Makaleler

Kapitalizme içkin ekonomik bir olgu olarak kriz

Marks’ın kapitalist sistem tahlili, klasik ekonomi politiğin eleştirisiyle birlikte ilerlemiştir. Ekonomi politiğin en temel sorunu sermaye egemenliği ve buna uygun şekillenmiş olan toplum yapısında, bu yapıyı yıkıma götürecek çelişkileri görmemesi ya da görmezden gelmesiydi; bu da onu kapitalizmin mutlaklığı sonucuna götürüyordu. Aynı ekonomi politik, kriz sorununu da sermayenin içsel çelişkilerini yok sayıp, dış gelişmelerle açıklamıştır. Marks ise aynı konuda bizzat sermayeyi incelemiş, krizi sermayenin genel doğasına odaklamıştır. Çünkü krizler farklı biçimde ortaya çıkabilirdi; görünümleri değişik olsa da krizin kaynağı aynıydı.

 

Sermayenin genel doğası

Sermayenin genel özelliği ya da doğası onun kendini büyütmesi, çoğalmasıdır. Bu, üretim süreci içerisinde ortaya çıkan kapitalist tarafından elkonulan artı-değerle mümkün olmaktadır. Artı-değer, işçinin işgünü içerisinde ürettiği değerin, aldığı ücretten daha fazla olan kısmıdır. Hiçbir karşılık ödemeden sahiplendiği değeri sürekli üretmek ve daha fazla üretmek bütün kapitalistlerin biricik amacıdır. Kapitalist sermayesini ancak bu yolla büyütmektedir.

Kapitalizm meta üretiminin genelleştiği bir toplum biçimidir. Sermaye birikiminin yolu meta üretimine dayandığı için meta üretiminin kendisi amaç haline gelir. Tam da bu yüzden “üretmek için üretim”dir, kapitalizmin mottosu. Marks şunu söylüyordu: “Kapitalist üretimin amacı sermayenin kendisini genişletmesi, yani artı-emeğin ele geçirilmesi, artı-değer üretilmesidir.” (Marks, 2006: 223) Kapitalizmin gelişimi sarmal biçimde gerçekleşir. Üretim kendini tekrar etmez, sürekli genişler. Bu genişleme üretim sürecinin sonunda yatırdığından çok daha fazla değer elde etmesi ve bunun önemli bir kısmının yeniden üretime girmesinden kaynaklanır. Dolayısıyla kapitalist gelişme itilimi yalnızca artı-değerin üretilmesiyle değil genişletilmiş biçimde yeniden üretilmesidir. Marks tarafından kapitalist üretimin itici gücü olarak görülüp artı-değer üretimi meta üretim ölçeğinin genişlemesine paralel büyür. Daha fazla üretmek sermaye için can alıcı bir sorundur ve burada sermayenin işlevi, tarihsel rolü gündeme gelir.

 

Sermaye birikiminin sınırı: Emek üretkenliğinin gelişmesi

Marks, “Bu üretim tarzının kendine özgü niteliği, sermayenin mevcut değerini, bu değeri en yüksek noktaya ulaştığında bir araç olarak kullanmasıdır.” (age: 221) diyor. Sermaye mevcut değeri, artı-değer üretmek üzere girdiği üretim süreciyle yükseltebilir. Fakat sermaye şu veya bu derecede bir artışla yetinmez. “Yetinmek” onun doğasına aykırıdır. Sermaye grupları içindeki rekabet öylesine keskin ve yıkıcıdır ki; birinin gerilemesi diğerlerinin onu yutması için harekete geçmelerini koşullar. Bu yüzden sermayenin doğası “mevcut değeri en yüksek noktaya ulaştırma” yönünde kuruludur. Burada belirleyici rol toplumsal emeğin üretkenlik düzeyinin yükseltilmendedir. Emeğin üretkenliği meta kitlesinin büyümesi ile somutlaşır.

Meta kitlesinin büyümesi kuşkusuz daha fazla değer ve onun içerdiği artı-değer demektir. Fakat ayırt edici meta üretim kitlesinin büyümesi değil nasıl büyüdüğüdür. Daha fazla üretim aracı ve işgücü (üretken sermaye) kullanmak suretiyle manifaktürel üretimde de metaların kitlesi artırılır, sermaye birikimi yükseltilir, özgün kapitalist üretim tarzı bu yöntemi kullanmakla birlikte ona özgü olan emeğin üretkenlik gücünün yükseltilmesidir, üretici güçlerin gelişimindeki evrime ya da gerçekleşen devrime çok kısa da olsa değinmekte yarar var.

Manifaktür el emeğine dayalı bir sanayidir. Elin yeteneği, gücü üretim kapasitesini belirler. İş yerinde, işbölümünün varlığı çığır açıcıdır fakat bu, kişi el merkezli ve dolayısıyla mekaniktir. Elin gelişmiş düzeyinin hegemonya altında olduğu ve gelişimin sınırlarını el belirlediği için, manifaktür sanayinin teknik yapısı dardır. Sermaye birikimi işgücü sayısında artış ve emek zamanını uzatmaya bağlı yaşanmaktadır. Elin ustalığı ve gücüyle sınırlı dar teknik temel, emeğin üretken gücünün derecesini de belirlemiş yani somutlamış olur.

Makineli büyük sanayi ile birlikte merkezinde elin güç ve maharetinin bulunduğu ve buna uygun düzenlenmiş işbölümüne dayanan üretim biçimi yıkılmış-aşılmış, buhar gücünün, birçok işi aynı anda yerine getiren karmaşık makinelerin belirlediği üretim tarzı ortaya çıkmıştır. İlkel komünal dönemden manifaktüre değin üretim araçlarının gelişimiyle çok önemli mesafeler alınmış olmasına rağmen, el hep merkezde olduğu, onun güç ve hünerinin üretime damgasını vurması nedeniyle gelişmeler belli bir sınırı aşamamıştır. Makineli büyük sanayi, sınırlarını elin belirlediği dar teknik temeli yıkarak, emeğin üretken gücü önündeki engelleri ortadan kaldırmış oldu. Makinelere dayalı üretim tarzı elin egemenliğine son verdiği, elle sınırlanmış üretici güçlerin, bu engeli yıkarak gelişimin önünü bütünüyle açtığı için devrimci bir niteliğe sahiptir.

Üretici güçler önündeki engelin yıkılması, sermaye için mevcut değerini en yüksek noktaya ulaştırma yolunu açtı. “Aynı sayıda işçinin, daha fazla makine ve genellikle daha çok sabit sermaye kullanması sayesinde aynı sürede, yani daha az emekle, gitgide artan miktarda ham ve yardımcı maddeleri ürüne çevirmesi olgusu” (age: 189), yani emeğin üretken güçlerindeki gelişme olgusu daha büyük miktarda değerler kitlesi yaratmayı sağlar ve böylece sermaye için en yüksek değere ulaşma koşulu oluşur.

Üretici güçlerin gelişmesi eskisinden daha ileri bir teknoloji ve onun ürünü olan makinelerin kullanılmasıdır. Böylece bir işçi bir metadan öncekinden katbekat fazlasını üretir duruma gelir. Bu bir metanın üretilmesi için gerekli emek-zamanı aynı miktarda azaltır ve bununla birlikte artı-emek zamanını artırmış, daha çok miktarda bir artı-değer üretilmiş olur.

Emeğin üretkenliğindeki artış, toplam sermaye açısından değişmeyen sermaye kısmının büyümesi, değişen sermaye kısmının ise azalması ya da kendini koruması sonucunu doğurur. Bundandır ki emeğin üretkenliğinde sağlanan her gelişme daha fazla bir değişmeyen sermaye kullanılmasını koşullar ve böylece kâr oranında düşüşe yol açar. Bilindiği gibi kâr oranı yatırılan toplam sermaye (değişmeyen sermaye+değişen sermaye) ile elde edilen artı-değer arasındaki orandır. Buna rağmen sermaye organik bileşimini yükseltmeye (değişmeyen sermayenin değişen sermayeye göre büyümesi) gidiyorsa ve dolayısıyla emeğin üretken gücünü yükseltiyorsa bu, üretilen metaların miktarını artırmasından, artı-değer kitlesini büyütmesinden dolayıdır. Değer ve onun içerdiği artı-değer metalarda kristalizedir. Artan emek üretkenliği metaların miktarını görülmemiş ölçekte büyütürken meta kitlesiyle birlikte değer ve ona dahil olan artı-değer kitlesi de büyür.

Sermaye, varlığını ve sürdürülür oluşunu borçlu olduğu büyüme olgusuna kaldıraç görevi görmesi nedeniyle organik bileşimini yükseltir. Sermaye birikim yasalarının dayattığı bu edim, her bireysel sermaye özgülünde çok daha güçlü ve daha “gözü kara” biçimde gerçekleşir.

Bireysel, bağımsız sermayeler, işleyen birikim ve rekabet yasasına tabi olarak emeğin üretkenliğini (elbette artı-emek zamanını artırıyorsa) yükseltmeye yönelir. Sermaye birikimi ile üretim ölçeği arasında kurulu nedensellik ilişkisi piyasa nehrine doğru … gibi meta akmasına yol açar. Pazar meta-sermayenin para-sermayeye dönüştüğü yerdir. Bu dönüşüm gerçekleşmeli ki kapitalist üretim sürecinin devri tamamlanmış, üretilen meta formundaki değer (tabii içerdiği artı-değer) gerçekleşmiş, para formundaki sermaye değere ve yeniden değer üretmek üzere meta-sermayeye dönüşmüş olsun. Bu devrevi hareketi sermaye birikimine götüren, genişletilmiş yeniden üretim sürecidir. Tıkanması, gerçekleşmemesi halinde kriz açığa çıkar.

 

Aynı sürecin iki yönü; üretim ve dolaşım alanı

Kapitalist üretim süreci üretim ve dolaşım biçiminde karşıt iki kutuptan bu kutupların birliğinden oluşur. Sermaye mevcut değerini artı-emeği ve bunun cisimleştiği değeri gasp ettiği yer olan fiili üretim sürecinde yükseltir. Fakat sermayenin üretim alanındaki değerlenişi meta-sermaye biçimindedir. Sermaye sürekli bir değer artışını, sürekli üretimi amaçlar, dolayısıyla üretilen meta-sermayenin para-sermayeye ve yeniden meta-sermayeye dönüşmesi sürekli yeni devirler biçiminde, hareketini artırarak devam ettirmesi gerekir. Bunun gerçekleşmesi için meta-sermayenin kendisiyle eş-değer para sermayeyle değişmesi, bunun için dolaşıma girmesi gerekir. Marks’ın sözleriyle durum şöyledir: “Elden geldiğince çok artı-emek sızdırılıp metalarda maddeleşir maddeleşmez, artı-değer üretilmiş olur. Ne var ki, bu artı-değer üretimi, kapitalist üretim sürecinin ancak birinci perdesini –doğrudan üretim sürecini- tamamlar… Şimdi sürecin ikinci perdesi gelir. Tam metalar kitlesi yani değişmeyen ve değişen sermayeyi yerine koyan kısmı ile artı-değeri temsil eden parçayı da içeren toplam ürünün satılması gerekir.” (age: 216-217) Bu satış metanın para biçimini almasını ve böylece yeniden üretim için, sermayenin maddi unsurlarına (üretim araçları ve işgücüne) dönüşmesini sağlar. Marks eğer bu yapılmaz yani toplam ürün satılmaz ya da kısmen satılmazsa “işçi aslında sömürülmüştür, ama bu sömürü kapitalist sömürü olarak gerçekleşmemiştir” diyor. Ve buradan sömürü koşullarıyla sömürünün gerçekleştiği koşullar ayrımına giderek, bunların özdeş olmadığını sonucunu geliştirir.

İşçinin ürettiği değer ve onun parçası olan artı-değerin cisimleştiği metalar satılıp paraya dönüştürülmez ve patronun elinde kalırsa, elden çıksın diye çok ucuza satılır veya depolarda bozulursa üretimin amacı olan sermaye birikimi gerçekleşmemiş olur. İki süreç (üretim ve dolaşım süreçleri) ya da iki koşul arasındaki işbirliği, tam da bu nedenden dolayı sermaye için varoluşsaldır.

Üretim ve dolaşım süreçleri ya da aynı anlama gelmek üzere sömürünün üretildiği koşullarla sömürünün gerçekleştiği koşullar farklı sorunlara, farklı çelişki ve gelişim dinamiklerine sahiptir. Vurgulamak gerekir ki her birini farklı yasalar yönetir. Aralarındaki bu özel farklılığa rağmen birbirlerinin varlık nedenleridir. Aralarında sözünü ettiğimiz içsel birlik bu zorunlu ilişkiyi anlatır. Üretim ve dolaşım kutupları arasındaki ilişki antagonisttir ve egemen yönü üretim alanı oluşturur: bu çelişkili birlik mevcut birlik durumunu koruduğu sürece kapitalist üretimi geliştirir, meta toplamına itilim kazandırır. Birlik işledikçe genişletilmiş yeniden üretim süreci işliyor olur. Böylece yeni üretim dalları ortaya çıkar, yeni emek süreçleri, yeni yatırımlar gerçekleşir, sermaye yoğunlaşması devam eder vs. Kısacası kapitalizm derinlemesine ve genişlemesine gelişir.

 

Sermaye birikiminin kaçınılmazlığı aşırı üretim

Fakat, dolaşım sürecinin üretim sürecine tabi durumu, belli koşullarda ortadan kalkar, aralarındaki birlik kopar, kapitalist üretim sürecinin göreliliği ortaya çıkar. Klasik ekonomi politik sadece üretim ve dolaşım arasındaki birlik durumunu görür. Onun çelişkili bir birlik olduğunu ve çatışmalı bir biçimde ilerlediğini, aynı özelliğin gelişmenin “motoru” olduğu kadar onu yıkıma götürecek koşulları da oluşturduğunu görmez. Birliğin aynı zamanda çelişki-çatışma olduğunu reddettiği için kapitalizmi mutlaklaştırır ve elbette kapitalizme içkin olan krizler sorunun reddeden analizler yapar.

Dolaşım süreci, bütün kanalları metalarla dolduğu, piyasalar metalarla dolup taştığı için isyan eder; üretim sürecinin aktaracağı yeni metaları kabul etmez. Bu durumda sermayenin yeniden üretim çarkı yavaşlar ya da durur. Sermaye işgücünü sömürmüş, artı-emeği sızdırmıştır ama onu paraya çevirememiştir. Sonuçta artı-değer de dahil üretilmiş değerler depolarda kalır, bozulur, yıpranır ve sermaye değerlenmek yerine değersizleşir vs. Resmettiğimiz bir kriz tablosudur. Kapitalizmde daima bir olasılık olarak bulunan ve koşullar oluştuğunda kendini en yıkıcı biçimde gösteren kriz durumu.

Kriz kapitalist üretimin artı-değer üretimine/sermaye birikimine dayanması nedeniyle bir zorunluluktur. Sermaye, çok büyük bir parçasını bir anda değersizleştirip yok eden krizden yakasını kurtaramıyorsa bu, kendini üretirken krize dönüşecek koşulları da üretip olgunlaştırmasındandır. Sermaye, kendi gelişimiyle birlikte krizi biriktirdiğinin farkındadır ve iki yüz yıllık kriz deneyiminden öğrenerek krizin yerle bir etmeyeceği bir birikim için yöntemlere, örgütlenmelere başvurmaktadır. Bunlara değineceğiz fakat bilinmeli ki kriz, kapitalist üretimde sermaye birikim olgusunun karşıt kutbudur. Kriz olasılığının yok olması demek sermaye birikim sürecinin yok olmasıdır. Bundandır ki Marks krizi kapitalizme içkin bir olgu olarak değerlendirmiştir.

Marks, “Kapitalist üretimin tüm niteliği, yatırılmış bulunan sermaye değerin kendisini genişletmesiyle birleşir” diyordu. “Yani önce elden geldiğince fazla artı-değer üretimiyle; sonra sermaye üretimiyle, böylece de artı-değerin sermayeye dönüşmesiyle belirlenir.” (Marks, 1979: 88) Sermaye değerin kendini genişletmesi artı-değer üretimine, artı-değer üretimi de meta üretimine bağlıdır; “elden geldiğince fazla artı-değer üretme” amacı, sermayeyi doğrudan krizin kaynağı aşırı meta üretimine götürür. Sermaye ve doğal olarak bireysel kapitalist (kapitalist, sermayenin bireylerde kişileşmiş halidir), “daha fazla kâr” amacı güttüğü için, daima üretim ölçeğini büyütmeye odaklanır.

Marks, “üretimin sınırlarını kapitalistin kârı belirler” der. Kârı amaç edinmiş kapitalist, meta üretimini şu veya bu sınırda tutmaya değil, emeğin toplumsal üretkenliğini geliştirerek üretimi sınırlayan engelleri yıkmaya çalışır. Sermaye birikiminin genel yasalarının zorunlu kıldığı bu davranış aşırı üretimin de kaynağıdır. Aşırı üretim olgusuyla ilgili diğer bir etken her bireysel sermaye arasında yaşanan rekabettir.

Kapitalist meta üretimi farklı yasaların geçerli olduğu ve kapitalistlerin denetimine tabi olmayan, onlardan bağımsız olan piyasalara dönük üretimdir. Kapitalist, pazarlarda fiili üretim alanında kurduğu gibi bir egemenlik kuramaz. Kapitalist üretim alanının her ayrıntısını belirleyebilir, ama iş dolaşıma geldiğinde değişir. Bütün kapitalistler içlerindeki kâr dürtüsüyle, kendilerinin tayin edici olamadığı bu pazarlara üretirler. Kapitalist özünde duran pazarda etkili olmak, rakiplerini geride bırakmak biçimindeki “can alıcı” sorunu üretimde yeni yöntemlerle aşmaya çalışır. “Rekabet savaşı, meta fiyatlarının ucuzlatılmasıyla verilir. Meta fiyatlarının ucuzluğu cæteris paribus (öteki şeyler aynı kalmak koşuluyla), emeğin üretkenliğine ve bu da, üretimin boyutlarına bağlıdır.” (Marks, 2000: 597) Metaların fiyatlarının ucuzlaması bir metanın üretimi için gerekli emek-zamanının kısaltılmasıyla olur. Böylece aynı işgünü içerisinde üretilen metaların kitlesi büyür. Piyasada rakiplerinin önüne geçmek üzere gerçekleşen fiyat düşüklüğü, tamamen fiili üretim alanında yaşanan emek üretkenliğinin eseridir. Kapitalistin yatırım yaptığı yeni teknoloji ona artı-emek zamanını uzatma imkanı verir. Bu yatırım sermaye bileşimini büyütse de yeni teknolojiyi kullanan ilk kapitalist(ler) elde edilen yüksek üretkenlik sayesinde diğerlerine göre artı kâr ve rekabet avantajı yakalamış olur. Bu diğer kapitalistlerin de aynı teknolojiye geçmesi ve söz konusu tekniğin genelleşmesine kadar sürer, sermayeler arası rekabet yasasının bir yansıması olarak yakalanan toplumsal emeğin üretken gücündeki gelişme aşırı üretime daha bir imkan sunar, ona boyut kazandırır.

Yeniden Marks’ı dönelim: “Sermayenin amacı belli gereksinimleri karşılamak olmayıp, kâr üretmek olduğu ve bu amacı, üretimin ölçeğini üretimin kitlesine uyduracak yerde, bunun tersini sağlayan yöntemlerle gerçekleştirdiği için, kapitalizm altında sınırlı boyutlarda tüketim ile, durmadan bu kendisine özgü engeli aşmaya çalışan üretim arasında sürekli bir gedik olması zorunludur” (Marks, 2006: 227) Arz-talep odaklı, gereksinimlerin karşılanması amaçlı değil, kâr için üretim, meta üretim ölçeğini sınırsız düzeyde büyütmeye doğru bir eğilim oluştururken, tüketimin kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerine bağlı olarak sınırlandırılması… Birbirine bağlı bu karşıt yönde eğilimler aşırı üretimin kaynağı ve nedenidir.

Aşırı üretim olgusu kapitalist gelişme sürecinde geliştirici ve yıkıcı olmak üzere ikili bir rol oynar. Öncelikle pazarların genişlemesi, dolaşımın kesintisiz biçimde sürmesine katkı sunar. Bu onun “olumlu” rolü ise, dolaşım kanallarının tıkanmasına, üretim ve dolaşımın birbirini bütünleyen bağın kopmasına yol açması ve krizlere neden olması onun “olumsuz” rolüdür. Burjuvazi, aynı zamanda toplumun ihtiyaçlarına dönük üretim yaptığına inanır, dolayısıyla onun için aşırı üretim sorunu yoktur. Klasik ekonomi politiğin yaklaşımı tam da böyledir, aşırı üretimin olmadığını savunur, krizler ise sadece rastlantısaldır onlara göre. Marks “oysa bu olgu, bu itirazlara aldırış bile etmemektedir” diyerek realiteye işaret eder ve devamla şöyle der: “Kısacası apaçık aşırı üretim olayına karşı öne sürülen bütün bu itirazlar… kapitalist üretimin engellerinin, genel olarak üretimin engelleri olmadığı ve bu nedenle, bu özgül, kapitalist üretim tarzının engelleri bulunmadığı tartışmasına gelir dayanır.” (age: 228)

 

Üretim anarşisi

Artı-değer  üretimi, üretimin ilk ve en yakın amacı (Marks) olmasıyla birlikte aşırı üretim olgu galine gelmiştir. Sermaye sürekli geliştirdiği emek üretkenliğiyle üretim ölçeğinin sınırlarına saldırır, zira sermaye için sınırlar yalnızca aşılmak için vardır. O, bunu yaparken öncelinden çok daha fazla gerçekleştirdiği üretimle piyasanın da sınırlarını zorlar, onu genişletir. Burada aşırı üretimin “olumlu” rolünü görüyoruz. Ta ki piyasalar üretim alanından akan metaları massedemez duruma gelinceye dek bu böyle devam eder. Üretim ve dolaşım çarkının birbirine geçmediği bir momentte aşırı üretime uyanılır. O zaman fark edilir: çarklar aşırı üretim nedeniyle birbirinden fırlamıştır. Burayı biraz açalım.

Genel bir sermaye değil, tek tek bireysel sermayelerin olduğunu Marks söylemişti: Dolaşım alanına akan metalar bu bireysel sermayelerden gelir. Her bireysel sermayenin kendi doğasının emrine uyarak gerçekleştirdiği üretmek için üretmek/artı-değer için üretmek hareketi üretim anarşisini doğurmuştur. Kapitalizmin çelişkisinin kapitalist gelişmeye paralel keskinleştiği gerçeği üretimin anarşik niteliği için de geçerlidir. Merkantilist dönemle özdeş “ticaret savaşları”nı hatırladığımızda manifaktür üretim biçiminde de üretimde anarşi olduğunu görürüz. Fakat makineli büyük sanayiye geçişle başlayan tröst, tekel, uluslararası tekeller ve bunların damgasını vurduğu emperyalizmle birlikte üretim anarşisi derinleşmiş, daha güçlü bir boyut kazanmıştır. Konuyla ilgili şu sözler önemlidir: “Ama kapitalist üretim biçiminin toplumsal üretimle bu anarşiyi kendisi aracıyla artırdığı başlıca alet, gene de anarşinin tam karşıtı idi: Üretimin, tek başına alınmış her üretim kurumundaki toplumsal üretim olarak, artan örgütlenmesi.” (Engels, 2003: 391) Engels yoldaş işbölümünün işyerinde ve olabildiğince çeşitlendirilmiş-geliştirilmiş olmasına, üretimin her bir aşamasının bütün ayrıntılarıyla birlikte bilimsel olarak incelenip önceden planlanarak en örgütlü biçimde gerçekleşmesine vurgu yapıyor. Bu, kapitalizmin geliştiği ayakları üzerinde dikilmeye başladığı dönemden itibaren ortaya çıkan bir olgudur. Bu olgu kapitalist gelişme üzerinde olağanüstü etki yapar, mahmuzlayıcı bir rol oynar. Böylece özgün kapitalist üretim tarzı “Her fabrikadaki toplumsal örgüt ile üretimin bütünündeki toplumsal anarşi çelişkisini [üretir].” (Engels, 2003: 405)

Üretimin bütününde yaşanan üretim anarşisi ya da anarşik üretim birikim ve rekabet cangılındaki her bireysel sermayenin kendini var etme hareketinden başka bir şey değildir. Ve onun bu doğal hareketi aşırı üretim sonucuyla birlikte ilerler. Aslında bütün bireysel sermayelerin yaptığı, aşırı kâr amacını gerçekleştirmekten daha fazla değildir! Rekabetten yenik çıkmamak için ellerinden geleni yaparlar ve her biri birbirinden bağımsız olarak dolaşıma oluk gibi meta akıtırlar. Marks yoldaş bu işleyişi “kapitalist üretim yasası” olarak tanımlıyor ve diyor ki: “piyasanın bu nedenle sürekli genişlemesi ve böylece piyasa ilişkilerinin ve bunları düzenleyen koşulların, gitgide üreticiden bağımsız bir doğa yasası biçimine girmesi ve her geçen gün daha denetlenemez hale gelmesi zorunludur.” (Marks, 2006: 217) Marks’ın sözlerinin özü şudur; sermaye birikimi üretim anarşisi ve aşırı üretim olmaksızın düşünülemez. Bu olgular işler yolunda gittiği sürece (Marks) sermaye birikim aracı işlevini en mükemmel biçimde yerine getirirler. Fakat işler bozulmaya ve kriz yüzünü göstermeye başladığında krize yatak olan, krize kaynaklık eden araçlar olduğu görülür.

Kriz, sayısız bireysel sermaye tarafından dolaşıma sokulup, bu sermayeler tarafından üretilip pazarlara oluk gibi akıtılan metaların artık satılamaz olması, depolarda, raflarda yığılıp kalmasıyla yaşanır. Muazzam miktarlarda meta-sermaye vardır ama, satılamaz durumdadır. Muazzam miktarda sabit sermaye vardır ama yeniden üretim sürecindeki tıkanıklık nedeniyle çoğu kullanılamaz durumdadır. (Marks) Dolaşım sürecinin üretim sürecine tabi olmaktan çıktığı zamanların içine girilmiştir; piyasalar bir durgunluğa uyanır ve bunun ne kadar süreceği belli olmaz. Metalar raflarda, depolarda birikip beklediği için, üretildiği fabrikalarda bantlar yavaşlar, üretim miktarı alabildiğine düşürülür. Ne kapitalistin fabrikadaki mallarına talep vardır ne de tüccarın elindekilere. Kapitalist açısından metalar paraya çevrilmediği için bir yeniden üretim sorunu yanında, bir de ödeme sorunu mevcuttur. Aşırı kâr hırsının gereği olarak üretim ölçeğini büyütürken krediye, poliçe sistemine başvurmuştur. Metalar para-sermayeye dönüşmediği için borçları ödeyemez duruma düşer. Kredileri erteleme, meta fiyatlarını düşürme gibi aldığı bir dizi zorunlu tedbir sorununu çözmez. “Bu karışıklık ve durgunluk, paranın… ödeme aracı işlevini felce uğratır. Belirli tarihlerde vadesi dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına… yeniden üretim sürecinde gerçek bir düşmeye yol açarlar.” (Marks, 2006: 225) Kriz hemen her kapitalisti pençesine alır, kapitalistler için artık kâr değil zarar zamanıdır. Her kapitalist canını kurtarmaya, krizi en az zararla atlatmaya çalışır. Rekabet bu koşullarda bir savaş niteliğine bürünür. Çok büyük boyutlarda bir sermaye değeri yok olup gideceği, daha zayıflardan başlayarak “güçlülere” doğru bir seyirle kapitalistlerin batıp-çıkacağı-yıkılacağı süreç işler.

Piyasaların aşırı dolu olmasının getirdiği fiyat düşüşleri, yeniden üretim sürecinde ortaya çıkan duraklama, kâr için üretimden ve ona yapışmış aşırı meta üretiminden bağımsız düşünüldüğü sürece, yaşanan kriz daima bir sapma, bir tesadüf olarak yorumlanacaktır. Aslında bir üretim biçimi içerisinde yaşanagelen olaylar, bütünüyle, o üretim biçiminin birbirine bağlı içsel hareketlerinin, belli koşullar altında açığa çıkmasıdır. İnsanların kendi iradelerinden “bağımsız” gelişen hareketleri tesadüflerle açıklaması andaki metafiziğin yansımasıdır. Kriz gibi, ticari ve ekonomik süreçler üzerinde altüst edici etki yapan gelişmeler, bütünüyle zorunluluğun gerçekleşmesidir. Engels şöyle diyordu: “Bir toplumsal çalışma; bir dizi toplumsal olgu, insanların bilinçli denetiminden ne kadar kurtulur ve onları ne kadar aşarsa, o kadar rastlantıya bağlıymış gibi görünür ve bu olguların kendilerine özgü iç yasaları, bu rastlantı içinde, kendilerini o kadar doğal bir zorunluluk gibi kabul ettirirler. Meta üretimi ve meta değişimindeki rastlantıları da benzer yasalar yönetir.” (Marks ve Engels, 1979: 404) Krize kaynaklı eden aşırı üretim olgusu, birbirine bağlı iki alana özgü yasaların eseridir. Bunlardan ilki meta üretim alanıyla ilgilidir ki bunun merkezinde artı-değer/sermaye birikimi bulunmaktadır. İkincisi ise dolaşım alanıyla ilgilidir ve artı-değerin gerçekleşmesini içerir. Aşırı üretim meta üretim alanını belirleyen yasaların ürünü olmasına rağmen, onun somut bir görünüm kazanmadığı yer dolaşım alanıdır. Bu alandaki hareketlerin yasaları aşırı üretim sorununu açığa çıkarır.

Kilit mesele üretim-tüketim ilişkisidir. Bu ilişki üretimin kâr nedeniyle sınırsız, tüketimin ise kapitalist bölüşüm ilişkileri nedeniyle sınırlı olduğu dengesiz bir ilişkidir. Klasik ekonomi politik arzla talebin birbirini dengelediği iddiasıyla aşırı üretimi reddediyordu. Bu ekolün önemli düşünürü Say “arz talebi yaratır” ya da “her alış bir satıştır” görüşüyle aşırı üretime savaş açıyordu. Marks metasını paraya çeviren kapitalist neden hemen meta alsın, diye soruyordu. Paranın ödeme aracı dölünden habersiz gibi düşünüyordu ekonomi politikçiler. Marks şöyle söylüyordu: “Hammadde üretiminin, yaygın bir şekilde, kapsamlı ve ırak görüşle denetimi düşüncesi, yerini bir kez daha talep ile arzın birbirlerini karşılıklı olarak düzenleyecekleri inancına bırakır. Ve şurasını kabul etmek gerekir ki böyle bir denetim, bütünüyle kapitalist üretim yasalarına aykırıdır ve ebediyen dindarca bir dilek olarak kalır.” (Marks, 2006: 109)

Üretim ve dolaşım alanı arasındaki çelişki, kapitalist üretimin niteliği üretimin tüketimle dengelendiğini boşa çıkartır. Ya da gerçeğe rağmen dindarca bir dilek olarak kalır. Marks tüketimin sınırları hakkında şunu söylüyordu: “Toplumun büyük bir kesiminin tüketimini, az çok dar sınırlar içerisinde değişen bir asgariye indirgeyen uzlaşmaz karşıtlık halindeki bölüşüm koşulları temeline dayanan tüketim gücü ile belirlenir.” (Marks, 2006: 217) Üretim hala, tüketim bölüşüm ilişkisiyle sınırlanıyor.

Bölüşüm sorunuyla devam edelim.

Bölüşüm emek süreci içerisinde üretilmiş değerle ilgili bir sorundur. Kapitalizmde bu değer toplumsal biçimde üretilir. Fakat, üretilen değer onu üretenlerce değil, üretim araçlarının sahibi tarafından sahiplenilir. Bu üretim biçimi doğrudan üreticilerin üretim ve geçim araçlarından kopartılması, mülksüzleştirilmesi, öte yandan üretim ve geçim araçlarının, kapitalistlerin elinde toplanması zemini üzerinden gelişir.

Üretim ve geçim araçlarının sermaye niteliği kazanmış olması, kapitalist mülkiyet biçiminin ayırt edici özelliğidir. İçerdiği bu potansiyel sermaye niteliği işgücüyle buluşması, işgücü tarafından harekete geçirilmesi halinde gerçek sermayeye yani kendini büyüten, mevcut değerinden daha fazla bir değere dönüşen sermaye niteliği harcanır. İşgücünün kapitalist tarafından satın alınması, emek sürecine meta olarak dahil edilmesinin de nedeni budur.

İşçilerin bölüşümden aldığı pay, işgücünü yeniden üretecek kadardır. Yani karnını doyuracak kadar! Ürettiği değerin en büyük dilimine kapitalist el koyar. Kapitalist özel mülkiyet, üretimin toplumsal niteliği gibi bölüşümün de toplumsal biçimde yapılmasının engelidir. Bu üretim ve bölüşüm biçimi bir yanda karın tokluğuna çalışmaya, sefalete mahkum edilmiş emekçiler, diğer yanda büyük zenginliklere sahip kapitalistler biçiminde bir karşıtlık oluşturur. Kapitalist bu karşıtlığı üreten ilişkileri sürekli üreterek tabloyu pekiştirir.

Kapitalizmin sürekli yoksulluk üreterek sermaye birikimini büyütmesi, diğer başka koşullarla birlikte pazarların yavaşlaması, meta satışlarının asgariye inmesi gibi sonuçlar doğurur. Bu sonuç, diğer üretilmiş fakat sermaye para-sermayeye dönüşmemiş, sömürü üretilmiş fakat gerçekleşmemiş biçimde bir paradokstur. İşgücünü vampir gibi emerek büyüyen sermaye, bu eylemin sonuçlarıyla aşırı üretim olgusunu açığa çıkarır, görünür kılar ve kriz gerçeğiyle yüzleşir. Engels sorunu şöyle koyuyordu: “Kapitalist üretim tarzının dar çerçevesiyle bağlanmış bulunan büyük sanayi bir yandan tümüyle halkın büyük yığınının gittikçe artan proleterleşmesine yol açarken öte yandan sürümü olanaksız gittikçe daha önemli miktarda üretim yaratır. Aşırı üretim ve yığınların yoksulluğu, her biri ötekinin nedeni olmak üzere, işte büyük sanayiin sonucu olan ve kaçınılmaz olarak üretim tarzının biçim değiştirmesi yoluyla üretici güçlerin özgürlüğünü gerektiren anlamsız çelişki budur.“ (Marks ve Engels, 1979: 449) Sorun budur. Kapitalist bölüşüm ilişkileri sermaye birikimine dayanan kapitalist üretim ilişkilerinin bir boyutudur ve bu üretim ilişkisinin ürünü olan aşırı üretim, bölüşüm biçimiyle somutlanır.

 

Eksik tüketim kapitalizmin özünü gizler

Klasik ekonomi politiğe göre bütün mesele emekçilerin eksik tüketim yapmasıydı: “Eğer emekçiler daha fazla tüketirse pazarlardaki durgunluk, rastlantısal olan krizler de ortaya çıkacak” söz konusu yaklaşım Engels’in şu sözlerini akla getiriyor: “Kapitalist üretim biçiminden ürünlerin bir başka bölüşümünü beklemeye gelince bu, bir bataryanın elektrotlarından, bataryaya bağlı oldukları halde, suyu ayrıştırmamalarını ve pozitif kutupta oksijeni, negatif kutupta da hidrojeni açığa çıkarmamalarını istemek gibi bir şey olur.” (Engels, 2003: 393)

Klasik ekonomi politiğin tüketimi esas alan yaklaşımı sonraki yıllara da devretmiş, bilhassa durgunluk görüldüğünde eksik tüketim konuşulmuş, tüketimi öncelleyen politikalar, kapitalizmin çelişkilerine çözüm olarak sunulmuştur. Bunların en bilineni Keynes’tir. Bugün kapitalizmin üçüncü büyük krizi konuşulurken “Yeni Keynescilik”in parlatılması anlamlıdır. Şunu da belirtmeliyiz: eksik tüketim anlayışı kapitalizmin “Büyük Bunalım” dönemiyle (1929-1940) reformist, sınıf işbirlikçi anlayışlara, bu anlayışların başlıca argümanlarına dayanak oldu; sosyal dengeleri bu anlayış sahiplenince idealize edildi.

Eksik tüketim kriz sorununa verilmiş yanlış bir cevap veya yanlış cevaba yönlendirmedir. Çünkü kapitalist üretim artı-değer için üretimdir, bu da tüketim sınırlarına göre değil, emek üretkenliğinin gelişme sınırlarına göre üretmek demektir. O halde eksik tüketimden önce aşırı üretim sorunu vardır. Ve eksik tüketim yanlış bir cevaptır çünkü bölüşüm ilişkisi üretim ilişkisinin dışında bir olgu değildir, onun parçası, bir boyutudur. Mevcut sermayenin emek sürecinin sonunda olabilecek en yüksek noktada birikmesi bölüşüm biçiminin eseridir. Bu, sefalet ve zenginliğin karşıt kutuplar olarak büyümesi demektir. O halde eksik tüketimden önce bölüşüm sorunu vardır ve kapitalist üretim biçimi tam da böyle bir bölüşüm ilişkisine dayanır. Saydığımız bu iki neden gösteriyor ki eksik tüketim anlayışı sömürünün üretildiği yapıyı görmüyor veya görmezden geliyor. Sömürü üretimden dolayısıyla artı-değer üretimi ve onun kapitalistçe mal edilmesinden kopartılmış bir kapitalizmdir eksik tüketimin hareket noktası.

Marks ve Engels’in eksik tüketime dayalı kriz yaklaşımına şiddetle karşı çıkmaları kapitalizmin içini boşaltıyor oluşundandır. Benzer bir denemeye Dühring kalkışıyor. Dühring bunalımların aşırı üretimle açıklanmasına “alışılmış tarz” diye dudak büküyor ve bunalımlarla ilgili “özgün” bir yaklaşım geliştirmeye çalışıyor. Geldiği yer sonuçta eksik tüketim oluyor. Engels yığınların eksik tüketiminin yeni olmadığını belirtip “sömüren ve sömürülen sınıflar var olduğundan beri, bu olay da vardı” diyor. “Oysa pazarın üretim fazlalığı sonucu olan bunalımlarda patlak veren durgunluğu ancak elli yıldan bu yana duyulur bir duruma geldiğine göre, yeni çatışmayı yeni aşırı üretim olayıyla değil binlerce yıllık eksik tüketimle açıklamak için, bay Dühring’in tüm bayağı iktisat yavanlığı gerek” diyor. (Engels, 2003: 409)

Eksik tüketim bir realitedir. Engels’in ifadesiyle bunalımlar üzerinde bir rolü de mevcuttur ancak krizin kaynağı kapitalizmin özü olan birikim ve rekabet yasalarının eseri olan aşırı üretimdir. Eksik tüketime böyle kriz açıklaması atı arabanın önüne değil arkasına koşmak gibidir.

Marks’ın aynı konu hakkındaki sözleri zihin açıcıdır. Şöyle diyordu: “Bir kimse, eğer, işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu kötülüğe bir çare bulacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa, bunalımların, daima ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi sınıfının yıllık ürünün tüketime ayrılan kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek yeterli olacaktır.” (Marks, 1979: 435)

***

Kapitalizmin ticari-ekonomik krizi hakkında aşırı üretimi dıştalayan her değerlendirme, kapitalizm hakkında sorunlu bir kavrayışa sahip demektir. Kapitalizmin sermaye birikimine dayalı bir sistem olduğunu söyleyip, aşırı üretimi reddetmek birikimin kaynağını/artı-değeri reddetmektir. Sermaye birikimiyle aşırı üretim arasındaki zorunlu ilişki nedeniyle kapitalizme içkin olgudur krizler. Nasıl ki sermaye birikimine dayanmayan bir kapitalizm imkansızsa, krizsiz bir kapitalizm de imkansızdır. Lenin, kapitalizmin küçük burjuva eleştirmenlerinden bahseder, onların kapitalistlerden “yarı aç ve yoksulluk içinde bir yaşam sürdüren halk kitlelerinin yaşam düzeyinin yükseltilmesi” beklentisi içinde olduklarını belirtir. “Fakat” der “o zaman kapitalizm, kapitalizm olmazdı, çünkü eşitsiz gelişim gibi kitlelerin yarı aç durumları da bu üretim tarzının özsel, kaçınılmaz koşulları ve öncülleridir” (Lenin, 2001: 65) Kitlelerin sefalet içindeki yaşamları sermaye birikim ve rekabet ilişkilerinin sonucudur ve bu ilişkilerin bir dışa vurumu da aşırı üretimdir.

Sermaye birikimi pazarların genişlemesini, kapitalizmin gelişmesini sağlar. Genişleyen iç ve dış pazarlar aşırı üretime çözümmüş gibi görülebilir. Bu, “mantıklı” gibi gelse de üretim kitlesinin de büyüdüğü, hatta pazardaki her genişlemenin, kendi genişleme sınırlarından çok daha fazla bir üretimi çektiği gerçeğini göz ardı eden yanılsamalı bir anlayıştır. Mesele açıktır: “Üretici güç geometrik oranla arttığı halde, pazarlar olsa olsa aritmetik oranla büyür”.  (Marks, 2000: 37) Engels, üçüncü ciltte düştüğü dipnotta (Marks, 2006: 434) ulaştırma ve iletişim araçlarındaki büyük ilerlemeye dikkat çekerek artık bir dünya piyasasının oluştuğunu belirtir. Yıl 1894’tür. Aynı dipnotta kapitalizmin genişlemesine ve derinlemesine diyeceğimiz nitelikte kaydettiği gelişmelere değinir. Engels bu gelişmelerle bunalımların engellenmesinin amaçlandığını da belirtir, sözü şu cümleyle bağlar: “Şu halde, eski bunalımların yinelenmesine karşı işleyen her etmen, kendi içerisinde, gelecekteki çok daha güçlü bir bunalımın tohumlarını taşımaktadır.” Şunu net olarak belirtmeliyiz: kapitalizmin her gelişmesi onun çelişkilerini de geliştirir, keskinleştirir. Lenin’in emperyalizmi kapitalizmin en yüksek aşaması diye tanımlamasıyla hemen beraberinde “çürüyen, can çekişen” vurgusu kapitalizmdeki ikili yönün dile gelişidir. Engels’in kapitalist gelişmeye koşut daha güçlü bir bunalım “öngörüsü” 1900’ün başlarına dek sürecek büyük bunalım ve diğerleriyle gerçeğe dönüşmüşse bu ikili durumdan (veya “teklik”ten) geliyor.

Kapitalizmin gelişmesi toplumsal büyümesi olarak gelişmesidir. Dünya çapında feodal ilişkilerin zayıflaması birincisinin gerçekleşen üretimin kapsamının büyümesi olarak gelişmesidir. Dünya çapında feodal ilişkilerin zayıflaması birincisinin yani bireysel üretimin gerilediğini gösterir; dünya çapında tekeller, uluslararası tekeller, “mega” tekeller olgusu da ikincisini yani toplumsal gerçekleşen üretim kapsamının ne derece büyüdüğünü gösterir. İşte gelişmenin bizatihi bu yönü kapitalizmi belirleyen çelişkinin, yani üretimin toplumsal niteliğiyle bireysel sahiplenme arasındaki çelişkinin büyüdüğü ve çok daha yakıcı bir nitelik kazanması demektir.

Bugün kapitalist bölüşüm ilişkileri düne göre çok daha insafsızca gerçekleşiyor. Dünyanın en zengin 80 kişisinin zenginliği (1.898 trilyon dolar) dünyanın yarısına (üç buçuk milyar insan) eşittir. Uçlarda birikimin ulaştığı seviyeyi anlatan bu rakamlar üretim anarşisiyle, aşırı üretimle birlikte yürüyor. Bugünkü krizin derinliği şu ana kadar krize önlem olarak geliştirilen tedbirle kolkola alabildiğine büyüyor.

Kaynakça:

1) Engels F. 2003 Ankara, Anti-Dühring, Sol Yayınları

2) Lenin V.İ 2001 İstanbul, Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, İnter Yayınları

3) Marks K. 2000 Ankara, Kapital cilt 1, Sol Yayınları

4) Marks K. §979 Ankara, Kapital cilt 2, Sol Yayınları

5) Marks K. 2006 Ankara, Kapital cilt 3, Sol Yayınları

6) Marks K/Engels F, 1979 Ankara, Seçme Yapıtlar 3, Sol Yayınları

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu