Makaleler

Başı eğilmez ve inandığının peşinde gitme kararlılığında olmak…

Yeri geldiğinde “milli irade” diyerek Türk şovenizmini, yeri geldiğinde “ümmettir ümmet” sözleriyle Sünniliği, mezhepçiliği parlatarak kitleleri arkasına yedekleme çabasında olan AKP ve Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, son günlerde Avrupa Parlamentosu tarafından ilişkilerin askıya alınması kararı karşısında “bu oylamanın bizim nezdimizde hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. 15 Temmuz’da istiklali için canlarını ortaya koymuş bir milletin iradesini hiçbir terazi tartamaz” (R.T.E) minvalinde sözlerle “Kasımpaşa dayılanmasıyla” gerçekleri gizlemeye çalışıyor. Gizlemeye çalıştıkları, yaşanılan siyasi ve ekonomik krizin saklanamayacak/manipüle edilemeyecek boyutta patlak vermek üzere olduğu, içine saplanılan Ortadoğu kan bataklığının giderek TSK’yı bu bataklığın derinlerine çektiği ve büyük heveslerle gidilen El Bab yolunda heveslerin kursakta kaldığı, çok sayıda askerin yaşamını yitirdiği hava saldırısında olduğu gibi emperyalistlerin oyununa gelindiğidir.

TÜİK’in 3 milyon, DİSK-AR’ın ise 6 milyon üzerinde olduğunu açıkladığı işsizliğin geldiği devasa boyut, emperyalist Rusya ile uçak krizinin ardından 1 sene içerisinde AKP’yi özür dileme noktasına getiren ekonomik darbe ve son olarak da Avrupa Parlamentosu’nun ilişkileri askıya alma kararının ardından eteklerini tutuşturan ülke ekonomisini çöküşe götürecek yeni darbelerin kapıda bekliyor oluşu; artık üzeri “Kasımpaşa dayılanmasıyla” örtülebilecek bir durum değildir. Keza “kıymeti harbiyesi olmadığını” dile getirmelerine karşın her fırsatta AP’nin kararına ateş püsküren açıklamalar yapan Erdoğan ve şurekası arasında da bu konuda kimi açıklamalar yapılarak, durumun ciddiyeti dil ucuyla ifade ediliyor.

Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin yeni bir HAL süreci istemediğini dile getirmesi, her ne kadar sonradan hedef haline geldiği için geri adım atmak zorunda kalan Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in (ki kendisi AKP’nin kuruluş sürecinden bu yana AKP’nin ekonomi politikalarını yönetmiş, yönlendirmiştir) AB’nin ekonomisinin çöktüğüne dair söylemlere “AB çökmüyor! Tam aksine büyük bir başarı hikayesi. Yaklaşık 510 milyon insan huzur ve refah içinde yaşıyor” tepkisi ve son olarak da TL’nin Dolar karşısındaki hızlı düşüşü karşısında “ayakta kalmaya çalışacağız” itirafında bulunan Başbakan Binali Yıldırım’ın “Buna benzer fırtınaların sınavını verdik bunu da atlatacağız” açıklamaları durumun ciddiyetinin saklanamayacak boyutlarda olduğu ortaya seriyor. AP’ye karşı keza emperyalist Rusya’nın patron koltuğuna oturduğu ve dünya ekonomisinin neredeyse % 40’ını elinde tutan Şangay Beşlisi’ne dahil olma kozu kullanılsa da; Avrupa; TÜİK’e göre ülkeye doğrudan yatırımların yüzde 65’in, ihracatın yüzde 49’unun ve çoğunluğunu üretimde kullanmak üzere yapılan ithalatın da yüzde 39’unun kaynağı…

AB olmazsa alternatif olarak sunulan Şangay Beşlisi’ne dahil olma, yani TC açısından darı ambarı rüyasının mümkün olmamasının tek nedeni ekonomik gerekçeler değil elbette… Geçtiğimiz yıl bir Rus uçağının vurulmasının ardından Rusya ile kopma derecesine gelen ilişkiler, Rusya’nın uyguladığı ambargo ve kesilen ithalat-ihracat damarları AKP ve Erdoğan gibi, “mahalle kabadayılığından” güç alan, kendine buradan meşru zemin yaratan popülist politikadan beslenenleri bile “özür” dileyecek duruma getirmiş; Mısır ve İsrail’in ardından Rusya’dan da bizzat Erdoğan Putin’i ziyaret ederek özür dilenmişti. Ancak Suriye’ye giren TSK’nın geçtiğimiz günlerde El Bab yakınlarındaki mevzilerinin tam da Rus uçağının düşürüldüğü tarihin 1. yıldönümüne denk gelecek şekilde Suriye rejimi (bittabi Rusya) uçakları tarafından vurulması ve her ne kadar 4 olarak açıklansa da çok sayıda askerin yaşamını yitirmesi olayında da görüldüğü üzere Erdoğan’ın “özrü” tek başına yeterli değildir ve Rusya’nın patron koltuğundaki bir “Şangay Beşlisi”ne dahil olma düşünün, muhatabı olmayan, altı boş bir koz olduğu açıktır.

 

“Düşmanın başına ne getireceğini” düşünme cesareti…

Erdoğan’ın “belki bir altı ay daha uzatırız” dediği OHAL keyfiyeti ve baskısı altında geçiştirmeye çalışılan/çalışılacak olan ekonomik ve siyasal krizin, faşist diktatörlüğün halka dönük saldırılarında dozu artıracağını göstermektedir. Bu konuda ilk hedefe konulan açıktır ki, Kürt ulusal özgürlük mücadelesi olmaktadır. Sadece son 1 yıl içerisinde HDP ve DBP’li 14 bin 200 kişinin gözaltına alınması ve 5 bin 530’unun tutuklanması bile siyasi olarak, Kürt hareketini ezme, tasfiye etme, zayıflatma amacı güdüldüğünü göstermektedir. Keza tutuklananlar arasında HDP’li eşbaşkanların, HDP vekillerinin, yine HDPve DBP’li belediyelerin, il ve ilçe örgütlerinin eşbaşkanlarının ve Kürt hareketinin sembol isimlerinin olması bile TC devletinin Kürt hareketinin demokratik alandaki kazanımlarını, siyasal etki gücünü, devrimci ve demokrat kesimlerin çekim merkezi olma halini “bitirme” kararlılığında olduğunu göstermektedir.

Kürt ulusuna dönük düşmanlık sadece ulusal özgürlük mücadelesine dönük gözaltı ve tutuklama terörü ile sınırlı değildir. Sêrt-Şirvan’da ucuz işgücü olarak madende çalıştırılan ve yaşanan göçük sonrası toprak altında kalan Kürt işçilerin katledilmesi; 2004’te, babasını işe uğurlarken babasıyla birlikte “eylem hazırlığında” olduğu iddiasıyla 13 kurşunla katledilen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın annesinin işten çıkarılması, Mersin’de Çocuk Hakları Günü’nde sahne alan Akdeniz Belediyesi bünyesindeki bir çocuk korosunun söylediği Kürtçe ezginin “yasak” denilerek kesilmesinin ardından etkinliğin iptal edilmesi, kayyum atanan belediyelerin Kürtçe ve Ermeniceye dair ne varsa ortadan kaldırma çabaları, Wan-Erciş’te Hediye Ataman’ın kaldığı evin polis ve asker tarafından ateşe verilerek yakılması, Amed’de ismi belirlenemeyen bir kadının infaz edilmesinin haber değeri dahi taşımayışı…

Elbette faşizmin etki alanı Kürt ulusuna dönük saldırılarla sınırlı değil, kalmayacaktır da… Keza sürecin ağırlığına ve ağırlaşacağı tespitlerine bakıldığında da bunu görmek zor değildir. Faşizmle baş edebilmenin tek yolu komünistlerin “baş eğmezlik” geleneğinin ete-kemiğe büründürülmesi ile mümkündür. Komünist devrimciler 44 yılını tamamlayan mücadele gelenekleri ile bunun en nadide örneklerini içerisinde barındırmaktadır. “Başımıza ne gelir değil düşmanın başına ne getiririz” bakış açısının ve cesaretinin mimarı olan Mehmet Demirdağ gibi nice devrimci önderi yetiştiren komünist hareketin bugün üzerine düşen görevler herkesten daha fazladır. Bu dönemde bir adım daha öne çıkmak için Demirdağ’ın sözlerinde olduğu gibi “çözümsüzlüğün değil, çözümün dağılmanın değil, birleşmenin, karamsarlığın değil, umudun yoluna” baş koyulduğunun farkında olunması ve bunun da ancak yine Demirdağ gibi inandığının peşinden gitme kararlılığını canı pahasına sürdürme pratiğinin ortaya serilmesi gerekmektedir!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu