Makaleler

“Kürt Barışı” Yeni Bir Başlangıç Mı?

Nerede Bir Direniş Ve Mücadele Varsa Orada Kaypakkaya Yaşıyor!  

“Kürt Barışı” Yeni Bir Başlangıç Mı?

TC devleti tarihinde hiç görülmemiş biçimde kimi gelişmeleri sineye çekiyor. Daha dün mecliste BDP milletvekillerinin elini sıkmaya dahi tenezzül etmeyenler, bugün onların gerek İmralı’da A. Öcalan ve gerekse Kandil’de M. Karayılan’la toplantı yapmalarına ses çıkarmıyorlar.

Savcıları göreve çağırmıyorlar! Elbette bunun nedeni Türk hâkim sınıflarının barışçıl olması, demokrasi havarisi kesilmesi değildir. Onların A. Öcalan aracılığıyla Kürt ulusal sorununda adım atmaya zorlayan nedenlerin bir yanında emperyalist politikalar vardır.

Nihayetinde AKP’nin adım atmasında bölgedeki emperyalist politikaların oynadığı rol göz ardı edilmemelidir.

Özellikle ABD’nin Kürt Ulusal Hareketinin etkin olduğu bölgede, başta BOP olmak üzere bir dizi politikasını hayata geçirmek istemesi ve bizzat T. Erdağan’ın bu projenin eşbaşkanlarından biri olduğu düşünüldüğünde atılan adımların arka planı görülür.

Bir diğer neden ise uzun yıllara varan savaşın yarattığı sonuçların ağırlığıdır. Türk hâkim sınıfları önlerine koydukları 2023 (ve 2071) hedeflerinde kendilerine ayak bağı olan silahlı radikal bir muhalefetin (her ne kadar reformist talepler savunsa da) varlığını kendileri açısından tehlikeli görmektedir. Ki kendilerince haklıdırlar.

Türkiye topraklarında bağımsız bir politik güç olmanın olmazsa olmazı silahlı güçtür. Silahlı gücün varlığı ve kendini yeniden üretmesi hâkim sınıflar açısından asla kabul edilemezdir ve ne pahasına olursa olsun tasfiye edilmelidir. Bunun yanında Türk hâkim sınıflarının bölgeye ilişkin iştahını, rant elde etme hayallerini de göz ardı etmemek gerekir.

Yeni Osmanlıcılık olarak dillendirilen ve A. Davutoğlu tarafından formüle edilen bu hayalin hedefinde Irak Kürdistanı petrolleri vardır. Financial Times yazarı Dan Dombey’in de işaret ettiği üzere “PKK’yla anlaşma Türkiye’yi petrole yaklaştıracak”. (20 Mart 2013. BBC Türkçe). Tabii Suriye Kürdistanı üzerindeki olası nüfuz da bu hayallere dahildir.

Tasfiye Diye Diye Tasfiyeye Kan Taşımak!

Öncelikle şunu belirtmek gerekir: Kürt ulusal sorununda yaşanan gelişmeleri ve A. Öcalan’la yapılan görüşmeleri bıktırırcasına tasfiye olarak adlandırmanın kimseye bir yararı bulunmamaktadır.

Doğrudur, Türk hâkim sınıfları bu amaçla hareket ediyor. Nihayetinde amaçları şu veya bu nedenle de olsa kendi denetimlerinde olmayan silahlı gücün tasfiyesidir.

Bu anlamıyla Ulusal Hareketin uzlaşacağı, teslim olacağı üzerinden uzun uzun yazılar kaleme almak ve nutuklar çekmek Kürt halkının mücadelesine yarardan çok zarar getirir. Aslında bu tür bir propagandanın arka planında yatan “ulusal hareket uzlaşırsa biz ne yaparız” kaygısıdır.

Bu tür bir gelişmenin ülkemiz sınıf mücadelesinde etkileri olacağı kuşku götürmez. Kendini sınıflar mücadelesinde var eden bir anlayış, iddiası olan bir politik örgütlenme kendi dışındaki bu tür gelişmeleri değerlendirmeli ama kaygı duymamalıdır.

Mesele Kürt Ulusal Hareketinin uzlaşması değildir. İddiası olanın sınıflar mücadelesi içindeki tavrıdır. Ancak varlığını büyük oranda Ulusal Hareketin mücadelesine bağlayan, mücadele deyince onun dinamiklerine yaslananlar bu kadar kaygı duyarlar.

Dolayısıyla Ulusal Hareketin uzlaşması bu topraklarda önümüzdeki görevleri ve üstleneceğimiz sorumlulukları daha da artıracaktır.

Öcalan’ın Newroz Çağrısı: “Bu son değil yeni bir başlangıçtır!”

A. Öcalan’ın 21 Mart Amed Newroz’unda yaptığı çağrı bilinen paradigmasının tekrarından ibarettir. Öcalan’ın ilk tutsak edildiğinden beridir savunageldiği yaklaşım, “Demokratik Modernite” yaklaşımıyla, TC devletini Demokratik Cumhuriyet’e dönüştürme iddiasıdır.

A. Öcalan’ın İmralı’da geliştirdiği tezler ve bu tezlere dayalı yol haritası Türk hâkim sınıflarıyla uzlaşmayı öngörmektedir. Bu anlamıyla Öcalan’ın çağrısında yeni bir şey yok!

Ancak bir noktaya özellikle dikkat çekmek gerekir. Öcalan, Newroz’da okunan mektubunda “İslam hukukuna dayalı” bir birliktelikten bahsediyor, “Misak-ı Milli çerçevesi” çiziyor, “Çanakkale ve Kurtuluş Şavaşı” güzellemesi yapıyor.

Kısacası Türk hâkim sınıflarının bugüne kadar duyduğumuz kimi kavramlarına atıfta bulunuyor.

Tüm bunlar bir yana asıl dikkat çekici olan husus şudur: A. Öcalan, kimilerince “dağ fare doğurdu” olarak yorumlanan mektubunda “silah değil siyaset öne çıksın” çağrısı yapmaktadır. Bu tavır, Öcalan’ın bilinen çizgisinde ısrarlı olduğunu gösteriyor. Ama bu tavrı şiddetle mahkum etmek gerekir.

Bugün A. Öcalan’ı orada konuşturan, muhatap kılan da silahlı mücadeledir. Onun “silahlı mücadele dönemi kapandı” gerici söylemi, geçmiş sürecin silahlı mücadele üzerinden inşa edildiği gerçeğinin üzerini örtemez. Ulusal Hareket bugünlere silahlı mücadele ile geldi ve barışın güvencesi de o olacaktır.

Her şey bir yana bu yaklaşım hâkim sınıfların silahlı mücadeleyi bir siyaset olarak görmeme, onu “terör” olarak yaftalama propagandasına kan taşımaktadır.

Benzer açıklamalar sıklıkla yapılmaktadır. Örneğin Ahmet Türk, Öcalan’ın çağrısını değerlendirip atılan adımları açıklarken: “Kürt siyasi hareketinin üstüne yapışan terörist damgasını artık kaldırıyoruz.

Bundan sonra sivil itaatsizlik başta olmak üzere haklarımız için çok etkili siyaset yöntemlerine başvuracağız. Sosyalist dostlarımız ‘Kürtler bizi satıyor’ demesin. Biz çok acılar çektik. Bizi de anlayın. Bu fırsatı kaçıramayız”(22.03.03. Radikal) deme ihtiyacını duymaktadır.

Kürt Hareketinin bugünlere gelmesinde tartışmasız rol oynayan silahlı mücadelenin bugün reddedilmesi ve üstüne üstlük bu mücadelenin hakim sınıfların söylemine kan taşırcasına ele alınışı; Türk, Kürt uluslarından ve çeşitli milliyetlerden emekçi halkımızın özgür geleceği kurma mücadelesinin önüne bir engel olarak ortaya çıkacaktır.

Kaypakkaya Tezlerinin Güncelliği Korkularını Baki Kılıyor!

Kamuoyuna büyük bir reform olarak sunulan 4. yargı paketi (ilk üçü ne oldu?) demokratikleşme zemini üzerinden tartışıladursun gerçekte “propaganda suçu”nun kapsamını daha da genişletti.

Yapılan yasal düzenlemeyle propagandanın toplantı ve gösteri yürüyüşü sırasında gerçekleşmese dahi “suç” addedilmesini öngörüyor. (12.02.13, Radikal) Bunun anlamı şudur: Liseli bir gencin cüzdanındaki Kaypakkaya resmi ya da derneklerdeki Kaypakkaya posteri dahi “örgüt propagandası” kapsamına alınmış oluyor. Bunda şaşırtıcı bir durum yok. TC devleti geleneksel sınıf tavrını, Osmanlı’dan devraldığını göstermeye devam ediyor. Böyle oluyor bizim topraklarda demokratikleşme!

Bizim açımızdan bu tür yargı paketlerinin tıkanan sistemin, ağırlaşan koşulların basıncıyla bir manevra olarak kullanıldığı, meselenin bir demokratikleşme kaygısından ziyade Avrupa nezdinde makyaj yapma ve tabii ki iç politik gündeme müdahale olarak kullanıldığı son derece açık.

Ama işte hâkim sınıf temsilcilerinin kendilerini tutamadıkları da oluyor. Nitekim bu yargı paketi tartışılırken devletin gerçek yüzünü gösteren pratiklerden biri daha yaşandı.

Ülkemiz komünist hareketinin önderlerinden İbrahim Kaypakkaya anmasına katılan ve Kaypakkaya ile ilgili sloganlar atan Devrimci 78’liler Federasyonu Samsun Şube Başkanı ile pankart taşıyan 3 lise öğrencisi “terör örgütü”nün propagandasını yaptıkları gerekçesiyle Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından hapisle cezalandırıldılar. (19.03.2013, Milliyet)

Sıklıkla tanık olduğumuz bu durum devletin Kaypakkaya korkusunun paket-maket dinlemediğini gösteriyor.

Onlar bundan 40 yıl önce İbrahim Kaypakkaya’yı işkencede katlederlerken de aynı korkuyla hareket etmişlerdi. “Türkiye’deki komünist mücadelede şimdiki halde en tehlikeli olan İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” (TKP (M-L) Ana Davası 1973 Dosyasındaki MİT Raporu) Bu nedenle İbrahim Kaypakkaya dün olduğu gibi bugün de Türk hâkim sınıflarının en büyük korkusu olmaya devam ediyor. Korkularını büyütmek görevimizdir!

Bila Sond Û Ehd Be Em Dê Nav Û Şanê De Bidin Jiyandin!

(And Olsun Ki Adını, Şan Olsun Ki Andını Yaşatacağız!)

Newroz; ülkemiz sınıf mücadelesinin var ettiği, bu toprakların komünist temsilcisi İbrahim Kaypakkaya’nın katledilişinin 40. yıldönümü vesilesiyle düzenlenen kampanyanın başlangıcını da oluşturuyor.

İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinin 40. yıldönümünde en geniş kesimlerle birlikte layıkıyla anılacağı konusunda bir tereddüt taşımıyoruz. Burada dikkat çekeceğimiz husus şudur: İbrahim Kaypakkaya’yı “kasketli önder” yapan onun işkencede katledilmesi değildir.

Tam aksine onun katledilmesi ileriye sürdüğü tezlerin komünist niteliğinde gizlidir. O, ülkemiz sınıf mücadelesi içinde kendini var ettiği ve 50 yıllık reformist-revizyonist suskunluğu paramparça eden tezler ve bu tezler doğrultusunda pratiğe giriştiği içindir ki tutsak edildi ve işkencede katledildi.

Dolayısıyla İbrahim Kaypakkaya’yı anmak sadece savaşmak değildir! Doğru savaşmak ve proletaryanın, halkın çıkarını sağlamak için onun tezlerini kavramaktır.

Örneğin bugün Kürt ulusal sorununda yaşanan gelişmeleri analiz etmek ve doğru tutum belirlemenin; Türk ve Kürt proletaryasının, ülkemiz emekçi halkının sınıfsal çıkarlarını savunmanın yolu Kaypakkaya’nın “Ulusal Soruna” dair tezlerinin kavranmasından geçmektedir.

Bu ve diğer tüm meselelerde öncelikli görevimiz Kaypakkaya’nın ileri sürdüğü tezlerin incelenmesi ve sosyal pratiğe uyarlanmasından geçmektedir.

İbrahim Kaypakkaya’yı layıkıyla anmak için onun tezlerini inceleyelim ve sınıf mücadelesinin engin denizine atılalım!

İşte o zaman göreceğiz ki nerede bir direniş, nerede bir mücadele, nerede bir başkaldırı varsa orada Kaypakkaya vardır!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu