Makaleler

Durum iyidir!

TC devletinin başta Suriye olmak üzere dış politikada uğradığı hezimet nedeniyle saldırganlığının artması; iç politikada da başta Kürt ulusu olmak üzere, ilerici ve devrimci güçlere yönelik faşist abluka uygulamaları, katliam saldırıları, gözaltı ve tutuklama furyasının devreye sokulması beraberinde halkın ilerici kesimlerinde belli bir sonuç yaratmış görünmektedir. Kitlelerin içinde bulunduğu bu durum ilerici, devrimci, yurtsever saflarda beklemeci eğilimlerin ortaya çıkmasına neden olurken, Artvin Cerattepe direnişinde olduğu gibi “Başbakan söz verdi” iyi niyetine bürünmekte ya da Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Can Dündar-Erdem Gül kararında olduğu gibi, “Ankara’da yargıçlar var” söylemlerinin ortalıkta dolaşmasına yol açmış görünmektedir.

Bu türden yaklaşımların doğru olmadığı, hem kitlelerin mücadelesini hem de hakim sınıflar arasındaki dalaşın doğru tahlil edilmediği açıktır. Bütün “istikrar” yalanlarına rağmen hakim sınıflar arasındaki dalaş kıyasıya sürmektedir. Bu dalaşın somut yansımalarından biri olarak AKP kliği içinde “aykırı sesler” çıkmakta, paralel yapılanma adı altında Cemaat çevresine yönelik operasyonlar sürdürülmektedir. Nitekim C. Dündar ve E. Gül’ün tahliyelerinde havuzun da cemaat medyasının da “Gül’ün atadığı üyeler” vurgusu boşuna değildir.

Her şeyden önce Türkiye’de hukuk denilen olgunun burjuva anlamında dahi olmadığı, uzunca bir süredir şekilsel anlamda bile uygulanmadığı ortadadır.

“Ankara’da var olduğu” söylenen yargıçların ve genel olarak Türkiye’de hukukun özellikle devrimciler, Kürtler, işçi ya da kadın cinayetleri söz konusu olduğunda aldıkları kararlar ortadadır. Tüm bu kararlar bir yana bugün yere göğe sığdırılamayan AYM’nin daha birkaç hafta evvel Cizre’de Sur’da faşist abluka ve sokağa çıkma yasakları eşliğinde uygulamaya konulan katliam saldırılarına karşı aldığı kararlar orta yerdedir. Yüzlerce insanın yaralı bir şekilde sığındıkları bodrum katlarında faşist kolluk güçleri tarafından katledilmesine cevaz vermiş bir hukuk kurumundan bahsedilmektedir.

Bu açıdan tahliyeleri hukuki karşılığından ziyade düzen içi iktidar savaşının devamı olarak değerlendirmek gerekir. MİT tırlarının durdurulması hangi kavganın parçası ise tahliyeler de onun parçası olarak görülmelidir. İkisinde de mesele hukuk değil, hukukun silah olarak kullanılması ve dalaşın bu mecrada sürdürülmesidir. Nitekim AYM’nin tahliye kararı vermesinin ardından “demokrasi”, “hukuk” nutukları atanlar, aynı gün mahkemenin Roboski Katliamı davasını kapatmasını yok saymaktadırlar. Ya da bu tahliyeler olurken onlarca devrimci ve yurtsever gazetecilerin tutsaklığının devam etmesine veya muhalif kimliği ön plana çıkan bir TV kanalının yayınlarının engellenmesini görmezden gelmektedirler.

AYM’nin Dündar-Gül kararı, düzenin kendi içinde hesaplaşmasının sürdüğünü göstermesinin yanında R. T. Erdoğan ve kliğinin devlet bürokrasisini tam olarak ele geçiremediğini de göstermektedir. Bu gerçek R. T. Erdoğan’ın başkanlık ısrarını “anlaşılır” kılmasının yanında en ufak bir taviz ya da tökezlemesinde alaşağı edilebileceği anlamına gelmektedir. Türk hakim sınıflarının tarihi bu türden tasfiyelerin örnekleriyle doludur. R. T. Erdoğan’ın korku ve kaygıları bu anlamıyla anlaşılırdır!

 

Kitlelerin hareket ve mücadelesinden öğrenmek

Türk hakim sınıfları arasındaki dalaş kıyasıya sürerken, bir yandan da kitlelerin direniş ve mücadelelerinin kıyasıya sürdüğünü ifade etmek gerekir. Bu anlamıyla faşist devletin işçi sınıfına ve halk kitlelerine yönelik saldırılarına ve uygulamaya koyduğu politikalara yönelik direnişleri iyi değerlendirmek, “baharı” bu bilinçle karşılamak gerekir.

Devletin Kürt ulusunun en demokratik taleplerine karşı başlatmış olduğu faşist saldırganlık beraberinde Kürt illerinde yüzlerce insanın vahşi yöntemlerle katledilmesine neden olmuşsa da, aynı saldırganlığın karşıtını da yarattığını unutmamak gerekir. Faşizmin tüm barbarlığına karşı, Kürtler direnmekte ve yarına dair kendi içinde önemli kazanımları barındıran bir mücadele sergilemektedirler. Faşizmin sadece askeri olarak değil aynı zamanda her türlü kara propagandaya başvurarak saldırılarını sürdürmesi, bu direniş karşısında çaresiz kalışının örneğidir aslında.

Kürt ulusunun direnişinin Türk hakim sınıfları arasındaki dalaşı ve saflaşmayı da etkilediği açıktır. Bir dönemin gözde propagandası olan “askeri vesayet”in bitirilmesi yalanına artık başvurulmamaktadır. Hatta denilebilir ki, Kürt ulusuna yönelik başlatılan faşist saldırganlık, Türk hakim sınıfları içinde “güvenlik bürokrasisi”nin etkinliğini daha da artırmış görünmektedir. Bu duruma bağlı olarak “turuncu darbe tezgahı” manşetleri vb. atılabilmektedir. Hem hakim sınıflar arasındaki dalaşın sürmesi hem de odağında Kürt ulusunun olduğu ve bütün ilerici ve devrimci güçleri etkileyen bu saldırının keskinliği beraberinde hakim sınıflar ve onların peşine takılan orta ve küçük burjuva sınıfların saflaşmasını getirmektedir.

Saldırının keskinliği beraberinde kimi kendinden menkul “sol” çevrelerin, sola “Kürtlerden kurtulma” çağrısı yapabilmesine bile neden olabilmektedir. Bu tür çevreler bırakalım devrimciliği solculuğun en temel ilkelerinden birinin, ezilenin, mazlumun, hakkı gasp edilenin yanında olma ilkesini unutmuş görünmektedirler. Açıktır ki anın devrimci görevlerinden biri, Kürt ulusunun mücadelesinin meşruluğunu savunmak, dahası her alanda bu direnişin destekleyicisi değil öznesi olmaktır.

Öte yandan mücadelenin sadece Kürt halkıyla sınırlı olduğu yanılgısına da düşülmemelidir. Geride bıraktığımız haftaya şöyle göz ucuyla bir bakış bile bu konuda yeterli kanıtlar sunar. Örneğin işçi sınıfı dikkate değer bir hareketlenme içindedir. Urfa ve Zonguldak’ta enerji, Antep’te tekstil, Bursa’da metal, Söke’de maden, İstanbul’da inşaat ve diğer işkollarındaki işçilerin çeşitli taleplerle direniş ve mücadele içinde olması dikkate değerdir. İşçi sınıfının “iş güvencesi” hakkını ortadan kaldıracak “Özel İstihdam Büroları” yani “kiralık işçi” yasasının gündeme gelmesi ve yine işçi sınıfının kazanılmış haklarından biri olan “kıdem tazminatı”na yönelik saldırı planları gibi gelişmeler, önümüzdeki süreçte işçi sınıfının temel gündemlerini oluşturmasının yanında, mücadelesinin daha da ivmeleneceğinin işaretlerini barındırmaktadır.

Benzer şekilde Kayseri’de genç bir kadının cinsel istismara uğramasından sonra intihar ederek yaşamına son vermesinin ortaya çıkması ve buna karşı gerçekleştirilen eylem ve etkinliklerin yaygınlığı dikkate değerdir. Önümüzdeki sürecin 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü de içerdiği hesap edilirse, kadın hareketinin önderliğinde bu mücadelenin daha da kitleselleşeceği ve bilinçlenmeye hizmet edeceğinin altı çizilmelidir.

 

Devletin “dağlarla savaşı” bitmeyecek

Geride bıraktığımız haftanın en önemli gündemlerinden biri, Artvin Cerattepe’de maden çalışmasına karşı yaklaşık 20 yıldır süren direnişin, devletin saldırısı sonucunda başta Artvin olmak üzere pek çok şehirde eylemliliklerle protesto edilmesi oldu. Halk kitleleri devletin kendi iradelerini yok sayan, yaşam alanlarının yağma ve talan edilmesine dur diyen bir direniş örgütlediler.

Faşizmin “dağlarla savaşı”nın son örneğini oluşturan Cerattepe Direnişi, gerçekte bize o dağlarda gerillanın bulunması gerektiğini de göstermektedir. Devletin bir çevre mücadelesine yönelik bu pervasız saldırganlığının arkasında bir de bu yan vardır.

Meselenin sadece bir “çevre sorunu” olmadığı, burjuva feodal devletin rant uğruna uygulamaya koyduğu yağma ve talan politikalarının somut ürünü olduğu açıktır! Bu anlamıyla kâr hırsının doğayı ve çevreyi katletmeye yönelik saldırısı Artvin’de olduğu gibi bütün ülke sathında devrededir. Mesele “üç beş ağaç” olmadığı gibi sadece Artvin’deki madenin yandaş şirkete peşkeş çekilmesinin olmadığı da son derece açıktır. Nitekim böyle olduğu içindir ki son yıllarda devletin bu saldırılarına karşı kitlelerin duyarlılığı ve mücadelesi de artmıştır.

Bu noktada eksiklik halk kitlelerinin duyarsız ya da tepkisiz kalması değildir. Eksiklik devrimcilerde, yaşanan direnişleri ve mücadeleyi olması gerektiği mecraya akıtamamalarında, bir üst aşamaya sıçratamamalarında ortaya çıkmaktadır. Artvin Cerattepe direnişinde bu nokta bir kez daha kendini göstermiş durumdadır. Unutmamak gerekir ki faşizmin dağlarla savaşı bitmeyecektir. Bu duruma uygun konumlanmak, kitlelerin kendiliğinden mücadelesini, devrimci komünist öncüyle buluşturmak, bu mücadelenin nihai başarısının yol ve yöntemini göstermek bugünün devrimciliğinin temel görevlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu