Makaleler

Emperyalizm şartlarında kaçınılmaz olan emperyalist savaş koşulları -1-

Şu yaşadığımız günlerde emperyalist ülkeler ve bu ülkelere bağımlı ülkelerde bir ekonomik kriz hali hazırda yaşanıyor. 2002’den başlayarak devam eden (Asya Kaplanları krizi, Amerika mortgage krizi vb.) dönem dönem durağanlaşan dönem dönem şiddetli patlamalara neden olan krizler yaşanıyor. Bu krizler dalgası tüm emperyalist ülkeleri ve onlara bağlı-bağımlı, sömürge, yarı-sömürge ülkeleri kıskacına almış durumda. İşsizlik, ekonomik olarak büyümeme, istihdam vb. sorunlar tüm dünyayı sarmış bulunuyor. İşlerin “iyiye” ittiği bir-iki ülke -Çin, Almanya- haricinde ekonomi bulunmuyor. Ekonomik büyümede pek çok ülke küçülmeyi yaşarken, pek çok ülke de durağanlık durumunu yaşıyor. Bu süreçten de öyle kolay kolay çıkılamayacağı da anlaşılıyor. Bu durumda işsizlerin, yoksulların, herhangi bir sosyal güvencesi olmayanların, evsizlerin, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayanların sayısını, ülkelerin yönetiminden hoşnut olmayanların sayısı hızla artıyor-artırıyor. Dünya “gelir paylaşımı”nda “uçurum” çok hızlı bir şekilde derinleşiyor. Yoksulluk ve açlık içinde olanların sayısı, içme suyuna ulaşamayan insanların sayısı hızla artarken diğer yanda dolar milyarderlerinin sayısı da hızla artıyor. Yeminli burjuva ekonomistleri bile artık gelir dağılımında “adalet”ten bahsetmeye başladılar. Yaşadığımız coğrafyada bu ekonomik kötüye gidiş çok can alıcı bir şekilde hissediliyor. “Ekonomik olarak büyüdük”, “ihracat rekoru kırdık” gibi cümleleri her gün duymamıza rağmen, büyümenin inşaata dayalı geçici bir büyüme olduğunu, gerçek anlamda ağır sanayi ne teknolojiye dayalı sürdürülebilir bir büyüme olmadığını, ithalat rakamlarındaki rekorları, döviz kurlarındaki yükselişlerin maliyetleri artırdığını duymuyoruz. Samandan ineğe, nohuttan fasulyeye neredeyse her şeyin ithal edildiği tarımın hayvancılığın artık can çekişmenin ötesine geçtiği herkesin bilgisi dahilinde. İşsizlik rakamları, artık iş aramayı bırakmış istatistik dışı tutulduğunda bile “vahim” bir noktada. TÜİK’in tek kişinin yaşam giderlerini 1.800 TL’nin üstünde hesapladığı bir ortamda asgari ücret 1.603 TL oldu. Dış borç GSYH’nin % 51’i durumunda bu ekonomik göstergelerle birlikte yaşadığımız coğrafya fiziksel olarak; sancılı yıkımlarla, savaşlarla dolu, yeraltı kaynakları ve bu kaynaklara stratejik yakınlığı nedeniyle emperyalist ve bölgesel politikaların vahşiliğinin en acımasız olarak yaşandığı coğrafyalarla/ülkelerle çevrili. Bununla birlikte “Yeni Osmanlıcılık” adı altındaki yayılmacılık, müdahillik işin içine girince önümüzdeki günlerde yani 2018 ve devamında olacakları görebilmek amacıyla genel çizgileriyle yakın coğrafyalardaki gelişmelere, bu gelişmeleri etkileyecek dünya ölçeğindeki gelişmelere göz atmak, anlamaya çalışmak gerekiyor.

Ama önce Stalin’in “Lenin emperyalizm şartları altındaki kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin ve çelişmelerinin özellikle keskinleştiğini, meta sömürü ve sermaye ihracı için pazarlar uğruna mücadelenin, sömürgeler uğruna ham madde kaynakları uğruna mücadelenin-dünyanın yeniden paylaşımı uğruna periyodik emperyalist savaşları kaçınılmaz kıldığını gösterdi” (Stalin, Cilt 15, s. 194) tespitini hatırlamamız gerekiyor. Göz atma ve anlama çalışmasına “dünyanın jandarması” olan/olma iddiasında olan ABD’nin en son açıklanan Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin ana başlıkları ekseninde bakabilir/başlayabiliriz.

Amerika’nın kırmızı kitabı denilen Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi, ABD’nin önümüzdeki süreçte hangi stratejik adımları atacağı ve hangi politik -askeri- ekonomik süreci yürüteceğinin belgesidir. “Önce Amerika” diyerek göreve başlayan yeni ABD başkanı Trump’ın strateji belgesinde Çin, stratejik rakip olarak değerlendiriliyor ve Çin’in ekonomik politikarına ve uzak doğudaki “yayılmacı” tavrına karşı konulacağı belirtiliyor. Rusya, Çin ile birlikte küresel statükoyu ABD çıkarlarının aksine etkilemeye çalıştıkları gerekçesiyle Çin’le birlikte “revizyonist” olarak tanımlanıyor. Belgede, Çin ve Rusya’nın serbest ekonomiyi kısıtlı tutarak ordularını büyüttükleri söyleniyor. Burada hemen Rusya’nın savunma bütçesinin 46 milyar dolar, ABD’nin savunma bütçesinin ise 700 milyar dolar (Ceyda Karan, 20 Aralık, Cumhuriyet) olduğunu belirtmeliyiz. Strateji belgesinde ayrıca “ABD’ye müttefiklerine ve ortaklarına yönelik herhangi bir saldırıya karşı caydırıcılık adına ve barış ve istikrarı korumak için ABD’nin yeni stratejisinin temeli olarak “nükleer silahlar” görülüyor. “Bugünün, radikal cihatçı terör örgütleri ve İran kaynaklı tehdit, bölgesinin problemlerinin nedenlerinin İsrail olmadığını ortaya koyuyor” diyen belge, İsrail’i devlet olarak aklıyor, İran’ı hedef tahtasına oturtuyor.

Strateji belgesi açıklandıktan yaklaşık 14 gün sonra ABD savunma Bakanı Jim Mattis, Kuzey Carolina’daki bir askeri üste yaptığı konuşmada “Kore yarım adası üzerinde fırtına bulutları toplanıyor. Benim genç askerlerim, diplomatlarımızın otoriteyle konuşabilmesinin ve inandırıcı olmasının tek yolu sizin hazır olmanızdır” dedi. Aynı gün Norveç’teki Amerikan askerlerine bir konuşma yapan ABD Deniz Piyade Kolordusu Komutanı General Robert Neller: “Siz burada mevcudiyetinizle bir savaştasınız, enformasyonel bir savaştasınız, siyasi bir savaştasınız… Neden burada olduğunuzu hatırlayın. Onlar izliyor. Sizin onları izlediğiniz gibi onlarda sizleri izliyor. Burada 300 deniz piyademiz var ama bir gecede 300’den 3 bine çıkabiliriz. Çıtayı yükseltebiliriz.” (24 Aralık, Hürriyet) diye açıklama yaptı. Bu açıklamalar strateji belgesindeki “iki revizyonist güç” tanımlamasıyla ve “rakip” etiketiyle tanımlanan Rusya ve Çin’in çevrelenmesinin önemli adımlarının ifadesidir. Bir yandan bu açıklamalar yapılırken diğer yandan Rusya’nın Kırım’ı “koparıp aldığı” ve Doğusunu fiili olarak ayırdığı Ukrayna’ya ABD 210 adet anti tank füzesi ve 35 adet füze rampasını da içine alan 47 milyon dolarlık askeri satış yapacağını duyurdu (24 Aralık 2017, Hürriyet). Bu anlaşmadan yaklaşık 1 ay önce ABD, Polonya’ya 10.5 milyar dolarlık Patriot hava ve füze savunma sistemi satışını onayladı. Anlaşma gereğince Polonya’ya 4 radar seti, 4 kontrol sistemi 16 fırlatma istasyonu ve 208 adet ileri kabiliyet Patrio-3 (PAC-3) füzesi satılacak. Bu anlaşmayla Patriot sahibi Avrupalı NATO üyesi ülkelere Hollanda, Almanya, İspanya ve Yunanistan’dan sonra Polonya da katılacak. Hatırlanacağı üzere Suriye’deki iç savaş ve emperyalist saldırganlığın başladığı ilk dönemlerde Türkiye kendisinde Partiot tarzı hava savunma sistemleri olmadığı için Hollanda ve Almanya’dan geçici olarak NATO üyesi sıfatıyla Patriot sistemlerini sınırları içerisinde konumlandırmasını istemişti. Polonya’nın sahibi olacağı açıklanan Patriot sistemleri NATO’nun “ileri karargahı” olan Türkiye’de bulunmuyor. Bu da Polonya’nın ABD’nin Rusya’yı çevirme planının bir parçası olduğunu ve planın adım adım geliştirildiğini gösteriyor.

Kuzey Kore son bir yıldır nükleer füze denemelerini adım adım geliştiriyor. 2017’nin sonlarına doğru bu geliştirme aşamaları/çabaları sonucu Kuzey Kore’nin açıklamalarına göre füzelerin kapasitesi Amerika’nın tüm şehirlerini vurabilecek noktaya geldi. Ayrıca Kuzey Kore’nin nükleer füze fırlatabilecek denizaltılara sahip olduğu da söyleniyor. Kuzey Kore ile yaşanan “gerilim”i ABD bilinçli bir şekilde tırmandırıyor. Güney Kore ve Japonya ile birlikte bugüne kadar görülmemiş nitelikte tatbikatlar düzenleyip, K. Kore’yi tehdit eden açıklamalarda bulunuyor. Kuzey Kore’nin Çin ile ilişkileri de dikkate alındığında 3 uçak gemisinin aynı anda katıldığı tatbikatların yapılmasının, K. Kore’ye karşı “yerle bir ederiz” tarzı açıklamalarının asıl hedefinin Çin olduğu daha iyi anlaşılacaktır. K. Kore’ye karşı BM’nin aldığı ağır yaptırım kararlarının Rusya ve Çin tarafından da onaylanması bu iki ülkenin yaşanacak “çatışma” sürecinin ötelenmesini sağlamaya çalışmak ve uluslararası alanda “siyasi” manevra yapma çalışmalarından ibaret olarak görmek gerekiyor. Dünyada en çok nükleer füzeye sahip iki ülkeden biri olan ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nin önemli ayaklarından birinin de Nükleer füzeler bölümü olduğu, nükleer füzelerin “stratejinin temeli” olarak görüldüğü düşünüldüğünde nükleer füze sahibi bir ülkenin bir başka ülkeye “sen sahip olamazsın” demesinin altındaki güdünün “Gücüme karşı gelemezsin, benim dediğim olur, önce benim çıkarlarım, benim tekellerimin çıkarlarıdır” anlayışı olduğu görülecektir.

Sovyet Sosyal Emperyalizmi, glosnost ve prestraykayla Gorbaçov’un önderliğinde parçalanırken Batılı emperyalistler “tarihi düşmanlarının” cenazesi üzerine üşüşerek yağma, talan ve paylaşım sürecine çok hızlı bir şekilde başlamışlardı. Ancak Rus bürokrat kapitalistleri ve “oligark” denilen yeni sömürücüler hızla toparlanmışlar ve kendilerinden koparılan “parçaların” peşine düşmüşlerdi. Bu sürecin sembol ismi Putin oldu. Stalin dönemindeki Sovyetler Birliği gibi güçlü ama aynı ideolojiye sahip olmayan bir Rusya isteğini dillendiren Putin, temsilcisi olduğu sömürücü egemenlerin isteklerini başarılı bir şekilde söylemde ve pratikte yerine getirdi/getiriyor.

“Bahar” maskeli Arapların yaşadığı coğrafyalardaki emperyalist dizayn Tunus, Cezayir, Libya ve Mısır’dan sonra Suriye’yi 2011’de vurdu. Bu süreçte Rusya hızla Suriye Devleti’nin “yardımına” koştu. Rusya’nın Suriye ile hem baba Esad döneminde askeri-siyasi-ekonomik ilişkileri vardı hem de Lazkiye’de Rusya’nın Akdeniz bölgesindeki tek askeri üssü vardı. Suriye’deki olası bir iktidar değişikliği, var olan iktidarın varlığını kaybetmesi Rusya’nın Lazkiye üssünü de kaybetmesi ve emperyal bir devlet olarak Akdeniz’deki tüm varlığını kaybetmesi anlamına gelecekti. Bu da Rusya’nın Akdeniz, Kızıldeniz, Cebelitarık, Ortadoğu hattından uzaklaştırılması anlamına geliyordu. Bu gerçeklik Rusya’nın sürecin içinde aktif bir şekilde yer almasına neden oldu. Ortadoğu’da ABD ile belirli bir denge oluşturmasına ve yaşanan süreçte askeri ve siyasi ağırlığını artırmasına Suriye hamlesi vesile oldu. Kendini bu süreçte “güçlü” hisseden Rusya’nın sözcüsü Putin, ABD’nin strateji belgesine ilişkin: “Bu belgeyi diplomatik bir dille saldırgan, askeri bir dille ise agresif olarak nitelendiriyoruz ve bu yeni stratejiyi göz önünde bulunduracağız.” (23 Aralık Hürriyet) yorumunu yaptı. Suriye’de kazanan ülkenin Rusya olduğu yorumları yapılırken Lazkiye ve Humeyni’nin de iki askeri üssü yaklaşık 50 yıllığına Suriye’de dolayısıyla Akdeniz’de Rusya kurmuş-pekiştirmiş oldu. Bununla birlikte Suriye sürecinin getirmiş olduğu etkiyle son dört yıldır Mısır’a Milyarlarca dolarlık Rus silahı, saldırı jeti ve helikopter satıyor. Ayrıca “El Sisi ile hem Suriye’deki” çatışmasızlık bölgesi ortaklığı pekiştirildi hem de Libya’daki radikal İslamcı teröre karşı ortaklaşılan Kuzey Afrika cephesi için “yeni sayfa” açıldı. O sayfa Akdeniz’de yeni askeri üsler, Süveyş’te özel ekonomik bölge ve yatırım projeleri, nükleer santral ve doğalgaz işbirliği var.” (Ceyda Karan, 13 Aralık 2017, Cumhuriyet) Rusya’nın Mısır ile ilişkilerinin yanında Sudan ile de ilişkileri de boyut atladı. Sudan Devlet Başkanı Ömer Beşir, Soçi’de Putin ve Rus Savunma Bakanı Serget Şoygu ile yaptığı görüşme sonrası “ABD’nin saldırgan eylemlerinden korunmaya ihtiyacımız var” dedikten sonra Kızıldeniz’de Rus askeri üssü kurulmasını konuştuklarını açıkladı. Rusya, Suriye savaşı ile birlikte “ayağa kalkarken” daha önceki yıllarda ABD’nin kendisini çevreleme stratejisini engelleme, boşa çıkarma için tankları Gürcistan’a göndermiş ve Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili’yi kravatını ısırırken gösteren resimlerin yayınlandığı sürece imza atmıştı. Yine birkaç yıl önce Ukrayna’dan Kırım’ın ayrılması ve Rusya’ya bağlanması süreci televizyonlardan Canlı yayınlandı. Ukrayna’da sadece Kırım ile yetinmeyen Rusya maden yataklarıyla bilinen Donetsk bölgesinin de içinde yer aldığı Doğu bölgesini fiilen kontrolü altında tutuyor.

Ceyda Karan 5 Ocak 2018 tarihli Cumhuriyetteki köşesinde 4-7 Ocak 1979’da Karayiplerde Fransa’ya bağlı Guadeloupe Adası’nda yapılan Fransa, İngiltere, Batı Almanya ve Amerika arasındaki gizli toplantıyı ve toplantının yıllarca ABD arşivlerinde gizli tutulan belgelerindeki amacını yazdı: “Dört lider İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin artık kurtulamayacağına hükmetmiş, bunun iç savaş ile Sovyet Nüfuzunun artmasına yol açacağını öngörmüştü… Konferansta Şah’ın aslında devrilmesine karar verildi ve ‘İslamcı İran için düğmeye basıldı… Humeyni 5 Ocak’ta Fransa’da kendini ziyaret eden Amerikalı’ya, Washington’a iletmesini istediği mesajında ‘petrol konusunda bir korku olmamalı. Petrolü ABD’ye satmayacağımız doğru değil’der. Carter, ABD yatırımları, petrol akışı, askeri ve siyasi ilişkiler ve Sovyetler’e karşı ortaklık ister… Humeyni’den Washington’a ulaşan mesajda ‘dönüşü için yumuşak yol’ bulunması anayasal hükümetin istifaya zorlanması ve ordunun tavizi istenir.” (5 Ocak 2018, Cumhuriyet). Daha sonraki yıllarda CIA’nın İranla gizli ilişkiler içinde olduğu ve bu ilişki ağı içinde Nikaragua’daki kontrgerillann silahlandırılması için kaynak sağlandığı oryaya çıkmıştı. Emperyalist ülkeler kendi kontrollerinden çıkan ve de kendi emellerini efendisine rağmen hayata geçirmeye çalışan bağımlı devletleri hizaya çekmeye çalışır/hizaya çekerler. İran’da zamanla ABD’nin kontrolünden çıkmasına rağmen başta Fransa olmak üzere diğer emperyalist ülkelerle ilişkilerini geliştirmiştir. ABD’nin İran’ı hizaya çekme hamlelerinden birisi de yıllarca süren ekonomik ambargolardı. Barack Obama döneminde nükleer silah üretmen istediği söylenen İran ile bir anlaşma yapılmış ve bu anlaşma sonucunda ambargo büyük ölçüde kaldırılmıştı. Bu ambargo sürecinde Türkiye’de Reza Zarrab ile bu ambargoyu delmeye çalışmıştı. Strateji belgesinde İran bugün tehdit olarak belirtiliyor, terörist devlet olarak niteleniyor.

Rusya’nın Suriye’deki müdahalesinde partneri olan İran son süreçte eylemlerle sarsıldı. Bu eylemlerin ekonomik sıkıntılar ve yolsuzluk kaynaklı tepkiler olduğu aşikar. Ancak Trump ve İsrail’in açıklamaları bu eylemlerle ilgili soru işaretlerinin oluşmasına neden oluyor. Bu eylemler içindeki 32 eyalette yaşanan eylemlerden bahsediliyor, şüpheli unsurlar olabilir. Ancak bu durum eylemlerin genel muhtevasını; ekonomik sorunlar yaşayan ve çeşitli demokratik talepleri olan yoksul emekçi kesimin eylemleri olduğu gerçeğini de değiştirmez. İran Devleti’nden eylemlerle ilgili çok alışık olduğu bir açıklama geldi: “Dış güçler”.

Eylemlerle yeni yıla giren İran Devleti Şii olması ve Ayetullahlar tarafından yönetilmesi dolayısıyla Ortadoğu denen coğrafyada farklı bir noktada konumlanıyor. Ayrıca İran Fars etnik kökenine sahip bir ülke, ancak çok büyük nüfus oranları olarak Azeriler ve Kürtlerde İran’da yaşıyorlar. İran, Şii olması sebebiyle her zaman Sünni Arap kökenli devletlerle çekişme-çatışma halindedir. Dini olarak gözüken bu çekişme-çatışma her zaman olduğu gibi aslında ekonomik-siyasi ve askeri hakimiyet temelli bir etki/paylaşım çatışmasıdır. Ortadoğu’daki pek çok ülkede Şii nüfus çok yoğundur. Bazılarında azınlıktaki Sünni inancına sahip aşiret/hanedan/emirlikler iktidarda. Bu yüzden İran’ın güç unsuru olarak ortaya çıkması ve yayılması Ortadoğu’daki diğer devletleri korkutuyor. Bu korku dalgası en çok Suudi Arabistan’ı vurmaktadır. Irakta ve Suriye’de “IŞİD sorunu”na karşı İran’ın sahaya inmesi ve bunun sonucunda etki alanını geliştirmesi bu korku dalgasının güçlenmesine neden oluyor. Irak’ta IŞİD ile mücadele eden 150 bin kişilik Haşdi Şabi’nin ana gövdesi Şii milisler oluşturuyor ve bunların İran ile ilişkileri de gizli değil. Suriye’de ve Irak’ta güçlü bir İran varlığı İsrail’i de rahatsız ediyor. İran’ın Lübnan’daki Hizbullah ile ilişkisi de düşünüldüğünde İsrail tehlikenin arttığı görüşüyle birlikte İran’a karşı ve İran’ın desteklediği güçlere karşı da tavrını sertleştiriyor. BBC, Suriye’de Şam’ın 13 km güneyinde El Kisva bölgesinde (Golan tepelerine yaklaşık 50 km) İran’ın askeri üs inşa ettiği haberini duyurup, üssün uydu fotoğraflarını da yayınladı. İsrail’den açıklama gecikmedi: “Gerekirse tek başımıza gireriz.”

İran aynı zamanda Yemen’de ayaklanan ve iktidarı olan Şiiliğin bir koşuna mensup Husilere’de her türlü yardımı yapıyor. Suudi Arabistan önderliğindeki Arap ülkeleri koalisyonu Yemen’e vahşi bir abluka uyguluyor ve okulların, hastanelerin vurulduğu, çoluk-çocuk sivillerin katledildiği sürekli bir bombardıman uyguluyor. Tifo-Kolera gibi salgın hastalıkların arttığı uluslararası yardım örgütlerinin “acil yardım” çağrılarına karşın Batının insan haklarına “saygılı”, “demokratik” devletleri kıllarını kıpırdatmıyor, ABD ise Suudi Arabistan’ı destekliyor, bu yönlü açıklamalarda bulunuyor. Müslüman olduğunu söyleyen ülkeler ise yemende hiçbir şey olmuyormuş gibi davranıyorlar. İran’ın bir kuşak/hilal ile kendisini çevirdiğini düşünen S. Arabistan İsrail’e yaklaşmakta, işbirliği yapmakta sakınca görmüyor. Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak açıklaması sonrası S. Arabistan’dan dişe dokunur bir tepki gelmedi. Hatta, Filistin yönetimine fazla tepki göstermemesi ve ilerleyen süreçte gündeme gelecek İsrail-Filistin anlaşmasını kabul etmesi için baskı yaptığı ileri sürülüyor. İsrail Enerji Bakanı Yuvol Steinitz Riyad ile Tahrana karşı ortak endişeler taşıdıklarını ve bundan dolayı da “gizli iletişim halinde olunduğunu” ayrıca “Bizim birçok Müslüman ve Arap ülkesiyle kısmen gizli bağlantılarımız var ve genellikle bu bağlantıdan utanan biz değiliz” (21 Kasım 2017, Cumhuriyet) diye açıklama yaparak bağlantıların varlığını açık ediyor/açıklıyor. Suudi Arabistan’daki bir gazeteye demeç veren ilk İsrail Genel Kurmay başkanı olan Hadi Eisenkot; “Bölgeye en büyük tehdit” olarak nitelediği İran’ı Ortadoğu’nun kontrolünü ele geçirmeye, Lübnan, Körfez ve Kızıldeniz’e uzanacak Şii hilali kurma peşinde olmakla suçlayarak “Bunun gerçekleşmesini engellemek zorundayız” dedi (17 Kasım 2017, Cumhuriyet).

 

Devam edecek

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu