturtulmuştur AKP eliyle. AKP bunu yapamadığında iktidarda kalamayacağını bilmektedir. Ne kadar çok işçi sınıfına, köylülüğe ve bir bütün emekçilere, Kürtlere, Alevilere, kadınlara, LGBTİ’lere saldırırsa o kadar iktidarda kalmayı garanti ettiğini bilmektedir. Dolayısıyla ilk olarak işçilere saldırması hiç şaşırtıcı değil, aksine eşyanın doğası gereği niteliği ile uyumludur. Kıdem tazminatına saldırı da bu anlamda okunmalı. Sermayenin isteği bunun kaldırılmasıdır. AKP de bunu yapmakla yükümlüdür. Grevleri yasaklayacak, hak talepli gösterileri bastıracaktır. Darbenin getireceği sistem böylece hayata geçirilecektir.

Patronların gözü kıdemde

Kıdem Tazminatı (KT) tanımsal olarak iş akdi, işveren tarafından sona erdirilen işçiye çalıştığı süre (kıdem) ile orantılı olarak ödenen tazminattır. “… işçinin ödenmesi sonraya bırakılmış ücretinin bir parçasıdır.” (Çerkezoğlu, 2017) Patronlara karşı işçi sınıfının iş güvencesinin de önemli bir bileşenidir.

Tarihsel bağlamda KT, 1936 yılında İş Kanunuyla kabul edilmiştir. Ekonomide devletçilik denilen, özünde komprador Türk sermayesine birikim sağlama politikasının izlendiği dönemde İş Kanunu, Milli Koruma Kanunu ve Cemiyetler Kanunuyla da emeğe yönelik saldırılar söz konusuydu. Bu saldırıların başında grev yasağı ve zorla-angarya çalıştırma geliyordu. Emeğe yönelik saldırılara işçi sınıfı grevler, protesto gösterileri ve mitingleriyle karşılık verdi. Egemen sınıflar İş Kanunu ile bir yandan sömürüyü artırırken diğer yandan işçi sınıfının sınıfsal ve siyasal bilinçlenmesini örgütlü mücadele etmesini (1923-1936 arasında 94 grev gerçekleştirilmiştir) engelleme amacıyla 8 saatlik iş günü, hafta tatili ve kıdem tazminatı gibi işçiler lehine bazı maddeler (önlemler) yasaya eklendi.

KT yasalaştıktan sonra 1954’te gündeme gelse de bir yasa tasarısı oluşturulmadı. 1975, 76, 77, 78, Haziran 1980, Kasım 1980, Ağustos ve Ekim 1983, 84, 86, 2001, 2002, 2004, 2008, 2012 ve Ekim 2013’te gündeme getirildi. “2004’e kadarki taslaklar aynı anlayıştaydı, 2008 ve sonrakiler farklı nitelik taşıyordu.” (Yıldırım Koç) 1936-1975 arası dönemde KT tutarı 15 günden 30 güne çıkarılırken hak ediş süresi de 5 yıldan 1 yıla indirildi. Bu “iyileştirme”de 1970’lerin işçi sınıfının etkin-aktif mücadelesinin önemli payı not edilmelidir.

Bugünkü mevcut durumda KT’nin hak ediş süresi 1 yıl. Son ücret esas alınarak tutarı 30 günden hesaplanıyor. Her bir yıllık kıdem için ödenecek tazminat devlet memurlarına ödenen azami emeklilik ikramiyesi KT’nin tavanı olarak belirleniyor. Bu da 2017’nin ilk 6 ayı için 4.426 TL civarındadır. Hesaplanan KT’den binde 7.59 oranında damga vergisi kesiliyor.

KT, 13 milyon işçinin tamamını kapsamıyor. Yasal olarak iş güvencesi hakkı için en az 30 işçi çalıştıran bir iş yerinde çalışıyor olmak zorunlu. Türkiye’de işçilerin yarısından fazlası 30’dan az işçi çalıştıran yerlerde çalışıyor. KT hakkına sahip olan işçi sayısı yaklaşık 7.5 milyon. Ayrıca OECD 2016 raporuna göre Türkiye’de 12 aydan daha az istihdam edilenlerin toplam istihdamın yüzde 28’i düzeyinde. OECD ortalaması ise yüzde 17 civarında.

183 ülkenin 152’sinde KT zorunlu. 18 ülkede yarı zorunlu, 7 ülkede ise hiç yok. Emperyalist ülkelerde hak ediş süresi 33 ay iken, yarı-sömürgelerde 10 ay. Fon’a devri tasarısıyla TC devleti “hiç yok” grubuna girme aşamasında. KT tamamıyla kaldırılmasa da etkisi-işlevi olmayan bir iş güvencesi haline getirilmek isteniyor.

Alt Komisyon’dan geçen ve 27 Mayıs günü Bakanlar kurulan sunulan düzenleme ile KT Fon’a devredilerek  komprador kapitalistlerin işçi sınıfı üzerindeki baskı ve sömürüsü artırılıyor. Düzenleme ile 1 yıl olan hak ediş süresi 15 yıla çıkarılıyor. 30 gün üzerinden hesaplama yapılsa da yüzde 30-40 oranında düşüş yaşanarak işçi maliyeti de düşürülecek. İşçilerin patron karşısındaki güvencesi zayıflayacak ve işten atmalarda patronların eli güçlenecek. Komprador Türk sermayesi sürekli işçi değiştirerek çalıştırma için belirli süreli iş sözleşmesi ile KT maliyetini düşürmek istiyor. Bunun somuttaki karşılığı KT’nin tümüyle ortadan kaldırılmasa da işlevsizleştirilmesidir. Tasarı yasalaştığında esnek ve taşeron çalıştırmayla işçilerin büyük bölümü KT’yi hak ediş süresi olan 15 yılı dolduramadan işyeri işyeri çalıştırılacak. Ayrıca komprador kapitalistler işçiyi işten attıklarında cebinden para ödemeyecek. Kıdemini alabilmesi için uzun süre beklemesi gerekecek. Düzenleme en çok kadın işçileri etkiliyor. Kadın işçilerin önemli kısmı küçük işyerlerinde ve düzensiz çalışıyor. KT, kadın işçiler açısından taciz ve mobbing, ücret ve hakların verilmemesi gibi sorunlarda patronlara karşı önemli bir güvence sağlıyor. KT’nin Fon’a devri ile kadın işçiler üzerinde hem baskı hem de sömürü daha da artacak. KT’nin Fon’a devriyle komprador sermaye, esnek ve taşeron çalıştırmak kuralsızlaştırılacak, işçi sınıfının üretimden gelen gücü ve örgütlenme önemli oranda aşındırılacak.

Türkiye proletaryasının genel durumu

15 yıllık AKP/Erdoğan iktidarı işçi sınıfı açısından daha fazla sömürü, daha fazla işsizlik ve daha fazla yoksulluk anlamı taşıyor. Uygulanan emperyalist politikalardan, bu politikalar ekseninde çıkarılan yasalara kadar hepsi işçi sınıfına değil komprador kapitalistlerin azami kârına hizmet etti, etmeye de devam ediyor. İşçi sınıfı giderek yoksullaşırken, zenginler kulübüne her geçen gün yenileri ekleniyor.

Hemen her fırsatta ekonominin büyüdüğünden, dünya sıralamasında basamak atladıklarından bahseden AKP/Erdoğan hükümeti ne yapsa mızrağı çuvala sığdıramıyor. Çalışma koşullarından yaşam şartlarına hemen her şey işçi sınıfının aleyhine işliyor.

Türkiye’de çalışma yaşamında 18 milyon ücretlinin 13 milyonu işçi çalışanların yüzde 35’i kayıt dışı çalıştırılıyor, dolayısıyla kıdem tazminatı dahil hiçbir haktan yararlanamıyorlar. 2001 yılında istihdam oranı yüzde 45.6 iken, 2016 yılında bu oran yüzde 50.8’e ulaştı. Fakat TC devleti, istihdamda Avrupa ülkeleri arasında sondan ikinci sırada yer almaktan kurtulamadı. İstihdam edilenler içinde taşeron işçi sayısı 2017 yılında 2 milyona ulaştı. Bunun 750 bini kamu çalışanlarından oluşuyor. 2002 yılında bu rakam 220 bin civarındaydı. Türkiye’de 2 milyon çocuk işçi çalıştırılırken, 6.5 milyon tarım işçisinin yaklaşık yarısı mevsimlik tarım işçisi olarak çalıştırılıyor.

Çalışma yaşamında kadın istihdamında erkek egemen zihniyet ön plana çıkıyor. Kadın istihdamı 2015-2016 döneminde yüzde 27.5 oranında kalarak bir değişim göstermedi. Kadınların çalışma yaşamına katılmasındaki en büyük engel ataerkil zihniyetin toplumsal cinsiyet rolleri ve kadına atfedilen görevler oluşturuyor. Genel-İş Sendikası Kadın Emeği Raporu’na göre 11 milyon kadın, ev işleri (yemek, temizlik, çocuk bakımı, çamaşır, bulaşık, ütü vb.) nedeniyle çalışma hayatına katılamıyor. Kamusal alanda çalışan memurların yüzde 40’ını kadınlar oluşturuyor, fakat idareci kadrosunda bu oran yüzde 10’a dahi çıkmıyor.

Esnek ve taşeron çalıştırma bir model olarak benimsenirken çalışma koşulları da giderek ağırlaşmakta. İşkollarına göre değişiklik gösteren çalışma alanlarında maliyeti düşürmek amacıyla dar, havasız, aydınlatması yetersiz, güvenlik önlemleri alınmadan uzun süre çalıştırma söz konusu. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) 2017 İnsan ve Sendikal Haklar Endeksi Raporu’na göre TC devleti, insan ve sendikal haklarda en kötü ülkeler arasında yer alıyor. OECD’nin Çok Uzun Saat Çalışan İşçiler Raporu’na göre 36 ülke arasında TC devleti ilk sırada geliyor. Çok uzun saat çalışan oranı Türkiye’de yüzde 43. Cinsiyet eşitsizliği sıralamasında 32 ülke arasında sonuncu. AKP/Erdoğan döneminde çalışma saatleri Avrupa ortalamasını geçti. Her iki işçiden biri haftada 50 saatten fazla çalışırken, tam zamanlı çalışanların haftalık ortalama çalışma saatleri 52 saat. 42 saat olan Avrupa ortalamasının 10 saat üzerinde. Bunun yanı sıra haftada 65 saat çalışan 4 milyona yakın işçi bulunuyor.

Bu kölece çalıştırmaya karşı işçi sınıfı emeğinin karşılığını almak şöyle dursun, kapitalist sermayenin azami kârını artırmak için ücretleri sürekli düşürülüyor. “AKP döneminde milli gelir yılda ortalama yüzde 2.9 artarken, ücretler yüzde 1.4 arttı. Yani büyümenin aslan payına sermayedarlar ve rantiye el koydu; emekçiler hak ettiği payı alamadı… her geçen gün daha fazla borçlanmaya başladı. 4 kişilik bir aile başına düşen ortalama borç miktarı 20 bin TL’yi geçti.” (Boratav, 2017) Merkez Bankası’nın hazırladığı bir rapora göre Türkiye’de ücretli yevmiye olarak çalışanların yüzde 12’si asgari ücretle (1.404 TL), yüzde 23’ü de asgari ücretin altında çalıştırılıyor. Asgari ücret ve altında çalışanların oranı toplandığında düşük ücretle çalıştırılanların oranı yüzde 35’e çıkıyor. Asgari ücret ve altında çalıştırılanların sektörel dağılımında tarım yüzde 72, sanayi ve hizmet sektörünün bazı alt sektörlerinde yüzde 50, inşaat yüzde 41.3, sanayi yüzde 38.2 ve hizmet yüzde 30.2 paya sahip. Mevsimlik tarım işçilerinde Kürtler ve Suriyeli mülteci işçilerde, kadın ve çocuk işçilerde aylık ücretler ve günlük yevmiyeler daha da aşağı çekiliyor. Mevsimlik Kürt işçiler 12 saat çalıştırılıp 40 TL verilirken, Türk işçiler 8 saat çalıştırılarak 60 TL yevmiye veriliyor. Aynı durum Suriyeli işçiler için de geçerlidir. Öyle ki kimi bölgelerde Suriyeliler 20-30 TL’ye saatlerce çalıştırılıyor.

Sistemin yapısal sorunlarından birisi olan işsizlik, AKP/Erdoğan hükümetinin izlediği ekonomi politikası, atlatılamayan 2008 ekonomik krizinin yansımaları ve yetersiz istihdam alanları gibi etkenler nedeniyle TC tarihinde rekor seviyeye ulaştı. Belirtmek gerekir ki egemen sınıflar açısından işsizlik (yedek sanayi ordusu) politik baskı oluşturmadığı sürece bir sorun olarak görülmüyor. Aksine işsizlik, işçi sınıfı üzerinde her açıdan kullanılan bir baskı aracıdır. Disk-Ar’ın İşsizlik ve İstihdam Nisan 2017 Raporu’na göre işsiz sayısı 7.1 milyona ulaştı. Ocak 2017’de dar tanımlı işsizlik önceki yılın Ocak ayına göre 1.9 puan artarak yüzde 13’e yükseldi. Aynı dönem içinde geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 21.4 olarak gerçekleşti. Resmi rakamlara göre işsizlik yüzde 12’lerde, işsiz sayısı da 3 milyon civarında! İşsizlik işgücü dağılımına göre yüzde 13 ise yüzde 32.5 arasında önemli değişiklik gösteriyor. Kadın işsizliği yüzde 15.4’e çıkarken, genç kadın işsizliği yüzde 28.1 oranında. Genel olarak gençler arasındaki işsizlik oranıysa yüzde 24.5 gibi yüksek bir seviyede. Referandum sürecinde işsizliğin yarattığı politik baskıyı kırmak için istihdam seferberliği başlatıldıysa da istenilen sonuç elde edilemedi. DİSK-AR’ın Mart ayı işsizlik raporuna göre istihdam seferberliği dahil son bir yılda istihdam artışı 496 bin olurken, işsiz sayısı ise 619 bin arttı. İstihdam seferberliği işsizlere değil, kıdem tazminatından kaçan komprador kapitalistlere bulunmaz fırsat oldu. Yedek sanayi ordusu kapitalist sermaye açısından her daim emeğe yönelik baskı ve sömürü aracı olarak kullanılan bir sopadır. “Bir yandan işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunlar aşırı-çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır.” (Marx, 1997, 606)

AKP/Erdoğan iktidarı döneminde esnek ve taşeron çalıştırmayla komprador Türk sermayesinin “diktası altına girmek zorunda” bırakılan işçiler uzun ve güvenliksiz çalışma koşullarında, adına “iş kazası” denilerek katlediliyor. Binlerce işçi iş göremez bir şekilde yaralanıyor, sakat kalıyor. Komprador kapitalistler maliyeti düşürmek ve kâr payını artırmak amacıyla iş güvenliği için gerekli önlemleri almıyor. Mayıs 2014’te Soma’da resmi rakamla 301, Ermenek’te 18 madencinin katledildiği “iş kazalarında” olduğu gibi Şirwan’da, Mecidiyeköy Torunlar’da ve diğer tüm “iş kazalarında” neden hep aynı; azami kâr hırsı. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre son 15 yıllık dönemde işçi katliamı, işçi sınıfı üzerindeki sömürü ve ağır çalışma koşullarının sonucunu gösteriyor. AKP/Erdoğan iktidarı döneminde, 2002 yılının son iki ayında 146, 2005’te 1096, 2010’da 1454, 2015’te 1730, 2016’da 1970 ve 2017’nin ilk 5 ayında 741 işçi katledildi. Bununla birlikte son 15 yılda katledilen işçi sayısı 20 bine ulaşırken, kalıcı biçimde yaralanan ve sakat kalan işçi sayısı ise 30 bini geçmiş durumda. Yalın bir şekilde rakamlar işçi sınıfı üzerindeki artı-değer sömürüsünün yoğunlaştığını gösteriyor. Patronlar işçilerin kanı, canı üzerinden zenginleşiyor.

Zenginlik sefaleti, sefalet zenginliği yaratır” derken Marks, kapitalizmin genel karakteristik yapısını özetliyordu. Artı-değer sömürüsüyle kapitalistlerin zenginliği artarken tersinden işçi sınıfının yoksulluğunu da artırıyor. Gelir eşitsizliği olarak nitelenen bu durum, her geçen gün ezilen emekçiler aleyhine daha da bozuluyor. Türkiye dünya gelir eşitsizliği sıralamasında ilk 5’te yer alıyor. 2002 yılında Türkiye’deki en zengin yüzde 1, mal varlığının yüzde 39.4’üne sahipken, 2014 yılında bu oran yüzde 54.3’e yükseldi. Dünya zenginler listesinde 32 komprador kapitalist bulunuyor. Türkiye’nin zenginler listesindeyse 25 bin milyoner var. Bu zenginliğin karşısında nüfusun yüzde 30’u (26 milyon kişi) yoksul, yüzde 14’ünün aylık ortalama geliri 100 TL civarında. Türk-İş’in araştırmasına göre bir kişinin geçim maliyeti 1.191 TL, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.529 TL, yoksulluk sınırı 4.979 TL. Asgari ücret ise 1.404 TL. Bir yanda zenginlik, diğer yanda sefalet içinde bir yaşam söz konusu. Ezilen emekçi halkımıza yaşatılan sefalet üzerinden milyonerlere her gün yenileri ekleniyor.

Esnek ve taşeron, düşük ücret ve uzun saatli çalıştırmaya, işsizliğin ve yoksulluğun giderek artmasına karşın işçi sınıfının emekten gelen gücünü birkaç örnek dışında kullanamadığını, kullanmadığı “ölü sessizliği” denilebilecek bir sürecin yaşandığı dönemden geçiyoruz. Üretimin parçalanması, esnek-taşeron çalıştırmanın yaygınlaştırılması işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi ve mücadelesinin önüne yasal engel çıkarılması, bunlardan daha önemli ve belirleyici olan sendikalara ve sendikal mücadeleye sarı, bürokrat, işbirlikçi anlayışın egemen olması ve de işçi sınıfının öncü ve örgütlü müfrezesinin tayin edici rolünü oyna(ya)maması mevcut tablonun başat nedenleridir.

Emeğe yönelen kapsamlı saldırılara, işçi katliamlarına, kazanılmış hakların budanmasına karşı işçi sınıfımızın örgütlü gücü oldukça zayıftır. 12 Eylül AFC’si öncesi 6.2 milyon ücretlinin 1.5 milyonu sendikalıydı ve sendikalaşma oranı yüzde 30 gibi oldukça yüksek bir rakama tekabül ediyordu. Toplumsal muhalefetle iç içe olan işçi sınıfı örgütsel bakımdan nicel olarak oldukça gelişkindi. Günümüzdeyse 18 milyon ücretlinin 1.5 milyonu sendikalı. Sendikalaşma oranı yüzde 9 civarında. Fakat 1.5 milyon sendikalıdan toplu sözleşme hakkına sahip olanların sayısı yaklaşık 1 milyon kadar. Bunun nedeni ise 6356 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ile sendikalara işyeri ve fabrikalarda temsiliyet barajı getirmesidir. Komprador sermaye lehine yapılan bu düzenlemeyle birçok sendika işyeri ve fabrika temsiliyetini yitirerek, işçi sınıfının toplu iş sözleşme hakkı gasp edildi. 115 sendikanın sadece 47’si temsil barajını aşarak TİS hakkı elde edebildi. Yüzde 1 olarak belirlenen bu baraj, 2018’de yüzde 3’e çıkarılacak. Sendikalar yüzde 3 barajını aşacak üyeye sahip olamazlarsa temsiliyet hakkını kaybedecek.

Emeğe yönelen saldırıların yanı sıra işçi sınıfının emekten gelen gücünü kullanmasını engelleme, sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme ve sarı sendikacılığın uzlaşmacı-pasifist sendikal mücadele anlayışına karşı işçi sınıfı birçok kez emekten gelen gücünü kullanmaktan geri durmadı. 1980 AFC Anayasası’nın grev hakkı ve lokavtı düzenleyen 54. Maddesi bugün hala yürürlükte. Tüm saldırılara, baskılara, yoğun sömürü koşullarına baş eğmeyen işçi sınıfını sarı sendikalarla durduramayan AKP/Erdoğan iktidarı, bu kez 54. Madde’ye dayanarak “Milli Güvenlik” bahanesiyle grevleri yasaklayarak engellemeye çalıştı, çalışıyor. OHAL ve KHK’larla işçi sınıfının direnişinin önünü kesmeye çabalıyor. Bu çabayı R.T. Erdoğan sermaye temsilcileri ile yapılan toplantıda “Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında mücadele ediyoruz” diyerek açıktan itiraf etmiş oldu. 15 yıllık süreçte grev erteleme ve yasaklara karşın işçi sınıfı kimi zaman sarı sendikaların ilerisinde tavır koydu, grev kararı alarak greve çıktı. 2003-2015 döneminde yapılan grevlere 78 bin işçi katıldı. Fakat grev erteleme, yasaklar nedeniyle gerçek anlamda grev hakkını kullanabilen işçi sayısı 50 binin altında kaldı. AKP/Erdoğan hükümeti 15 yıllık iktidarında 13 grevi yasaklayarak komprador kapitalizmin sadık hizmetkarı olduğunu gösterdi. 2003’te Petlas (Petrol-İş) ve Paşabahçe (Kristal-İş) grevi, 2004’te Paşabahçe (Kristal-İş) ve Prelli-Good Year (Lastik-İş) grevi, 2005’te Erdemir Maden (Türk Maden-İş) grevi, 2014’te Şişecam (Kristal-İş) ve Çayırhan Çöllolar (Türk Maden-İş) grevleri, 2015’te Metal (Birleşik Metal-İş) grevi, 2017’de Asil Çelik ve EMİS (Birleşik Metal-İş) ve Akbank grevleri yasaklandı. Bu yasaklara son olarak Şişecam’da Kristal-İş’in almış olduğu grev kararı eklendi.

İşçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanmasını engelleme çabasına rağmen, üretim alanlarında işçiler işten atmalara, düşük ücretlere, çalışma koşullarına, TİS kapsamındaki anlaşmazlıklara karşı grev dışı eylemlerle de mücadele ederek karşı durdu. TEKEL direnişinden, metal direnişine öğrenerek daha kararlı direnişler sergiliyor. Bu noktada işçilerin kararlı duruşuna karşı sarı sendikalar daha geri bir duruş-tavır takınıyor.

Ücretli işçi sınıfı nicel olarak toplam istihdamın yüzde 50 sınırını 2003 yılında aştı. İşçi sınıfının nicel oranı 2015 yılında toplam çalışanların yüzde 68’ine ulaştı fakat “İşçi sınıfı nitelik olarak tarihinin en zayıf döneminde bulunuyor. Örgütsüz durumda. Siyasal mücadelelere aktif olarak katılmıyor. Sol siyasi hareketlere mesafeli. Sendika bürokrasisine öfkesi… büyük…” (Demirer, 2015, 71)

İşçi sınıfımızın nicel olarak büyümesine karşın nitel olarak zayıflamasının birçok etkeni bulunuyor. Neo-liberal birikim süreciyle özelleştirmeler, esnek üretim, taşeron çalıştırma işçi sınıfının örgütlenme zeminini zayıflattı. Kayıt dışılık, deneyimli işçilerin emekli olması-edilmesi, deneyimsiz işçilerin sayısının artması sendikalaşmayı haliyle örgütlenmeyi olumsuz etkiledi. Bunların yanında en önemlisi mevcut sendikaların niteliği ve sendikal mücadeleye hakim olan sarı sendikacılık anlayışıdır.

Türkiye’de sendika ve sendikal mücadeleye öteden beri rengini veren anlayış devletçi-milliyetçi sendikacılıktır. Bundan dolayıdır ki sendikacılık “ücret sendikacılığı”, “toplu iş sözleşmesi sendikacılığı”nın ötesine geçmeyen, ekonomik mücadeleyi esas alan bir sendikacılıktır. Ekonomik mücadele kapsamında da uzlaşmacı-pasifist bir anlayış-tavır hakimdir.

Bugün sendikal mücadeleye yön veren sendikalar Memur-Sen, Kamu-Sen, Hak-İş, Türk-İş, DİSK ve KESK’ten oluşuyor. Memur-Sen kamusal alandaki neo-liberal saldırılara karşı kamu emekçilerinin öfkesini dizginlemek amacıyla AKP/Erdoğan hükümeti tarafından önü açılarak üye sayısını artıran bir sendikadır. Kamu-Sen ve Hak-İş’in sendikacılık açısından bir farkı yoktur.

TÜRK-İŞ, emperyalizmin beslediği ve işçi saflarına soktuğu ‘Truva atı’dır. TÜRK-İŞ sermaye ile emek arasındaki günlük küçük çapta mücadelelerde bile, sermayenin safındadır… işçilerin kendisinden kopma ihtimali belirdiği zaman işçi haklarına, o da işçilerin baskısıyla, kısmen eğilen TÜRK-İŞ’in işçi hareketlerindeki esas fonksiyonu bozgunculuktur; grev kırıcılığı yapmak, işgal ve boykotları engellemek, toplu sözleşme masalarında işçilerin menfaatlerini satmaktır. TÜRK-İŞ kendiliğinden gelme işçi hareketlerinde ‘sınıf mücadelesinin filizlenmesine’ dahi karşıdır…

“… DİSK, işçi sınıfımızın kendiliğinden-gelme örgütlenmesini temsil eder. İşçilerin işverenlere ve hükümete karşı ekonomik-demokratik mücadelesinin aracıdır; günlük mücadelelerinde genel olarak işçilerin yanındadır. Bu yönüyle TÜRK-İŞ’e göre ilericidir ve ondan ayrılır.

Fakat öte yandan DİSK, işçi sınıfımızın mücadelesini, onun nihai kurtuluşunu hiçbir zaman sağlamayacak olan, onu ideolojik bakımdan burjuvaziye köle kılacak olan, burjuvazinin de kabul ettiği ve edeceği trade-union mücadele sınırları içine kendiliğinden-gelmeliğin bu dar sınırları içerisine hapseder. İşçilerin mevcut düzenin sonuçlarına karşı, mücadelelerini destekler, fakat düzenin tümüne karşı, sonuçları doğuran sebeplere bilinçli siyasi mücadele vermesi yolunda herhangi bir çaba göstermediği gibi bu yolda gösterilen çabalara da engel olur. İşçilerin örgütlenmelerini, bilinçlenmelerini ve bilinçli siyasi mücadeleye girmelerini önler.” (Kaypakkaya, 2013, s. 111-112)

Kaypakkaya yoldaşın Türk-İş ve DİSK’e dair değerlendirmeleri ve analizi bugün hala güncelliğini koruyor. DİSK’e dair yapılan analizdeki temel vurguları KESK için de söylemek bugün açısından yanlış olmayacaktır.

Fakat mevcut sendikaların niteliği, bu sendikalarda çalışılmayacağı anlamına da gelmiyor. “Komünistlerin gerici sendikalara katılmamasını savunan saçma ‘teori’, bu ‘radikal’ komünistlerin ‘kitleler üzerinde etki sorununu nasıl bir hafiflikle ele aldıklarını ve ‘kitleler’ üzerinde kopardıkları yaygarayı nasıl kötüye kullandıklarını çok anlaşılır biçimde göstermektedir. ‘Kitlelere’ yardım etmek, onların sempatisini desteğini kazanmak için, zorluklardan korkmamak, ‘liderlerin’ şirretlik ve çelmelerinden, (oportünist ve sosyal şoven olarak çoğunlukla doğrudan ya da dolaylı olarak burjuvaziyle ve polisle temas halinde bulunan) ‘liderlerin’ hakaret ve eziyetlerinden korkmamak ve mutlaka kitleler neredeyse orada çalışmak gerekir. Asıl, son derece gerici de olsa proleter ve yarı-proleter kitlelerin bulunduğu kurum, dernek ve birliklerde sistemli, inatlı, ısrarlı bir propaganda ve ajitasyon çalışması yapmak için her türlü özveride bulunmayı, en güç engelleri aşmayı bilmek gerekir.” (Lenin, 1996, s. 48)

İşçi sınıfının nicel ve nitel durumu, sendikal mücadeleye hakim olan anlayış ekseninde verilen mücadele bugün kendiliğinden gelme bir mücadele olmaktan kurtulmuş değil. Son 15 yıllık dönemde Petkim, Seka, Türk Telekom, Tekel ve metal direnişleri önemli örnekler olsa da mevcut tabloyu bertaraf etme ve işçi sınıfının kendisi için sınıf olması açısından oldukça yetersizdir. Bu durum, mevcut sendikalar açısından rahatsız edici değildir. İstanbul’un sanayi havzası olan Tuzla ve Esenyurt’ta işçilerin yaptığı toplantıda sarı sendikalara duyulan tepki ve sendikacılığın içyüzünü göstermesi açısından önemlidir. İşçiler:

Örgütlü olduğumuz sendikalar bu konuda (kıdem tazminatı –PZN) bizi aydınlatmıyor, işyerlerinde bu konu gündeme dahi getirilmiyor. Bu durum kabul edilemez. Biz işçiler bugünden sonra hak gaspını kendi iş yerlerimizde anlatacağız ve işçilerin birliğini sağlayarak, mücadeleyi büyüteceğiz…

Mutlu Akü’den bir işçi (Petrol-İş sendikasında örgütlü –PZN) Sendikanın tek gündemi işyerinde süren toplu iş sözleşme, kıdem tazminatı hiç gündeme gelmedi…

Deriteks üyesi bir işçi Türk-İş kırmızı çizgimiz (kıdem tazminatı için –PZN) demesine rağmen bir adım atmıyor. Bunu eleştiren birkaç sendika da yalnız kalıyor…

Biz işçiler aşağıda birliğimizi oluşturup mücadele ettiğimiz zaman sendikalar da işin başına mutlaka geçer. Sendikalar sessiz kalmamalı. Sınıfa yönelik bu saldırılara ses çıkarmayanlar yarın tarih karşısında sorumlu olacaklar.” (30.05.2017)

Sarı sendikacılığın içinde bulunduğu durum işçi sınıfının mücadelesini kendiliğinden gelmeye hapsetmiş durumda. Tekel direnişi, metal grevi gibi dipten gelen dalgalar işçi sınıfının kendisi için sınıf olma pratiklerini de sarı sendikacılık, sendika bürokrasisi kendiliğinden gelmeye hapsetmiştir.

Günümüzde sınıf mücadelesi, ekonomik mücadele kapsamında. Petkim’de polisin işçilere saldırması (diğer direnişlerde de) her ne kadar sınıf mücadelesini politikleştirse de “bu sosyalist siyasi mücadele değil, trade-unioncu siyasi mücadeledir; kendiliğinden gelen siyasi mücadeledir.” (Kaypakkaya, 2013, s. 102)

Ekonomik taleplerin siyasi taleplerle bütünleşmesinde kendisi için sınıf olmanın ve sınıf bilincinin gelişmesinde işçi sınıfının önündeki engellerin başında neo-liberal saldırılar, üretimin parçalanması ve örgütsüzleştirme saldırıları geliyor. Diğer yandan egemen sınıfların ideolojik saldırılarının önemli bir etkisi de söz konusu. Kökeni 1908’lere kadar uzanan milliyetçilik, Kemalizm’in “sınıf yok, meslek var” propagandasıyla devletçi bir boyut da kazandı. 1950’lerde “Amerikancı Sendikacılık” anlayışıyla güçlendirilen devletçi-milliyetçi zihniyet, 1980 AFC’si sonrası dinin etkin bir şekilde kullanılmasıyla (DİSK’in gücünü kırmak için Hak-İş’in faaliyeti kesilmeyerek bu amaç için görevlendirildi) işçi sınıfına yönelik ideolojik saldırılar boyutlandırıldı. 1970’lerden bugüne sarı sendikacılığın hakim oluşu, TDH’nin işçi sınıfıyla bütünleşememesi, işçi sınıfının ideolojik saldırılar karşısında güçsüz kalması ve sınıf bilincini dumura uğratmasının önüne geçilemedi. Ve bu sorun bugün de devam ediyor.

OHAL ve KHK’larla birlikte emeğe yönelen saldırılar, 150 bini bulan kamu emekçisinin ihraç edilmesi, grev yasakları, eylemlere polis saldırısı, komprador sermaye lehine yasal düzenlemeler yapılması, kazanılmış hakların gasp edilmesi gibi artarak devam ediyor. Kamusal alandaki ihraçlar “terör” kisvesi altında kamu emekçilerine yönelik esnek ve taşeron çalıştırmaya karşı muhalif sendikaların mücadele ve direnişinin kırılmasıdır. Grev yasakları Kaypakkaya yoldaşın vurgusuyla “objektif olarak en devrimci sınıfın” (age, s. 104) baskı ve sömürüye karşı harekete geçip direnişe başlamasının önünü kesmektir. R.T. Erdoğan’ın OHAL’in kaldırılmasını isteyen komprador kapitalistlere “OHAL’in ne zararını gördünüz?” diye serzenişte bulunması yaptığı bu hizmetin görülmemesine sitemdir de.

İşçi sınıfına yönelen ekonomik, politik ve ideolojik saldırılara ve sarı sendikacılığa karşı, işçi sınıfımız değişik biçimlerde tepkisini gösteriyor. Bu tepki salt baskı ve sömürüye karşı olmanın değil, aynı zamanda bir arayışın, kendisi için sınıf olmanın da göstergesidir. İşçi sınıfımızın dipten gelen sınıf tavrıyla bütünleşerek kızıl sendikacılığı güçlendirmenin objektif koşulları fazlasıyla mevcuttur.

İşçi sınıfı, kendi çabasıyla ancak sendikacılık bilincini geliştirebilir. İktisadi-demokratik taleplere tek tek patronlara karşı ya da gerekli işçi kanunlarını çıkarması için hükümete karşı mücadele etmek üzere, sendikalar içinde birleşmenin gerekli olduğu bilincini geliştirebilir. ‘kendi başına kalınca, kendiliğinden-gelme işçi hareketi, ancak sendikacılığı doğrulabilir, ve kaçınılmaz olarak hep onu doğurmuştur.’” (Lenin, alıntı yapan Kaypakkaya –PZN) (age, s. 95)

DDSB özgülünde işçi sınıfımızın kendiliğinden gelme mücadelesini salt sendikacılıktan kurtarıp, tek tek patronlara karşı olmaktan çıkarıp bir bütün iktidar perspektifiyle sisteme karşı mücadeleye dönüştürecek kızıl sendikacılığı örgütlemek tarihsel sorumluluktur. Bu kapsamda geçmiş faaliyetlerin olumlu ve olumsuz yönleriyle birlikte MLM temelinde bir analize tabi tutularak çıkarılan sonuçlara paralel politik hat oluşturulması ve sürece müdahale edilmesi ise her açıdan zaruridir.

Proletaryanın sınıf mücadelesi, yani bilinçli siyasi mücadele, onun dünya görüşü olan bilimsel sosyalizmin emrettiği mücadeledir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya yaratmayı hedef alan ve o hedefe doğru, bilinçle götürülen mücadeledir.İşçilerin mücadelesi, ancak bütün ülkenin işçi sınıfının başta gelen temsilcilerinin tek bir sınıf olarak kendilerinin bilincine vardıkları ve tek tek patronlara değil de tümüyle kapitalist sınıfa ve o sınıfı destekleyen hükümete karşı yönelmiş bir mücadeleye giriştikleri zaman sınıf mücadelesi haline gelir.’” (Lenin’den aktaran age, 94)

KAYNAKLAR

Bakır, Onur; 2017: Kıdemde Fon, Kuzu Postunda Kurt -2, Evrensel, 28.04.2017

Boratav, Korkut; 2017: Aktaran Evrensel, 13.04.2017

Çerkezoğlu, Arzu; 2017: Röportaj Evrensel, 21.05.2017

Demirer, Temel; 2015: 15-16 Haziran’dan Günümüze İşçiler, Kaldıraç, Sayı 171

Kaypakkaya, İbrahim; 2013: Bütün Eserleri, Umut Yayımcılık, 6. Baskı, İstanbul

Marks, Karl; 1997: Kapital, Cilt 1, Sol Yayınları, 5. Baskı, Ankara

03.05.2013; Cumhuriyet, Bilim ve Teknoloji Eki, sf 8-9

Partizan; Nisan 2014, sayı 84, Dünü ve Bugünüyle İşçi Sınıfı

Lenin, V.İ; 1996: “Sol Radikalizm”, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, İnter Yayınları, 1. Basım, Ankara 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu