Makaleler

GÜNLERİN BUGÜN GETİRDİĞİ…

AKP “Twitter muharebesi”nden zaferle çıktığını, “havuz” medyasının “aman dilediler” başlıklarıyla ilan ettiği ve fakat twitter yetkililerinin bir anlaşma yapmadıkları açıklamaları eşliğinde hakim sınıflar cephesinde gündem Cumhurbaşkanlığı seçimleri olarak şekilleniyor. Yerel seçimlerle hakim sınıflar cephesinde liderliğini pekiştiren R. T. Erdoğan bu konuda tek karar verici olarak ön plana çıkmış gibi görünse de; bahsi edilen seçimler “Türk devlet geleneği”nde hep tartışmalı ve çatışmalı geçmiştir. Üstelik Erdoğan’ın faşist kafa yapısının ürünü ve bu anlamıyla yürürlükte bulunan siyasal örgütlenmeye -yani faşizme- gayet uygun olan (Siz Erdoğan’ın neden hep “kazandığını” sanıyorsunuz?) siyaset yapış tarzı düşünüldüğünde, bu seçim sürecinde yeni tartışmaların ve saflaşmaların olmaması düşünülemez. Nitekim Anayasa Mahkemesi Başkanı hedefe konularak Cumhurbaşkanlığı seçimleri için peşreve başlandı!

Erdoğan’ın kazanma vurgusu sadece siyasal değildir. O parasal olarak da kazanmaktadır. Bu haliyle her türlü kazanma işini “en korunaklı yer” olan Çankaya’da sürdürmek isteyecektir. “Terleyip koşarım, icracı olurum, halktan aldığım yetkiyi kullanırım” açıklamaları, “yürütme”nin başı olarak çalmaya ve kazanmaya devam etmeye hevesli olduğunu gösteriyor. Bir hırsızlık, yağma, talan ve katliam cumhuriyeti olarak kurulmuş ve bugünlere gelmiş devletin başına en yakışan şahsiyetin Erdoğan olduğu tartışma götürmezdir. Bu o kadar açık olduğu için Cumhurbaşkanlığı seçimleri vesilesiyle yapılan tartışmalarda, bütün yolların Roma’ya çıkması gibi Erdoğan’a çıkmaktadır.

Halkın seçiminin onlar nezdinde hiçbir önemi yoktur. Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmasında her fırsatta halkın iradesi söylemini kullananların, daha şimdiden Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı ilan etmeleri, bu zevatın demokrasi tıynetini göstermekle kalmıyor, hakim sınıfların ileri demokrasi adı altında uyguladığı düzenin nasıl bir demokrasi olduğunu da ortaya koyuyor. Halk, onlar nezdinde “milli irade” adı altında, kararlarının meşrulaştırılmasının basit bir aracı olarak görülmektedir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanlığı vesilesiyle yapılan tartışmalarda Erdoğan kendini, tek seçici olarak gösterip memleketteki “demokrasi seviyesi”ni açık etmiş olsa da mesele hakim sınıflar açısından henüz çözülmüş değildir. Önümüzdeki sürecin bu açıdan tartışmalı geçeceği ön görülebilir. Diğer bir ifadeyle Gezi İsyanı’yla sallanan TC devletinin kendi içinde 17 ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarıyla ayyuka çıkan ve hakim klikleri arasındaki klik dalaşının derinleştirdiği krizin, Cumhurbaşkanlığı seçimleri vesilesiyle süreceği açıktır.

Kuşkusuz ki Türk hakim sınıfları istikrar istemektedir ve Erdoğan bunu sağlayacaktır. Ama bu istikrar halk muhalefetine karşı gerçekleştirilecektir. Yaşanan “devlet krizi”nin hakim sınıflar açısından Cumhurbaşkanlığı seçimleri vesilesiyle yeni konumlanışları ve dalaşları ortaya çıkarması, hakim sınıfların topunun halk hareketine karşı yaklaşımlarında bir değişiklik olacağı anlamına gelmiyor elbet. TC devleti kuruluşundan itibaren halka karşı, halkın üzerinde komprador burjuvaların ve toprak ağalarının bir diktatörlüğü olarak kurulmuştur. Devlet aygıtının halk düşmanı karakteri onun genlerinde mevcuttur.

Nitekim Gezi İsyanı’nı önceleyen günlerde başta 2013 1 Mayıs’ının Taksim’de kutlanmasını “çukur” gerekçesiyle yasaklayan “inşaat lobisi”nin(!) ve ardı sıra aralarında 18 Mayıs anması da olmak üzere her türlü gösteriye azgın bir faşist terörle saldırması basit bir kişisel kapris değildir. Erdoğan’ın “otoriterliği” ya da kişiliğiyle alakalı hiç değildir. Tamamen Erdoğan’ın temsil ettiği sınıfla alakalıdır.

İş cinayeti oranları, işçi sınıfının örgütlenme haklarına saldırılar, taşeronlaşma pratiği ve kıdem tazminatı gaspı gündemleri, Kürtler başta olmak üzere, ezilen ulus, milliyet ve mezheplere yönelik saldırılar ve uygulamalar tüm hızıyla sürüyor. Herkes kazanıyor! Erdoğan da kazanıyor! Ama bu herkes içinde işçi sınıfının ve halkın önemli bir kesiminin olmadığı açıktır. Çünkü onların kazanması için işçi sınıfı ve halkın kaybetmesi gerekiyor!

1 Mayıs’ı örgütlemek, kendimizi örgütlemektir!

Bu sınıfsal tavır kendisini halihazırda hiçbir engel olmamasına rağmen, 1 Mayıs Taksim alanının işçi sınıfına ve emekçi halka yasaklanmasında olduğu gibi göstermeye devam ediyor. Bu yasakçı anlayışın işçi sınıfı ve halk, devrimciler ilericiler açısından hiçbir anlamı olmadığı pratikte görülecektir. Geçtiğimiz yıl 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlanmasını engellemek için olağanüstü çaba harcayan faşizm, işçi sınıfının ve halkın birlik, mücadele ve dayanışma gününü kutlamasına engel olamamıştı. Aksine bu faşist kafa, Taksim’i yasaklayarak 1 Mayıs’ın mücadele günü olmasının pratik olarak altını doldurduğunun bile farkında olamayacak kadar gözü dönmüş davranmıştı!

Denilebilir ki yerel seçim sonuçları bir zamanlar “ne istediyse verdiği” Gülencilerin operasyonuyla canı yanmış T. Erdoğan açısından, “yanığa sürülen yoğurt” işlevi görmüştür ve asıl yarayı Gezi’de aldığı içindir ki, hesap sokakta kesilecektir. Zaten tam da bu nedenle (bu sınıfsal karşıtlık nedeniyle) Erdoğan ve şakşakçılarının “amentüsü” Gezi olmuştur! Her defasında onu anmaları bu açıdan manidardır! Erdoğan’ın 17 ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla ortalığa saçılan pislikleri ortadadır ve “Çankaya’ya sığınmak” onu halkın haklı ve meşru mücadelesinin hedefinden kurtaramayacaktır. Nitekim sadece İstanbul değil bütün illerde 1 Mayıs kutlamaları, halk hareketinin Gezi’den sonra inişli çıkışlı da olsa sokakları terk etmeyen pratiğinin somut yansıması olarak, Erdoğan şahsında faşizmle korakor mücadelesinin bir göstergesi olacaktır.

Bu nedenle başta İstanbul Taksim olmak üzere bütün 1 Mayıs kutlamaları için yapılan çalışmalar ciddiyetle ele alınmalıdır. Geçmişe oranla gözle görülür bir şekilde daha yaygın ve farklı alanlarda çalışma yürütülüyor olması, iyi olmakla birlikte, yeterli değildir. 40. yıl kampanyasıyla başlayan, Gezi’yle birlikte süren şehir çalışmalarında yürütülen faaliyetin belli bir yaygınlığa ve kitleselliğe ulaşmasına rağmen kimi sorunları bağrında taşıdığı açıktır.

Her faaliyet alanının kendine has özgünlükleri olduğu ve pratik faaliyetlerin de buna uygun olarak örgütlenmesi gerektiği bilinciyle hareket edecek olursak, tüm çalışmalarımızda ön plana çıkan bir sorun örgüt ve örgütlenmedir.

Öncesi olmakla birlikte yerel seçim pratiğimizde gördüğümüz üzere çalışmalarımızda bu yönün eksikliği önemli oranda kendini dayatmaktadır. Örgütlü olduğunu ifade edip örgütsüz bir pratik yürütmek çalışmalarda alınacak verimi düşüren belirleyici nedendir. Nitekim yürütülen çalışmalar doğru bir şekilde ele alınamadığı ve yeterince örgütlü yürütülemediği içindir ki; binbir emekle yürütülen ve canla başla gerçekleştirilen faaliyette, azımsanmayacak sayıda bir kitleye ulaşıp, iyi kötü bir sonuca ulaşılsa da, başlanılan yerden daha ileride olunmaması asla kabul edilebilecek bir durum değildir. Harcanan emek çok değerli olmakla birlikte sonuç alıcı değilse ve bizi bir adım ileriye taşımıyorsa, pratiğimizdeki eksiklikleri sorgulamak ve nerede hata yaptığımızı cesaretle ortaya koymak gerekir.

Bu vesileyle başta 24 Nisan 1972’nin yıldönümü çalışmaları olmak üzere, 26-27 Nisan arasında yapılacak olan “Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük” Uluslararası Hapishaneler Sempozyumu çalışması, 1 Mayıs faaliyeti, 6-18 Mayıs çalışmaları ve ardından da Gezi İsyanı ve Şehitlerini anma pratiklerinde gerçekleştirilecek çalışmalarda her okurumuzun, faaliyetçilerimizin geçmişte durduğu konumdan daha ileri adım atabilmesi için planlı, programlı çalışmasının yanında; daha da örgütlü olması kaçınılmazdır. Bu konuda var olan eksikliklerin açığa çıkartılıp üzerine gidilmesi, işçi sınıfının ve halk kitlelerinin kendiliğinden de olsa var olan hareketinin içinde boğulmamızı önleyecek, hareketin bizi sürüklemesinin önüne geçilebilecektir.

Kitlelerinin kendiliğinden hareketi içinde yönümüzü bulabilmenin yegane yolu örgütlü olmak ve örgütlenmenin niteliğinin yükseltilmesinden geçmektedir. Çalışmalarımız buna hizmet etmiyorsa orada iyi niyetli ama son tahlilde sonuçsuz kalmaya mahkum bir çalışmadan bahsedilebilir. İyi niyetin sınıf mücadelesinde, ülkemiz gerçekliğinde yeri olmadığı her fırsatta kendini gösteriyor. Geçtiğimiz hafta yaşanan birkaç örnek bu konuda yeterince ikna edicidir! Örneğin Şırnak’ın Koçağılı ve Kuşkonar köylerinde 1993 yılında 38 Kürt köylüsünün devlet tarafından katledilmesi, zaman aşımı gerekçesiyle kapatılırken, Roboski katliamının akıbeti hakkında fikir vermektedir.

Nitekim Muğla’da Roboski’de katilliği tescilli olan başbakanı “Katil Erdoğan” sloganıyla protesto eden beş öğrenciye bir yıla yakın hapis, iki öğrenciye ağır para cezası verebilen; “Ahmet Atakan ölümsüzdür” yazılaması yaptığı için ise bir gence 1 yıl hapis cezası verildiği ülkede, demokrasi mücadelesinin de, devrim mücadelesinin de nasıl olacağı son derece açık değil midir?

Günlerin bize getirdiği sadece baskı, zulüm, sömürü, katliam, ayakkabı kutuları, ikiyüzlülük, riyakarlık ez cümle faşizm değil; aynı zamanda, direniş, mücadele, sokaklar, barikatlar ve dağlardır. Yeter ki “ancak bu böyle gitmez” deyip Ayağa Kalkalım!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu