EmekGüncelMakaleler

EMEK | Köylünün Boynundaki Pranga; İthalat, Kur, Sözleşmeli Üretim (1/2)

"Milyarlarca dekar tarım arazisi son 20 yılda atıl duruma düştü, köylü tarımdan geçimini sağlayamadığı için üretimden çekiliyor. Sıfır gümrükle ithal edilen ürün karşısında rekabet gücü zayıflayan üretici “tarım alanları”nın kurbanı olmuştur"

“Biz bu domatesi biberi, zeytini ekmeksek ne yiyip ne içeceksiniz?” Bu söz Manisa Salihli’nin Çapaklı köyünde verimli tarım arazileri üzerine yapılmak istenen Biyo Gaz Enerji Santrali ve Gübre Üretme Tesisine gidecek olan yolun tarım arazilerinin üzerinden geçmesini protesto eden köylülere ait.

AKP’nin hükümete gelmesiyle birlikte uygulanmasına hız verilen tarımda neo-liberal serbest piyasa ekonomi politikaları köylüyü küçük üreticiyi, uluslararası büyük gıda ve ilaç tekeli sermeye kapanına sıkıştırmıştır.

Köylü ithalat kıskacıyla sermaye kapanına sıkıştırılırken bir yandan da gıda sanayi şirketlerinin dayattığı sözleşmeli üretim modeliyle toprağına, üretim aracı emeğine yabancılaşıyor, sermaye kapanından kurtulamıyor. Öte yandan uygulanan enerji politikalarının sonucu yüzlerce yıldır alınterini akıttığı toprağını parça parça kaybediyor.

Enerji politikaları mı tarımsal alan gaspı mı?

Tarımsal üretim faaliyetinin tasfiyesinin uzantısı olan “enerji politikası” Türkiye’de enerji üretim fazlası olmasına rağmen ısrarla devam ediyor oluşu “HES’ler Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılamak için değil, bir takım çevreye kar sağlamak için yapılıyor” (Makine Mühendisleri Odası) sözünü doğrulamaktadır.

Türkiye’de 500’ün üzerinde baraj bulunmaktadır. Bunların yarısı son 20 yıl içinde AKP tarafından yapıldı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın verilerine göre şu an faal olan 682 HES var, 261 HES’in de kullanıma açılması planlanıyor. HES’lerin çevreye doğaya verdiği zarar hesaba katıldığı zaman başta tarım arazileri olmak üzere bir çok doğal miras yok olup gidecek.

Enerji açığını gidermek ve tarımsal sulama ihtiyacını karşılamak için yapıldığı söylenen barajlar köylünün bağını bahçesini sulamaktan ziyade toprağının sular altında kalmasına neden oluyor.

Siyasi iktidarın, verimli tarım arazileri üzerine inşa ettiği enerji santralleri (baraj, HES, BES, RES, GES, NES vb.) maden ocakları, fabrika, sanayi bölgesi, turizme açma, yol, konut vb. yapma politikasına, doğada, toprakta geri dönüşü olmayan yaralar açmaktadır. Binlerce yılda santim santim oluşan toprak üzerinde yüzlerce yıldır üretim yapılan tarım arazileri emperyalist kapitalist tekellere ve uzantısı bir avuç komprador burjuvaziye peşkeş çekilerek milyonlarca köylü toprağından tasfiye edilerek uzaklaştırılıyor.

Bu alanlardaki iklim yapısı, yapılan santraller nedeniyle etkilenmekte bitki örtüsü, nem yapısı bozulmaktadır. Bunların sonucunda Karadeniz Bölgesi’nde olduğu gibi normalden çok daha fazla yağışın olmasını tetiklemektedir. Bu da on binlerce yılda doğal olarak oluşan dere yataklarına yapılan insan müdahalesiyle birleşince sel ve su baskınlarını beraberinde getirmektedir.

İklim değişikliğinin etkisiyle bu politikalarının yarattığı sonuçlar birleştikçe yeterli ve güvenli gıdaya ulaşmakta artık daha zor hale gelecektir. Dolayısıyla enerji politikalarıyla sağlıklı beslenme ve iklim şartları arasında da ilişki olduğu açıktır.

Sürdürülebilir bir tarım için ilk şart toprağın korunmasıdır. Toprak olmadan tarımsal üretim sürdürülebilir olmaktan çıkar. Tarım arazilerinin korunmas1989 yılında “Tarım Arazilerinin Korunması ve Kullanılmasına Dair Yönetmelik” çıkarılmıştır.

Tarım arazilerinin korunması ve geliştirilmesini düzenleyen yönetmenlik 2005 yılında çıkarılan 5403 sayılı toprak koruma ve arazi kullanım kanunu (Türkiye’de Tarım nasıl çökertildi Necdet Oral ) çıkarılmış olsa da yönetmenlik ve kanunla amaçlananın tarım arazilerinin korunması olmadığı için siyasi iktidarlar bir yandan kanun çıkarırken diğer yandan yönetmenliklerle, mahkemelerle tarım arazileri üzerinde fabrika santral vb. tesislerin kurulmasına izin vermektedir.

2005 yılında çıkartılan kanun sonrası siyasi iktidar erki 2 milyon hektardan daha fazla bir alanı (yazının başındaki Çapalı Köyü örneği de olduğu gibi) tarım dışı kullanıma açmıştır. Bu uygulamalar oluşturulan politikanın tarımsal üretim alanının sınırlandırılmasına dönüşebileceğini göstermektedir.

İthalat baskısı ve maliyet artışıyla tarımsal tasfiyenin paralelleşmesi

Tarımsal üretim faaliyetinin temel girdi maddeleri olarak kabul edilen tohum, gübre ilaç, mazot elektrik sulama ekipmanları vb. tüm kalemler AKP iktidarının uygulamış olduğu “tarımda reform” politikasıyla ithalata bağımlı hale getirilmiştir.

Coğrafyamızda köylü/küçük üretici tarımsal üretim için a’dan z’ye ithal ürün kullanmakta veya ithal ürünü, üretimin bir aşamasında kullanmak zorunda olduğundan, köylü ithalat rejimine bağlı olarak çok uluslu gıda tekellerine mahkum edilmiştir. Maliyet girdi kalemleri ithalat temelli olduğu için döviz kuruna bağlı kurda yaşanan en ufak dalgalanma köylü için yıkım olabiliyor.

Bir yapının depreme dayanıklı olabilmesi için temelinin sağlam olması gerekir. Tarımsal üretimin ekonomik buhran ve kriz sarsıntılarına karşı ayakta kalabilmesi için gerekli olan şey dışarıya bağımlı olmamasından gelir.

Hazine ve Maliye Bakanı katıldığı bir programda “gazetecinin” döviz kuru yükseliyor, korkmamız gerekmiyor mu? “sorusuna” maaşını dolarla mı alıyorsun? Döviz kuru yükselir-düşer bunlar önemli değil” cevabı yoksul emekçi halkla dalga geçme halinin bir göstergesidir. ‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’in günümüz versiyonudur.

Yarı sömürge, yarı feodal ülkelerde dışa bağımlı her üretim alanında olduğu gibi tarımsal üretim faaliyetinde de döviz kurunun yükselmesi üretim maliyet girdilerini yükseltmektedir. Bu da üreticinin malını pazarda zararına satması anlamına geliyor.

Saray saltanatı içinde yaşayan bir avuç mutlu azınlık için döviz kurunun yükselmesi daha fazla zenginleşmesinin dışında bir anlam ifade etmeyebilir ama işçi, köylü, emekçiler için kurdaki her dalgalanma yaşamlarını etkilemekte, alım gücünü düşürmekte, açlık ve yoksulluğu büyütmektedir.

Kur yükseldikçe üreticinin bankalarına, tüccarlara, tefeciye olan borcu da yükselmektedir. 2002 yılında köylünün bankalara tarım kredi borcu 2,4 milyar iken bu oran 2019 yılına gelindiğinde 120 milyarın üzerine çıkmıştır (bakanlık köylünün bankalara olan kredi borcunu” “ticari sır” gerekçesiyle açıklamıyor).

Kimi kaynaklar ise borcun 160 milyar olduğunu belirtiyor. “Çiftçi” kayıt sistemine göre hane başı borcu ortalaması 2002’de bin lirayken, 2019’a gelindiğinde kurun 52 bin liraya yükselmesi köylünün borcunu artırdığı gibi saman fiyatlarını da arttırmıştır. Nitekim, çiftçinin 2002’de borcu 1 milyar TL iken 2020 yılında bu borç 130 milyar TL olmuştur.

Haziran ayında 45-50 kuruş olan saman 95 kuruşa kadar yükselmiştir. Samanın bile olumsuz etkilendiği kur dalgalanmasında sadece siyasi iktidar partisinin kamu aracılığıyla maaşa bağladığı komprador burjuvazi karlı çıkmaktadır.

Milyarlarca dekar tarım arazisi son 20 yılda atıl duruma düştü, köylü tarımdan geçimini sağlayamadığı için üretimden çekiliyor. Sıfır gümrükle ithal edilen ürün karşısında rekabet gücü zayıflayan üretici “tarım alanları”nın kurbanı olmuştur.

Yerel süt üreticisi iflas edip üretimden çekilirken (hayvanları mezbahaya yollarken) siyasi iktidar resmi gazetede yayımlanan “ithalat rejimine ek karar” ilk dünyanın öbür ucuna Venezuella’dan sıfır gümrükle süt ve diğer gıda ürünleri ithal etme kararı aldı.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu