Makaleler

“Farklı” stratejiler, topyekûn mücadele…

İlk aşamada Ulusal Hareket de dâhil bir dizi ilerici, demokrat hatta devrimci çevrede bile kafa karışıklığı yaratıp “umut” blokları oluşturan, iyimserlik havası estirerek “demokrasi” bulutlarını çoğaltan “açılım” balonu fena halde patlamış bulunuyor. Tasfiye ve imha stratejisinin AKP’li hükümetler dizisinde ulaştığı bir aşamadan, taktik bir süreçten başka bir anlam ifade etmeyen “açılım” politikası, ön hazırlıklar ve ilk etaplar geçildikten sonra nihayet en bildik ve tanıdık kulvarda yol almaya başlamıştır. Ulusal Hareket ve desteğindeki (ve yedeğindeki) güçleri belli bir kıvama getirme, karşı devrim cephesinde istenilen düzeyi yakalama ve elbette bölgedeki taşların konumu için uygun ortamı kollamayla ilerleyen süreç, nihayet “topyekûn” bir harekete geçilmesi için elverişli hale taşınmıştır. Şimdi bütün manipülasyon araçları yoğun biçimde devreye girecek, bütün kurumlar harekete geçirilecek, tam bir seferberlik ruhuyla “imha” için hasmın üzerine gidilecektir. Kan kokusunu çoktan alan bütün akbabalar uçuşa geçmiş, bütün çakallar ininden çıkmıştır. Savaş tamtamlarına, “vur, öldür, yok et!” tezahüratları eşlik etmektedir… Sözleşmeli er statüsüyle oluşturulan profesyonel komando tugayları (Hakkâri, Siirt, Şırnak ve Tunceli’de ilk etapta 60 bin kişi), ordu gibi silahlandırılmış polis teşkilatı, özel yetkili valiler, hızlı silahlanma (SİPRİ- Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü- verilerine göre Türkiye 1988- 2008 arsında en çok silah ithal eden beşinci ülke oldu. (22.08) 2010’da TC silahlanmaya 26.3 milyar tl harcadı.), önde gelen direniş mevzisi hapishanelerde yeni katliamlar için üçlü protokoldeki “kuvvetli şüphe halinde jandarmanın müdahalesi”ne meşruiyet kazandıran düzenleme vd. bütün hazırlıklar “açılım” sürecini taçlandırmak için yapılmıştır. Buraya nasıl gelindiğine dair “masumane” bir hava verilerek yürütülen ve faturanın hiç de enteresan olmayan biçimde Ulusal Hareket güçlerine kesilmesiyle neticelenen tartışma ve mütalaalar aynı zamanda “açılım” politikasının ne kadar başarılı olduğuna dair bir sağlama gibidir. Bütün iyi niyetli çabalarına, sabrına ve sağduyulu tutumuna karşın, barış, uzlaşma ve çözüm yolunda istediğine ulaşamayan bir hükümet (hatta devlet) vardır ve bunca gayretine karşın başarılı olamayışı nedeniyle Ulusal Hareket güçlerine yönelik her türlü tasarrufun (yine Sri Lanka modeli!) meşruiyetinden daha doğal bir şey yoktur(!) Bu tasarrufların bildik, tanıdık şeyler olması önemli değildir, zira bir de bu hazırlama sürecinin ardından ve “yeni” aktörlerle denenecektir. Ama daha önemlisi, her keresinde olduğu gibi, zulüm ve katliam makinesinin başına geçenler “bu defa farklı olacak” inancındadır. Kimsenin şüphesi olmasın ki, bu inanca, “yine olmayacak” kuşkusu eşlik etmektedir ve de hangi duygu ve düşüncenin baskın olduğunu tartışmak hiç de akıl kârı değildir. Sorunun merkezine göz atıldığında, haksız ve suçlu olma halinin, özellikle de defalarca denenen bir yol ve yöntemi değerlendirirken, ciddi bir yanılsama içermeyeceği düşünülmemelidir. Ordudan parlamentoya bütün devlet kurumlarında baskın ve/veya etkin bir konum elde eden bir kliğin kumanda mevkiinde bulunduğu dönem, onu yaratan ve yön verenlerin âli çıkarlarından bağımsız olarak değerlendirilemeyeceği için, yeni hamlelerin de bu bağlamda okunması gerekir. 11

Eylül gibi (kuruluşunun) 10. Yılını “idrak eden” AKP’nin bu döneme ait konseptlerle ne kadar iç içe olduğu zamanla daha iyi anlaşılır olmuştur. Durumun nezaketini anlamak bakımından, bir ara zamanın ruhunu yakalayamadığı ve de gereğini yerine getiremediği için neredeyse diskalifiye

edileceğini hatırlamak gerekir. Bu nezaket halinin 11 Eylül sonrası döneme rengini veren bir kriz ve “yeniden paylaşım” olgusu çerçevesinde ABD’nin neoconlar eliyle devreye soktuğu projede ifadesini bulduğu ve 10 yılın ardından bu sürecin daha karmaşık ve zorlu bir hal aldığını vurgulamak gerekiyor. Irak ve Afganistan’da ulaşılan sonuçlar ve elde edilen kazançlar ortadadır. Bölgedeki hemen her ülkeyi sallayan isyan dalgasının sistemin temellerinde yol açtığı gedikler zamanla daha

iyi görülecektir. Hiçbir dönüşüm birden bire olmaz, onu olgunlaştıran iç ve dış faktörlerden söz etmek gerekir. Bu mayalanma süreci, sistemin temelleriyle oynama, onu sarsma niteliği taşıyan

eylemlerde hayat bulmaktadır. Mevcut tablo ve güçler dengesinde, ABD vd. emperyalistlerin bölgedeki sürece her türlü araç ve yöntemle müdahale etmesi ve sonuçlar alması, “kaderin kaçınılmaz cilvesi” olarak karşılanamaz. Bu durum ne onların erişilemez, başa çıkılamaz muktedirliğine delalettir ne de “bağımsız devrimlerin” miadını doldurduğuna. Emperyalist-kapitalist sistem, on yılların, yüzyılların birikimi ve deneyimi üzerinde oturmakta, başta zor ve zorbalık olmak üzere hummalı bir faaliyetle ayakta durmaktadır. Sistemin kendini yaşatmak için hemen her alanda inanılmaz boyutlarda bir direnişi vardır ki, tam da bu gerçeklik durumun ciddiyetine dair başı başlına işaret sunmaktadır. 2008’de tırmanan ve hala süren son kriz vesilesiyle kapitalizmin kendini yeniden üretme ve krizlerden beslenme (güçlenerek çıkma) kapasitesinin sorgulandığı zeminde ünlü ve ödüllü “iktisatçıların” (Nouriel Roubini, 12.08; Joseph Stiglitz, 17.08) yorumları giderek karamsar bir hal almış, Marks’a hak verenler arasına yenileri katılmıştır… Muzaffer edasından taviz vermemek için her türlü atraksiyona başvuran emperyalistlerin bir yandan devlet

İflasları, diğer yandan ezilenlerin öfkesi ve isyanıyla başa çıkma kavgasıyla sürüklendikleri bataklık; yeni krizler, yeni açmazlar ve yeni savaş cepheleri oluşturmaktadır. Bu sarmalın kahredici zemininde bedel ödeyecek halkların daha büyük faturayı egemenlere ödeteceği günlerin uzak olmadığı görülebilmektedir. Bu savaşa öncülük yapma yarışında yarı-sömürgeler

dünyası rakipsiz değildir. Önderlikle ilgili telaşa kapılmaya gerek olmadığını anlayabilmek için yeterince örnek vardır ve daha fazlası için tarihe kabaca göz atmak bile yeterli olacaktır. Ayaklanma, isyan ve direniş eylemlerinin yerine göre abartılması, hatta “desteklenmesi”, yerine göre lanetlenmesinin ardında sürecin karmaşık akması ve kontrolü mümkün olmayan karakteri yatmaktadır. Sistemi asıl tehdit eden unsur da budur. Faşist Türk devletinin başındaki belayla başa çıkamadığı koşullarda, “dış görevleri” de yerine getirmek üzere kurgulandığı dönemdeki yükü giderek ağırlaşmıştır. Libya ve Suriye örneklerinde, müdahale bayraktarlığı yapan, hem tebligatçı hem de ulaklık rolü üstlenen, emperyalistlerin önderliğinde tertip edilen “muhalif” bileşen toplantılarında ev sahibi olan Türk devleti, öteden beri üstlendirildiği “hami” rolüne uygun çıkışlarla (en son –yine- içi boş bir İsrail efelenmesi) öne fırlamıştır. Buna yalnızca efendilerin buyruğunu yerine getirme

ve pazarda karnını doyurma değil, kendi varlığını tehdit eden sorunla başa çıkma bakımından da yakıcı bir ihtiyaç duyduğu ortadadır. Kürt sorununun bölgesel düzeyde taşıdığı ağırlık, İran’ın Türkiye’yle beraber aktif, Irak’ın da örtük katılımıyla başlatılan ve ABD’nin desteğiyle yürütülen son Kandil operasyonunda kendini bir kez daha kanıtlamıştır. Birbiriyle dalaşan, hatta savaşan faşist ve gerici devletlerin daha yüksek çıkarların hizaladığı bir mevziden ezilen halk ve ulusları nasıl topa tuttuğu, nasıl ölüm olup yağmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu nafile çabanın çıkardığı yangın ancak direnme kararlılığını büyütecek, ezilenlerin davası, gücünü artırmak için daha önemli deneyler biriktirecektir. Ne var ki bütün devrim güçlerine düşen sorumluk burada bir kez daha kendini göstermekte ve gündem ısrarla yeni görevler dayatmaktadır. Savaşın çok çeşitli cepheleri vardır ve bütün alanlarda mücadeleyi büyüten bir perspektifle hareket etmek gerekir. Bunun somuttaki karşılığı Ulusal Hareket şahsında Kürt ulusuna yönelik yok etme, ezme ve sindirme saldırılarına karşı güçlü bir barikat örülmesidir. Bu barikatın ömrü savunma konumunda kalınarak uzatılamaz. Faşizmin kudurganlığı, üstüne kararlılıkla yürüyen bir güç sayesinde geriletilebilir. Egemenlerin hedefi olan ilerici, demokratik, devrimci bütün güçlerin ve ezilenlerin birlikte saf tutması için bütün “şartların” hükmünü yitirdiği bir süreç yaşanmaktadır… Tayyip Erdoğan’ın Silvan eylemi sonrasında devreye sokulacağını açıkladığı “farklı” stratejiler bize yabancı değildir ama bunun bu dönemde alacağı biçim ve kapsamı doğru değerlendirmek gerekir. Düşman, soruna ve gidişata öncekine göre daha farklı bir yerden bakmaktadır. Yukarıda bu konumun neresi olduğu ve hayatiyetine dair açıklamalarda bulunduk. Topyekûn mücadelenin önceki dönemlerden farkı da bu çerçevede anlaşılmalıdır. 11 Eylül’ün “ya benden yana olursun ya da/yoksa düşmanımsın” felsefesi karşı-devrimin 10 seneye

hâkim parolası olarak dünya ölçeğinde kullanılmaktadır. Şimdi “terörle arasına mesafe koymayanlar”, “herkes bedel ödeyecek”, “fatura ağır olacak” gibi söylemler aynı amaca yönelik kullanılmaktadır. Kaldı ki herhangi başka bir konuda devlete karşı gelmenin, direniş gösterme ya da protesto etmenin, “savaş hali” nedeniyle aynı kapsamda değerlendirileceği de açıktır. Buradan anlaşılması gereken, sıkıntının/ derdin ana kulvarlarından birisini oluşturan ekonomik alanda (ve bu bağlamda çalışma alanında), yani emekçilerin dünyasında estirilecek terörün Kürt ulusuna yönelik saldırı dalgasıyla çok açık biçimde buluştuğu ve özdeşleştiği gerçeğidir. Hükümet programında yer verilen Ulusal İstihdam Stratejisi’nin kıdem tazminatının yok edilmesiyle sınırlı kalmayan bir köleleştirme ve hiçleştirme operasyonu olduğu şimdiden görülmekte, gizlemeye gerek duyulmayan açıklıkta gündemleştirilmektedir. Bunlara daha geniş bir kılıf ve meşruiyet aracı olarak giydirilmeye çalışılan “yeni” Anayasa hazırlığı/tartışmaları da dekoru tamamlamaktadır. Parlamentoda kesin bir hâkimiyet sağladığı ve 9 yıldır tek başına hükümet olduğu halde KHK’lar (6 Nisandan bugüne 20’ye yakın) eliyle sürece hükmedecek kadar gözünü karartan ve zaten tam bağımlı olan üst kurulların (SPK, RTÜK, BDDK, EPDK, TMSF vd.) sözde özerkliğini devreden çıkaran, HSYK’ya eski yönetime/uygulamalara rahmet okutan kararlar aldıran vd. AKP’nin ileri demokrasi balonu yalnızca Kürt sorununda değil bütün alan “açılım”larında patlamıştır. Bunu umursamayan havası ise tam da kaybetme korkusunun eseridir…

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu