GüncelMakaleler

RÖPORTAJ | “5 Nolu’da zulüm çarkını itaat değil direniş kırdı”

Londra/Zilan Kızılateş: İsminin yayınlanmasını istemeyen R.M., gençlik yıllarında Urfa’nın Siverek ilçesinde devrimci mücadeleyle tanışmış. Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist’in (TKP/ML) ağalara karşı verdiği mücadele, onun saflarda örgütlenmesinin en önemli gerekçelerinden biri olmuş. Genç yaşına rağmen hızla bilinçlenen ve silahlı mücadele içinde görevler alan R.M., 12 Eylül 1980’den, askeri darbeden sonra ise Aralık ayında tutsak alınmış. İşkenceli sorgunun ardından gönderildiği adres, Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran öncülüğündeki zulüm düzeniyle Türk devletinin devrimcileri kişiliksizleştirerek yıldırma politikasının merkezine dönüşen Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi olmuş. Bugün AKP de devamcısı olduğu geleneğe yaraşır biçimde hapishaneleri birer “ibretlik zulüm merkezine” dönüştürmeye çalışıyor; on binlerce muhalif tutsak alarak direniş dinamiğini kurutmayı hedefliyor. R.M.’nin 5 Nolu Cezaevi’ne dair anlatımları, 12 Eylül döneminin iki katı insanın hapishanelerde olduğu bu dönemdeki “hapsetme politikasını” anlamak açısından da faydalı olabilir. “Tek tip elbise” tartışmaları da bu bağlam içinde okunabilir. Fakat anlatımın seyri, zulüm düzeninin çarkına -en berbat koşullarda dahi- çomak sokabilen yegâne tutuma da işaret eder: Direnmek. R.M. işkenceyi ve direnişi konuştuk…

– 80’li yıllarda Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nde tutuklu kalmışsınız. Nasıl tutuklandınız?

– 1975’te parasız yatılı ortaokuldayken TKP/ML TİKKO ile tanıştım. Biz zaten sol görüşlüydük. Kaldığımız yere gelen Kazım Çelik ve başka bir arkadaş da bizi TKP/ML’de örgütledi. Başlangıçta yürüyüşlere, etkinliklere gittik; partinin sempatizanları olduk. Daha sonra Urfa’da toprak ağalarına karşı silahlı mücadele başladı ve ben de katıldım. Sonra zaten 12 Eylül geldi ve Aralık 1980’de, 18 yaşındayken yakalandım. 40 güne yakın soruşturmada kaldım, sonra Diyarbakır’da İstihkam denilen bir yere götürüldüm. Oradan da sanırım Mart ayında Diyarbakır Cezaevi’ne götürüldüm.

 

“35. Koğuş hariç hepsi teslim olmuştu”

– Cezaevinin koşulları nasıldı?

– Bizi götürdüklerinde işkence ve her türlü zulüm başlamıştı zaten. İnsan sesleri hiç durmuyordu. Bir koğuş hariç – 35. Koğuş- tüm koğuşlar teslim olmuştu. Tabii bizim örgüt dahil birçok örgüt direndi de ama sanırım bazıları suçlu bulunacaklarını düşünerek geriye çekilme kararı aldı. Bunlar benim o zamanlar duyduğum şeylerdi.

– 35. Koğuş’ta kimler kalıyordu?

– PKK’liler ve sanırım iki de Kawacı vardı. Yaklaşık 50-60 kişilik bir koğuştu. Haziran 1981’e kadar direndiler, işkencenin yoğunlaşması ve sistemlileşmesiyle birlikte onlar da kurallara uymaya başladılar.

– Koğuşta günlük yaşam nasıl geçiyordu?

– Koğuşun içinde olduğumuz saatlerde belirlediğimiz bir yaşam biçimimiz vardı. Komün yaşamı benimsemiştik. Bu tabii ki yasaktı ama bizim koğuşumuz gibi birçok koğuş, yasağa rağmen komün kurmuştu. Koğuşların içinde ihbarcılar da vardı ama biz buna rağmen komün yaşamı koruyabildik. Sadece birkaç kişi katılmadı.

 

“Özgürlük, rüyada bile yasak!”

– Mesela bir günde, sabahtan geceye kadar neler yapıyordunuz?

– Sabah 6’da kalkıp her gün yarım saat içinde tıraş olurduk. Sabah kahvaltısı 7-8 civarındaydı. Sonra ayakta ırkçı marşlar okunurdu. Sayım yapıldıktan sonra havalandırmaya çıkarılıyorduk. Orada da “yat, kalk, sürün, dayak” vardı. Bu, öğleye kadar sürüyordu. Öğleden sonra tekrar içeriye alınıyorduk ve öğle yemeği veriliyordu. Tekrar eğitim adı altında ayakta yerinde sayarak marşlar okutuluyordu. Sonra yarım saat veya bir saatlik bir çay molası… Sonra tekrar eğitim, akşam yemeği ve tekrar eğitim… Akşam 10 ile sabah 6 arası uyuma saatleriydi. Onun dışında sürekli ayaktaydık. Bazen uyku saatlerinde de gardiyanlar koğuşlara girip saldırıyordu. Mesela rüyamda dışarıda olduğumu görüyordum ve bir anda dayakla uyanıp yeniden içeride olduğumu fark ediyordum. Bir keresinde bir arkadaş, böyle bir saldırı anında koşup kapıya çarptı. “Neden böyle yaptın?” diye sordum, “Kendimi köyde sandım” dedi. Bunun dışında uyku sırasında gece nöbeti tutan gardiyanlar, sırf bizi rahatsız etmek için yarım saatte bir yüksek sesle “Bir şey var mı” diye soruyordu. O gürültüde uyumamız gerekiyordu. Uykuda bile psikolojik işkence yapılıyordu.

 

“Kurallara uyduk ama işkence arttı”

– Bahsettiğiniz “eğitimlere” karşı çıkan olmadı mı hiç?

– Hayır. Dediğim gibi, başta karşı çıkanlar olmuştu ama sonra kimse karşı çıkamamaya başladı. Karşı çıkmak isteyen, intihar ediyordu. Sadece bu yolla karşı çıkılabiliyordu çünkü. Başka bir yolu yoktu o zamanlar… Gerçi kurallara uyduğumuz halde işkenceler daha da arttı.

– Nasıl arttı? Yani, nasıl bir seyir izledi işkence düzeyi?

– 1982’ye kadar her gün ya biri öldü ya da delirdi. Bizim koğuşta iki kişi dayakla öldürüldü ve iki-üç kişi delirdi. Sakat kalanları saymıyordum bile. Diyarbakır Zindanı’na giren herkes, “hoşgeldin dayağı” yiyordu. Yeni gelenlerin hücrelerinde lağım suyu giderlerini kapatıyorlardı. Dolayısıyla lağım suyu birikiyor ve mahkumlar bunlar içinde sürüklenmek zorunda bırakılıyordu. Özellikle de direniş bittikten sonra bu uygulamalar yoğunlaştı.

 

“İki dakikalık ‘göremeyiş’ ”

– Görüş günleri nasıl geçiyordu?

– Görüş dediğin iki-üç dakikaydı zaten. Oraya da marşlarla ve askeri yürüyüşle gidiyorduk, gidene kadar da dayak yiyorduk. Görüş yerlerinde 15-20 kabin vardı. Gitmeden önce senin kabininin hangisi olduğunu söylemiyorlardı. Birden “Görüş başladı” deniliyordu ve iki-üç dakika da zaten sen doğru kabini bulana kadar geçiyordu. Kabinden kabine koşarken bir bakıyorduk ki düdük çalmış, görüş bitmiş. Bazılarımız son anda görüyorduk yakınımızı, bazılarımız hiç göremiyorduk. Sadece yediğin dayak kâr kalıyordu yanına.

– Peki yemekler nasıldı?

– Bize çok az yemek veriliyordu. Mesela bizim koğuşta 40 ile 60 arası insan olurdu ve hepimize 7-8 ekmek ile çok az yemek veriyorlardı. Herkese bir iki kaşık yemek düşüyordu. Ayrıca verdikleri yemekler, uzun vadede mideyi bozuyordu. Bir gün bize pişmemiş fasulye getirmişlerdi, içinde taşlar vardı. Böylece ishal de başlıyordu.

 

Emin Dayı: “Ancak dağa çıkarsam iyileşirim!”

– Tutsakların ruh sağlığı nasıldı peki?

– İçeride 7’den 70’e her kesimden insan vardı. Hocasından tut ağasına, komünistine kadar… Pişman olan da vardı, kini ve nefreti artan da…

Aklıma gelen bir Suriyeli Kürt arkadaş var. Sınıra yakın oldukları için Urfa’ya “kız istemeye” geliyorlar ve “terörist” diye tutuklanıyorlar. Üç kişilerdi, biri de bizim koğuştaydı. Bir gün intihara kalkıştı. Elektrik kablosunu kendisine taktı ama sigorta attığı için ölmedi. Diyordu ki, “Dışarıya çıkarsam her akşam silahımı alıp asker avcılığına çıkacağım. Rojava sınırına gidip hava karardığında askerleri öldüreceğim.” Biz ona, “Peki o asker ya kardeşin veya Kürt olursa ne yapacaksın?” diye soruyorduk. “İster kardeşim, ister Kürt olsun, o elbiseyi giyen herkesi öldüreceğim” diyordu. Böyle bir kin ve nefret oluşmuştu.

Bir de Emin Dayı vardı mesela. 4 yıl askerlik yapmasına rağmen Türkçe öğrenememişti. Ona da 52 tane marşı zorla ezberletmeye çalışıyorlardı, adam ezberleyemiyordu. Gözlerimizin önünde döve döve komalık ettiler. Doktora da götürmediler tabii, bir tek bize “Gözünüz üstünde olsun, kötüleştiğinde haber verirsiniz” dediler. O ara kötüleşti, doktor geldi, bir serum taktı. Yine de iyileşemedi. Verdiğimiz sütü, suyu, her şeyi kusuyordu. İç organlarının hepsi mahvolmuştu. Ona moral vermeye çalışıyorduk, “Emin Dayı, bir şeyler ye, hastalıktan kurtulacaksın” diyorduk ama bize dönüp Kürtçe, “Siz eşeksiniz” diyordu. “Siz beni anlamıyorsunuz. Ben ne zaman dışarıya çıkarsam, elime bir kalaşnikof alıp dağlara tırmanırsam, işte o zaman iyileşirim” diyordu. “Yoksa iyileşmem.” Böyle bir kin vardı onda da.

Tabii bazıları da vardı, katıldıkları örgüte küfrediyorlardı. Onlar tabii daha çok işin bilincinde olmayan insanlardı.

 

“Teslimiyeti parçalayan direnişler”

– O süreçteki direnişlerden Mazlum Doğan’ın ve “Dörtler”in eylemlerine siz tanık oldunuz mu? O eylem nasıl gelişti?

– Teslimiyetten sonra işkenceler yetmiyormuş gibi bir de itirafa zorlamaya başladılar. “Örgütünüzle ilgili, kendinizle ilgili, etrafınızdaki insanlarla ve halen dışarıda olanlarla ilgili her şeyi itiraf edeceksiniz” dediler. İtiraflar başladı da. Bu itiraflara karşı ilk eylemi, Mazlum Doğan yapmıştı. 21 Mart 1982’de kemerle kendini astı.

Mazlum’un eyleminden sonra Ferhat Kurtay, Mahmut Zengin, Eşref Anyık ve Necmi Öner, bunun bir direniş yöntemi olduğunu söylemişti. Kendilerini yakma kararı aldılar. O zamanlarda duvarlara ırkçı sözler yazılması ve padişahların, generallerin resimlerinin çizilmesi için boya ve tiner getirtiliyordu. Bu dört arkadaş, Haki Karer ve İbrahim Kaypakkaya’nın ölüm yıldönümü olduğu için eylem günü olarak 18 Mayıs gününü seçmiş ve o gece 3 ile 5 arası nöbet tutmak istediklerini söylemişti. O geceyi ben de kendi koğuşumda nöbetçi olduğum için hatırlıyorum.

Onların kaldığı koğuş, çok büyüktü. Müslüm Elma’nın da içinde olduğu yaklaşık yüz tutsak kalıyordu. Gece, boyayı ve tineri üstlerine döküp, birbirlerine sarılmışlar ve ateşi yakmışlar. Koğuştakiler sese ve duman kokusuna uyanmış. Bazıları üstlerine su atmaya çalışmış ama bunun bir direniş olduğunu ve kimsenin karışmaması gerektiğini söylemişler. Koğuştakiler dumandan dolayı camları kırmış ve böylece gardiyanlar da ateşi fark etmiş. Sonra Dörtler’i hastaneye götürmüşler ama birkaç gün arayla hepsi yaşamını yitirmiş.

 

“Direniş, geri çekilmek zorunda bıraktı”

– Peki ardından ölüm oruçları nasıl başladı?

– Temmuz 1982’de Mehmet Hayri Durmuş, toplu biçimde mahkemeye götürüldüklerinde, “Ben koşulsuz olarak ölüm orucuna giriyorum” diyor. Daha önceki deneyimlerden dolayı hakim koşulları düzelteceklerini söylediği halde Hayri Durmuş kabul etmiyor. Ardından Kemal Pir ve Ali Çiçek de dahil altı kişiyle ölüm orucuna başladılar. Daha sonra başkaları da katılmaya başladı. Bizim davadan da Hasan Hayri Aslan ölüm orucuna girmişti.

Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz, Kemal Pir ve Ali Çiçek ölüm orucunda öldü ama koşullar yine de düzelmedi. İşkenceler, açlık, itiraflar ve ölümler aynı şekilde devam ediyordu. 1 Eylül 1983’te, Dünya Barış Günü’nde, 35. Koğuş’taki TKP/ML’den Müslüm Elma, Cafer Cangöz, Hasan Hayri Aslan ve başka bir arkadaş ile PKK’li arkadaşlar, durumun düzeltilmesi gerektiğini söyleyerek ölüm orucu kararı alıyor. Toplam 20 kişi ölüm orucuna başlıyor. PKK’nin Urfa/Suruç Grubu vardı, 300-400 kişiydiler. Ölüm orucunu duyurmak için özellikle onların mahkemesi seçildi ki, her koğuşun durumdan haberi olsun. Bizim koğuştan da o mahkemeye bir kişi gitti ve döndüğünde bize ölüm orucunun başladığını haber verdi. Bizim koğuştan da benimle birlikte üç kişi ölüm orucuna girdik ve 27 Eylül’e kadar sürdü.

Eylem devam ederken ölüm orucuna katılan herkesi 5 Eylül’de 36. Koğuş’a aldılar. O koğuş, dört katlıydı ve her katta on hücre vardı; yani toplam kırk hücre… Her hücrenin içinde iki-üç kişi vardı. Yan yana yatıyorduk ki sığabilelim. Toplam altmış kişi girmişti ölüm orucuna. Daha sonraki katılımlarla bu sayı yüzü aştı.

Ölüm orucunun beşinci gününde 27. Koğuş da direnme kararı aldı. O koğuşta her örgütten insan vardı. PKK, TKP/ML, Kawa, KOMKAR, TKP, DDKD, Dev-Yol… Onlar da “Bu defa izlemeyeceğiz, insanların ölmesine müsaade etmeyeceğiz” diyerek ölüm orucuna katıldı. Başlamadan önce bildiri okumaya ve sonrasında slogan atmaya karar vermişler. Bildiride işkenceye son verilmesi gerektiğini, ölümlere müsaade etmeyeceklerini söylüyorlar. Daha söz bitmeden de arkadaki arkadaşlar, “Kahrolsun işkence” diye slogan atmaya başlıyor. Bunu çay saatine, yani sessizlik saatine denk getirdikleri için herkes duydu. Sanki elektrik düğmesine basılmış gibi diğer koğuşlar da sloganlara eşlik etmeye başladı. Bütün cezaevi, en az iki-üç bin kişi aynı sloganı attı. O an resmen yer sarsılıyordu. Bunu duyunca gardiyanlar da şaşırdı, birkaç koğuşa saldırmaya başladılar. Ama tutsaklar ölümüne karşılık verdi ve gardiyanlar geri çekilmek zorunda kaldı. Sonra bizim koğuştan arkadaşlar gardiyanları çağırdı ve onlara “Bu insanları ancak biz durdurabiliriz” dedi. Gardiyanlar idareye haber verdi ve sonunda anlaşmayı kabul ettiler.

PKK’den Mustafa Karasu, Rıza Altun ve bir iki kişi daha vardı. Onlar anlaşmadan kaynaklı koğuşları gezmeye gitti. Kısacası “Yemeklerinizi alın, sayımlarda sayım verin ama başka kurallara uymayın” denildi. Bunlar, kimsenin tek başına hareket etmemesi için yapıldı. Böylece Ekim ayına barışçıl girdik. Görüşmeler sonuç vermişti; herkes haftada bir ailesini, dostlarını görebiliyordu. Bu, 11 Ocak 1984’e kadar yaklaşık üç ay devam etti.

 

“Komando Tugayı 5 Nolu’da”

– 11 Ocak 1984 günü ne oldu?

– O gün görüşe gidenlere gardiyanlar saldırmaya başladı. Tutsaklar slogan atmaya başlayınca da 5 Eylül’de olduğu gibi yine herkes birlikte slogan atmaya başladı. Fakat bu defa gardiyanlar barikatlar kurdu ve yine saldırdı, görüşmek de istemediler. Komando Tugayı da gelmişti ve silahlarla, gaz bombalarıyla, kalkanlarla koğuşlara girmişti. Bazı koğuşların duvarlarını delerek girdiler. Ancak yine de her gün bir koğuşa girebiliyorlardı; çünkü girdikleri her koğuşta resmen savaş çıkıyordu.

Olanların ardından yine bir ölüm orucu başladı. Bu kez tüm örgütlerden katılım sağlanmıştı. Ocak ayının ortalarında başladı ve 3 Mart’a kadar devam etti. Bu direnişte Kürt önderlerinden Necmettin Büyükkaya işkenceyle öldürüldü. Ahmet Bayık kendini yaktı ve Remzi Aykurt ile Yılmaz Demir kendini astı. DEV-YOL davasından yargılanan Orhan Aydın ve PKK’den Cemal Arat ise ölüm orucunda öldü. Tabii kendini asanlar da bunu bir eylem olarak yapmıştı. Örneğin Yılmaz Demir, kendini asmadan önce, “Özgürlük için savaşmayana özgürlükçü denilmez” diye bir yazı bırakmıştı. Özgürlük Yolu davasından yargılanıyordu. Dolayısıyla devlet, insanların ölümden korkmadığını gördü ve anlaşma yaptı. Haklarımız orada geri verildi ve işkenceler durdu.

 

Cahide Karakaş: “İşkence intihara sürükledi!”

– O dönemde Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nde yatanlardan biri de Cahide Karakaş. Çıktıktan sonra intihar etmiş. Onu da bize anlatabilir misiniz?

– Cahide Karakaş, Siverek’te silahlı mücadele başladığında savaşan tek yiğit kadın savaşçıdır. Uzun boylu, güzel bir kadındı. Halası 12 Mart döneminde İbrahim Kaypakkaya ile birlikte yakalanan Fatma Eres’ti; ayrıca Fatma Eres, Kaypakkaya’nın 18 Mayıs gecesi öldürüldüğünü söyleyen kişiydi. Ailesi 12 Eylül döneminde saklanmak için İstanbul’a gitmişti. Cahide de sanırım orada bir kafeteryada çalışıyor. İstanbul’da biri yakalanmış ve onun yerini de ihbar etmiş. Böyle yakalanmış. Duyduğumuza göre polisler Cahide Karakaş’a hem işkence yapmış hem tecavüz etmiş. Cezaevine düşünce de bu işkenceler aynı şekilde devam ediyor. Sanırım 1983’te tahliye oldu ve 1984’te cezaevinde gördüğü işkencelerin, tecavüzlerin yarattığı psikolojiyle İstanbul’daki evinde intihar etti.

 

“Kişiliksizleştirme işkencesi”

– O yıllarda tam olarak nasıl işkenceler yapılıyordu? Mesela sizin muhatap olduğunuz nasıl işkence yöntemleri oldu?

– İşkenceler daha çok koğuşlarda ve mahkeme yollarında yapılıyordu. Örneğin biri gülmeye başladığında tüm koğuş suçlu oluyordu ve dayak yiyordu. Gülmek, sevinmek, üzülmek, düşünmek, hepsi yasaktı.

Mesela bir keresinde kıştı, dışarısı kar ve buz içindeydi. Hepimizi çırılçıplak soydular. Hem coplarla giriştiler hem de “Yat, kalk, sürün!” komutu verdiler. Ta ki bayılana kadar. Bayılanları da tek tek içeri alıyorlardı.

Başka bir örnek ise mahkeme işkencesiydi. Mahkemeye gidenler, 15-20 kişi zincire bağlanıyordu. Zincirin bir ucu en öndeki mahkuma, bir ucu en arkadakine… En büyük acıyı en öndeki ve en arkadaki çekiyordu. Hatta kolu kırılanlar bile olurdu. Mahkeme, bunu gördüğü halde bir şey demiyordu. Ayrıca mahkemede sağa sola bakmak yasaktı. Bir sinek geldi diye refleks olarak bir hareket bile yapsan hem sen dayak yiyordun hem de bütün koğuş…

Bazen de ceza, arkadaşına tokat atmak oluyordu. Bunu yapmasan, yine hem sen hem arkadaşın dayak yiyordu. Tabii kimse o an arkadaşına tokat atmıyordu, gardiyanlardan dayak yemeyi göze alıyordu herkes. Burada amaç, kişiliği yok etmekti.

 

“18’imde girdim, 30’umda çıktım…”

– Serbest bırakıldıktan sonra ne yaşadınız?

– Ben 1991’de şartlı tahliyeyle çıktım. İdamlık ve müebbetliklerdendim. 10-11 yıl yatan diğerleri gibi ben de bırakıldım. Daha doğrusu, 12 Eylül döneminde 146. maddeden yargılananlar, komünizm propagandası ve devleti yıkmak ile suçlananlar, bırakıldı. 125. maddeden ceza alanlar -PKK ve Kawacılar gibi bölücülük ve Kürtçülükle suçlananlar ise bırakılmadı.

30 yaşındaydım. Çıktıktan sonra İstanbul’a gittim. 18’imde girmiş, 30’umda çıkmıştım. Sonra Avrupa’ya gelmek zorunda kaldım ve Almanya’ya iltica ettim.

– Son olarak, şu an ki durumunuzu bize anlatabilir misiniz?

– Cezaevinden çıktıktan sonra, az önce de belirtiğim gibi, İstanbul’a gittim ve bir seneye yakın orada kaldım. İsimden emin değilim şu an, yalnız ‘İşkence Tedavi Merkezine’ veya ‘İnsan Hakları Vakıfına’ sağlığım için başvuru yaptım. Sağlık kontrolünden geçtim ve sonuçlar çok iyi çıktı. Cezaevinde kaldığım 11 yıl boyunca sürekli düzenli spor yaptım. Çay ve sigara da hiç kullanmadım. Bu durum sağlığımı korudu. Ayrıca ‘Farkında olmadığım psikolojik problemlerim olabilir’ düşüncesiyle psikoloğa da gittim. Belli aralıklarla psikiyatrist ile düzenli görüşmelerim oldu. Bana testler yaptı ve sorular sordu: çocukluğumdan, cezaevinden çıkış gününe ve sonrasına kadar her şeyi sordu. Sonuç olarak çok iyi olduğumu; cezaevinde düzenli spor yapmamın ve sigara içmememin beni koruduğunu söyledi.

Bunu da eklemek istiyorum: Cezaevinden çıktığım günden 5-6 aya kadar “polis tarafından izlenme” psikolojisini yaşadım. Bu durumu doktorumun anlattığına göre cezaevinden çıkan herkes ilk başlarda yaşıyormuş.

Bugüne baktığımızda, kendimde psikolojik problemlerin olduğunu görmüyorum. Veya varsa da farkında değilim, ama mutlaka işkencenin izleri vardır. Birlikte cezaevinde yaşadığım bazı arkadaşlarla görüştüğümde bazı psikolojik problemlerin olduğunu görüyorum. Örneğin konuşmalarında hemen hemen her gün cezaevinde yaşadıkları anları anlatırlar. Bende bu durum yok. Birisi sormazsa cezaevinden bahsetmem.

– Röportaj için bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu