GüncelMakaleler

MAKALE | Faşizmin pençesi, yaşasın halkların birleşik mücadelesi 3

"Irak Kürdistan’ı örneğinde yaşananın aksine halkın üretime daha fazla katılması sağlandığı takdirde mümkün olduğunu belirtmek gerekir. Bu eşik aşıldığı takdirde bütün emperyalist politikalar boşa çıkmış olacaktır"

Ortadoğu tarihinde kadim halklardan birisi olarak tarih sahnesinde yerini almış Kürt halkının uluslaşma ve devletleşme süreci, emperyalizm aşaması ile bozguna ve dağılmaya uğramıştır.

Bunun sonucu olarak Kürt coğrafyası dört parçada milli zulme ve ilhaka maruz kalmış oldu. Dört farklı devlet tarafından işgale uğrayan Kürt topraklarında, hiçbir ulusal ve kültürel hakları kabul görmediği gibi kimlikleri inkar edilerek yok sayıldılar.

ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında Irak Kürdistanı’nda belli özerk haklara kavuşarak federatif bir yapılanmaya gidilse de bu esasta emperyalistlerin güdümünde kalan bir halden öteye gidemedi.

2011 yılı sonrasında Kürdistan’ın Rojava coğrafyasında Kürtlerin zulme başkaldırıları ve DAİŞ’e karşı yürütülen mücadelede en temel güç olmaları, Rojava’da yeni ulusal kazanımlar olarak tarih sahnesine çıkmalarını sağladı.

Özellikle DAİŞ’e karşı yürütülen mücadele sonrasında halkın kendisini YPJ/YPG içinde savunma gücü olarak örgütlemesi, kadınların bir mücadele öznesi olarak kendi ordulaşmalarını sağlamaları, farklı azınlıkların demokratik özerklik temelinde bir arada yaşamalarının temelinin oluşturulması gibi kazanımlar, emperyalist ülkeler ile faşist TC’nin dikkatinden kaçmamıştı. Elbette bu kazanımların belli bir örgütsel mücadele sonrasında kazanıldığı ve halkın bu temelde örgütlenmesinin sağlandığının belirtmekte fayda vardır.

Rojava’da demokratik kazanımlar geliştirilmeye çalışılırken, Irak Kürdistanı’nda (Federatif bir Kürt özerk statüsü) ise Barzani ailesi, Kürt halkına reva gördüğü işbirlikçiliğe karşı gelişen direnişleri bastırmakla meşguldü.

Ekonomik ve demokratik talepleri için sokaklara çıkan Kürt halkına ve muhalif partilere karşı baskılar arttırılmaktaydı. Bu anlamda kendi anayasasını da askıya alarak seçimlerin iptali gerçekleşmişti. DAİŞ’e karşı Rojava’da tarihsel bir mücadele yürütülürken, Barzani güçlerinin başta Şengal olmak üzere Kürt halkını DAİŞ çetelerine karşı savunmasız bırakması yine Kürtlerin hafızalarında yer edinen önemli gelişmelerdi.

Kürtlerin ulusal birliğinin sağlama sürecinin emperyalizm sürecine denk gelmesiyle birlikte, bu mücadele içinde esasta işbirlikçi ve devrimci güçler bir arada ve çatışarak var olmuşlardır. Bu tüm uluslaşma-devletleşme sürecinde yaşanan genel bir olgudur. Temelinde pazar kaygısının yattığı ulus-devletleşme sürecinde işbirlikçi kesim pazarı emperyalist güçlere peşkeş çekerek kompradorlaşma eğilimi gösterirken, bunun karşısındaki diğer kesimleri bastırma yoluna gidecektir. Kendi pazarına sahip olmak isteyenlerle halkın diğer ezilen kesimleri, bu baskılardan üzerine düşen payı alırlar.

Kürtlerin ulusal birliği (mi)?

Ulusal kazanımlar açısından Irak Kürdistanı’nda ortaya çıkan özerk statünün, emperyalist ABD’nin güdümünde olmasına rağmen önceki duruma oranla ileri noktalar barındırdığını görmek gerekmektedir. ‘90 Körfez işgali sonrasında ABD bölgeye daha fazla yerleşirken, Kürt ulusunun kimlik, dil ve kültürel haklarına kavuşması, Saddam Rejimi dönemine oranla daha ileri bir durumu arz etmektedir. Varlık-yokluk sürecinden, ABD’nin güdümüne doğru bir geçiş yaşanmıştır.

Kürtlerin bağımsızlığa olan özlemleri, Barzani-Talabani yönetimlerine sempati ile bakmalarını beraberinde getirmişti. Günümüzde hala Kürdistan’ın birçok yerinde halkın bir kesiminin Barzani-Talabani’ye olan sempatileri mevcuttur.

Bu durum Kürt ulusunun bağımsızlığa olan özlemlerinin bir ifadesidir. Ancak gerçeklik halkın giderek daha fazla Ulusal Özgürlük Hareketi olarak PKK’yi gördüklerini göstermektedir. TC’nin Ortadoğu’da yayılmacı bir politika izlemesi, Kürtlerin varlığına bir tehdit oluşturması, Barzani yönetiminin daha fazla işbirlikçi rotada TC ile ilişkilenmesi ve Ulusal Özgürlük Hareketi’nin faşizme karşı sebatla savaş vermesi; Kürt ulusunun PKK’ye daha fazla yakınlaşmasını sağlamaktadır.

Temel olarak söylenebilir ki Rojava alanı, başta TC olmak üzere tüm bölge gerici rejimlerini ciddi oranda rahatsız etmektedir. Buna karşı TC devletinin bu alanı işgal etmesi, Kürt ulusal birliğini ister istemez tartışma noktasına getirmiştir. Özellikle Kürt ulusunun büyük çoğunluğu olası bir birlikten yana olduğunu göstermektedir.

Ancak yukarıda bahsi geçen güçlerin, ulus-devlet yaklaşımlarında farklılıklarının olması bu birlikteliği ciddi oranda etkilemektedir. Barzani rejimi de keza Rojava alanında bir hakimiyet sağlama gayretindedir. İçinde bulunduğu sınıfsal pozisyondan kaynaklı olarak, KDP’nin dolayısı ile güdümündeki Suriye Ulusal Kürt Konseyi (ENKS)’nin emperyalist güçlerce ve faşist TC ile kurduğu ilişki işbirlikçilik temelinde gelişmektedir. ENKS’nin dolayısı ile Barzani’nin, Irak Kürdistanı’nda TC demek olduğunu son Heftanin saldırılarında ve işgalinde daha fazla görülmüştür.

Son olarak TC ordusunun üslerine yönelik halkın tepkisini engellemek ve TC ordu güçlerini korumak için KDP yönetimi 3 bin kişilik bir Peşmerge gücü konumlandırmıştır. Bu, işgalci TC ordusunun bizzat Barzani tarafından korunması anlamına gelmektedir.

Bu anlamda ENKS, KDP politikası çerçevesinde hareket ederken TC’nin adeta Rojava’daki uzantısı olacağını öngörebilmek için kahin olmak gerekmez. Rojava’daki demokratik kazanımların karşısında konumlanan bir ENKS’nin varlığı, Özerk Yönetim’in demokratik özelliklerinin aşınacağı bir süreci karşımıza çıkaracaktır.

Emperyalistlerin Tükenmeyen Planları

Ulusal birlik politikası, tüm taraflar açısından kabul edilmektedir ancak buna yüklenen anlam oldukça farklıdır. Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi tarafından yıllardır dillendirilen bir Ulusal Kongre çağrısı, Barzani tarafından boşa çıkarılmaktadır. Rojava’da ise bir ulusal birlik çağrısı adı altında Barzani kesiminin de çabaları mevcuttur. Bu politika ile ENKS, Özerk Yönetimi esasta kitleden yalıtmak istemektedir.

KDP, kendi bölgesinde Ulusal birliği esasta Ulusal Özgürlük Hareketinin istemediğini, ENKS’nin yöneticilerinin hapiste olması ve ENKS faaliyetlerinin yasak olmasıyla açıklamaktaydı. Son yapılan antlaşmalar temelinde KDP’nin bu politikası boşa çıkarılmış oldu. Ancak daha ilerisi için ABD ve Fransız emperyalistlerinin Özerk Yönetime bir baskısı söz konusuydu. Gelinen aşamada Rojava açısından bir politika belirlenmiş, PYD ve ENKS arasında antlaşmanın sağlanmasına yönelik adımlar atılmıştır.

Her politik hamle, esas kazanımların yanı sıra kendi içinde açmazlarını, eksikliklerini ve hedeften uzaklaştırıcı nüveleri barındırır. Yapılan bu antlaşma ile bir yandan Özerk Yönetim ulusal bir birliğe ne denli istekli olduğunu ortaya koyarken diğer yandan ENKS gibi gerici ve işbirlikçi gücün yönetim kademelerine dahil edilmesinin demokratik kazanımlar konusunda geri adımı ifade edeceğini görmemiz gerekmektedir.

Daha da önemlisi, işgal ve savaş halinde bulunan Özerk Yönetime dayatılanın, esasında bir teslimiyet politikası olduğu görülmektedir. Bunu boşa çıkarmak için atılan adımlar oldukça hassas bir çizgide ilerlemektedir. ABD ve Fransa’nın dayatmaları bu teslimiyet temelini güçlendirmektedir.

İşgal salt Rojava alanı ile sınırlı değildir. Heftanin başta olmak üzere Irak Kürdistanı da işgal edilmek isteniyor. TC işgal ettiği Efrîn, İdlip, Bab-Cerablus, Gre Spî-Serekanîye hattına daha fazla Kürdistan toprağı eklemek; buradan doğru başta gerilla mücadelesi olmak üzere Kürt halkının tüm kazanımlarına büyük zarar vermek niyetindedir. KDP ise bu politikaya çanak tutmaktadır.

Faşist TC’nin bu politikası ABD ve müttefiki Fransa, Almanya vb. emperyalistlerce de desteklenmektedir. Buna karşı Rusya-İran bloku karşı hamle yaparak, mevcut Şam rejimini güçlendirme adımları atmaya devam etmektedir. Özerk Yönetim ve Rojava halkının tüm örgütlü mekanizmaları bu anlamda her iki kesim tarafından hedefe oturtulmuş durumdadır.

Emperyalist güçler, ulusal birlik sürecinde Ulusal Özgürlük Hareketi’nin etkisini ve demokratik kazanımları zayıflatmak isterken, bu politikanın en temel itici gücü olarak KDP’yi işleyeceklerdir. Olası bir ulusal birliğin yakalanması durumunda, bunun KDP önderliğinde olması, başta ABD olmak üzere faşist TC devletinin bölgede daha fazla rol oynaması anlamına gelecektir.

ABD ve İsrail’in en yakın hedefi, Suriye’de Rus etkisini kırmak ve Suriye Rejiminin sonunu hazırlamak ya da bunu yapamadığında onu oldukça zayıf bir hale getirmektir. Bu anlamda çıkarılan “Sezar Yasaları”, salt askeri olarak değil aynı zamanda ekonomik alanda da bir saldırı niteliği taşımaktadır. Bunun yanında, ABD ve İsrail’in askeri olarak TC ordusunu sahaya sürdükleri bilinmektedir.

Salt Suriye ve Kürdistan açısından değil, bir bütün Ortadoğu/Kuzey Afrika açısından TC ordusu ve çeteleri fiili güç olarak sahaya sürülmüş durumdadır.

TC, bir yandan emperyalistlere bağımlılığından kaynaklı olan görevlerini icra ederken, diğer yandan Kürt ulusu başta olmak üzere tüm ezilen ulus ve milliyetlerin Özgürce Ayrılma Hakkı’na saldırma dürtüsünü taşımaktadır. ABD’nin bu planları karşısında Rojava’da oluşan demokratik oluşum durmaktadır. Dolayısıyla ABD, Fransa’nın da yardımı ile Rojava Devrimi’nin ulusal ve demokratik kazanımlarını adım adım aşındırma hedefini gütmektedir. Bu anlamda ENKS bir kaldıraç olarak kullanılacaktır.

Diğer yandan Rus-İran bloğu da her ne kadar Özerk Yönetim ve QSD güçleri TC karşısında ortak sınır cephelerinde konumlansalar da, esasta bir ihtilaf içindedir. Efrîn işgaline yakılan yeşil ışık, TC ile ortak devriyelerin örgütlenmesi, Rus tarafının da Özerk Yönetime geçici olarak yaklaştığını göstermektedir. Amaçlanan Özerk Yönetimin kayıtsız şartsız Esad Rejimini kabulünü sağlamaktır.

Bu anlamda Şam-Qamişlo hattı zorlanmaktadır. Rojava, bu anlamda yine iki emperyal gücün kıskacında yer almaktadır. Ancak esas olarak her iki güç, hem TC gücünü hem de Özerk Yönetimi kendileri ile işbirliği yapmaya zorlamaktadırlar.

ABD’nin gerek Rojava’daki varlığı gerekse de TC üzerindeki etkisi oldukça güçlüdür ve Ortadoğu’daki büyük emelleri için TC ordusuna daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Daha işgalci bir karakter kazanması için TC’nin içte daha baskıcı, dışa yönelik daha saldırgan olması amaçlanmıştır. Bu halde AKP/MHP faşist iktidarının tüm baskıcı iç politikası ABD ve AB emperyalistlerince bizzat desteklenmektedir.

Bu durum Ortadoğu’da daha büyük savaş hazırlığına işaret etmektedir. Bu anlamda demokratik kazanımların nerede olursa olsun budanması, tüm toplumun savaşa göre şekillendirilmesi, askeriyenin güçlendirilmesi olmazsa olmazdır. Halkları daha büyük kıyımlar ve soykırımlar beklemektedir. Rojava bu soykırımlara karşı taktik ve stratejik politikalar belirlerken farklı ulusal güçlere ihtiyaç duymaktadır. Bu anlamda, ENKS güçleri ile işbirliği adımları geliştirilmektedir.

Yeniden Duhok Antlaşması…

Bu durum belli kaygıları beraberinde getirmektedir. Bu kaygıların başında ENKS güçlerinin sınıfsal karakteri yatmaktadır. Tüm bunlara rağmen oluşacak bir “ulusal birlik” sürecinde de asıl olması gereken halkın işgal sürecine dair örgütlenmesidir. Halkların birleşik mücadelesi temelinde halkın savunma güçlerinin daha fazla güçlendirilmesine ihtiyaç doğmaktadır.

“Ulusal birlik” süreci her ne kadar farklı sınıfsal katmanlarının bir araya gelmesini gerektirse de sınıflar arası mücadele devam edecektir. Bu anlamda milli bir cephenin oluşması adımlarının atılması dahi olasıdır. Ancak, faşist TC ile işbirliği yapan kesimlerin bu “birlikteliğe” hangi düzeyde katılım sağlayacakları işin can alıcı boyutunu oluşturmaktadır. PYD-ENKS görüşmeleri, en nihayetinde Rojava’nın idari yönetim ve askeri konularında oldukça ihtiyatlı sürmektedir.

ENKS, Barzani güçlerinden belli oranda peşmergeyi Rojava’da konuşlandırması söz konusudur. Roj peşmergelerinin yanı sıra nasıl bir askeri yapının oluşacağı üzerinde de ciddi tartışmalar mevcuttur. Özerk Yönetim temsilcisi Aldar Xelîl’in dikkat çektiği bu nokta oldukça önemli bir yerde durmaktadır. 2014 yılında yapılmaya çalışılan Duhok antlaşmasının en temel tartışması askeri yönetim üzerine olmuştu. Özerk Yönetim, tek bir askeri model ve bir elden yönetilen bir askeri sistem istemektedir.

Yine Özerk Yönetimin demokratik kazanımlarının muhafazası noktasında, azınlıkların, diğer milliyetlerin özerk meclislerinin olması Özerk Yönetim tarafından önemsenmektedir.

Rojava Toplum Sözleşmesi temelinde ortaya çıkan kazanımların ne dereceye kadar görüşmelerde tavize dönüşeceği kesinleşmiş değildir. Ancak TC’nin işgal ve savaş tehdidi altında yaşayan Rojava’nın askeri meselelerde fazla taviz verme olanağının olmayacağı görülen nesnel bir gerçekliktir. Bu şartlarda askeri konularda verilecek tavizlerin Rojava Devrimi’nin sonu anlamına geleceği bilinmektedir. Bu gerçeklik, görüşmelerin daha hassas bir noktada ilerlemesini beraberinde getirmektedir.

Buna ulusal devrimci kulvarda kalan kesimlerle işbirlikçilik yapma olasılığı yüksek kesimler arasında yaşanan bir çatışmanın eseri olarak bakılmalıdır. Her türden emperyalist ve işbirlikçi politika karşısında halkların ortak mücadelesi tek panzehirdir. Tüm taktiksel hamleler bu prensibi beslediğinde anlam kazanacak, emperyalist güçler başta olmak üzere tüm faşist gerici ve işbirlikçi kesimlerin amaçlarını boşa çıkaracaktır.

Çıkarılmak istenen savaş Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika coğrafyasını kapsayacak bir güzegahta ilerlerken, halkların ortak direnişleri yine bu geniş çerçevede biçim alacaktır.

Vesayet Savaşının Ekonomik Yüzü: Sezar Yasaları

Sezar Yasaları olarak bilinen ve esas hedefinin Esad rejimi olduğu iddia edilen yasalar uygulamaya konduğundan bu yana, Rojava’da ve Suriye’de halk alım gücünden iyice yoksunlaşmış durumda. Her zaman olduğu gibi bir “kurtarma ve demokrasiyi inşa etme” iddiasıyla, ABD öncülüğünde Avrupalı emperyalistlerin ve bunların Ortadoğu’daki temsilcilerinin çıkarlarını koruyan bir kurtarma operasyonu başlatıldı.

Ortadoğu’daki vesayet savaşlarında, ekonomik saldırılar oldukça önemli bir rol oynuyor. İran’ın ve onunla işbirliğine giden Çin ve Rusya’nın Ortadoğu’daki etkisini kırmak için ABD, dün nükleer silahları bahane ederek ekonomik bir savaş açmış ve Avrupalı emperyalistler başta olmak üzere İran’ın gücünden rahatsız olan herkesi de bu savaşa dahil etmişti. Ancak tek başına bunun yeterli olmadığını bilen ve İran’ın çevre çeperindeki bütün işbirlikçilerini etkisiz hale getirmek isteyen ABD, şimdi de Sezar Yasaları ile İran’ın en büyük ortaklarından olan Esad rejimini hedef almış bulunmakta.

Bu hedef alışın tek sebebi, İran’la kurulan sıkı ilişkiler değil şüphesiz. Yine Rusya’nın bölgedeki askeri ve ekonomik varlığı ile Çin’in pazara hakim olma çabası bu sebepler arasında sayılmalı. Bir diğeri ise Rojava bölgesinde PYD öncülüğünde kurulan Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimini de kendine göbekten bağlamak istemesi. Aynı zamanda Irak ve Lübnan gibi Suriye ile güçlü ekonomik ilişkileri bulunan ülkeler de bu ekonomik saldırıdan payını alıyor.

ABD’nin bölgedeki temsilcileri, her ne kadar Özerk Yönetimin kontrolü altındaki bölgelerin bu yaptırımdan etkilenmeyeceği sözü vermiş olsalar da bunun bir yalan olduğu aşikar. ‘91’de Irak’a uygulanan ekonomik yaptırımlardan Kürt bölgelerinin muaf olacağı yalanı da söylenmiş, ancak herkesin önceden de böyle olmayacağını bildiği üzere, bu yaptırımlardan Kürtlerin yaşadığı bölgeler direkt etkilenmişti. Sözde, ambargo Kürtleri vurmayacaktı. Aynı senaryo, şimdi değişen dengeler doğrultusunda, Suriye’de bir kez daha yineleniyor.

saldırılardan, kimileri direkt olarak ABD’nin sorumlu olduğunu bilse ve söylese de kimileri de hala esas sorumlunun Esad rejimi ve onun politikaları olduğu propagandası yapıyor. Esasta, bu kuru bir propaganda. Esad rejiminin, halk düşmanı politikaları gerçekliğine dayandırınca sanki gerçekmiş gibi görünüyor.

Oysa herkes tarafından biliniyor ki, ABD’nin barış ve refah kılıklı beyaz güvercini özünde vahşi pençeleri ile Ortadoğu’nun zenginliklerine saldıran bir kartal. ABD, sadece bu pençelere bir kılıf buluyor. Ve esas amacına giderken, dönemlik politikaları doğrultusunda bu pençelerin yerini değiştiriyor. Zira bunu yaparken, başka “Pençe”lerden de yardım almaktan da çekinmiyor.

İddia, BM Daimi Temsilcisi Kelly Craft’ın cümleleriyle şöyle duyuluyor: “Bu ekonomik yaptırımlar, Esad rejiminin askeri zafer elde etmesini önleyecek.” Bu propaganda yapılırken, bir yandan da başta Kürtler olmak üzere Rojava’da yaşayan Ermeni, Asuri, Süryani ve Araplara iyilik yapılıyormuş gibi görünmeye çalışılıyor. Bu şekilde, Rojava’nın BAAS rejiminin baskısından tamamen kurtulacağı düşüncesi dayatılıyor.

Buna inananlar da var. Ancak PYD’den Aldar Xelîl’in de “Biz Suriye’den ayrılmış değiliz, ayrılmayı da düşünmüyoruz. Mevcut siyasi durumda, her biri bizim için çok zor olan 3 tercih sunuluyor. Irak Dinarı, Türk Lirası ve ABD Doları… O zaman, Suriye parası kullanmayacağını ilan etmen gerekir. Bu kararlar ve atılan adımlar, bizi de etkileyecek” sözlerinden anlaşılacağı üzere, esasta Özerk Yönetime bir egemenlikten çıkıp başka bir egemenliğe girme dayatılıyor.

ABD ile varılacak anlaşmaların Rojava’yı her defasında çıkmaza sürüklediği ortada. Zaten, esasta “bizi zorlayacak” diye dile getirilen kaygı da bu. Günü kurtarsa da uzun vadede PYD’nin PKK’yi tamamen reddedip ABD işbirlikçisi KDP çizgisine kaymasının hesabı yapılıyor. Bu hesap halka açlıkla, Özerk Yönetime ekonomik krizle dayatılıyor. Çünkü para birimi değiştiği takdirde, PYD’nin uygulamak istediği müzakere yoluyla statü kazanmanın önü de tamamen kapanmış olacak.

Yine bu kriz fırsat bilinerek, başka kesimler de özerk yönetimden vazgeçme çağrılarında bulunmaya başladı bile. Esad’ın muhalifi olarak bilinen Suriye Müzakere Yüksek Kurulu üyesi Nasır Hariri, Rudaw Tv’ye verdiği bir demeçte, gelinen bu ekonomik çıkmazın sorumlusunun sadece Esad olmadığını belirterek PYD’nin de bu krizlerin bir sebebi olduğunu vurguladı.

Yine bu anlaşmanın ekmeğini yiyenlerden birisi de faşist TC devleti oldu. Başını Erdoğan’ın çektiği, “her yerde düşman Kürde karşı birlik” olan devlet aklı, başkasının krizini kendi fırsatına çevirmekte gecikmedi. “Başkasının toprağında gözümüz yok” diyerek, göz göre göre işgal ettikleri Efrîn’de, İdlip’de, Serekanîye’de Türk lirasını uygulamaya koydu. Bu sayede bölgedeki işgalini pekiştirmiş de oldu. Bölgeye yerleştirdiği çeteleri üzerinden, bölgenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kendi iç piyasasında kullanmak üzere Türkiye’ye çekme konusunda işleri iyice kolaylaştı.

Yine Türkiye’nin çeşitli bahanelerle Heftanin başta olmak üzere bir kez daha başlattığı askeri saldırılara, ABD’nin verdiği destek ayan beyan ortada. Irak Kürdistanı’nda Kürt düşmanı, Rojava’da halkların dostu olacak değil ya! Irak Kürdistanı’na yönelik saldırılara nasıl sesini çıkarmıyor aksine destekliyorsa, Rojava’ya yönelik saldırılara da aynı şekilde sesini çıkarmıyor ve destekliyor.

Emperyalistlerin esas derdinin her daim kendi çıkarları olduğu gerçeği asla değişmiyor. Sonuçta Türkiye ile anlaşmaları üzerinden, bölgenin Akdeniz’le bağlantısını sağlayan İdlib gibi bir işgal daha olması ABD’nin elini güçlendiriyor. Bu yüzden de Türkiye’nin bölgedeki işgal saldırılarına sesini çıkarmak bir yana dursun hem çetelerin kaynak bulması hem de Türkiye’nin teknik bakımdan desteklenmesinde oldukça bonkör davranıyor.

Bütün Yıldırma Politikalarına Rağmen Özgücüne Dayanmak

Yasanın gündeme girmesiyle birlikte PYD, çeşitli adımlar atarak krizin üstündeki yükünü hafifletme planlarına gitti. Mısır ve zeytinyağı fabrikaları kurma yönlü adımlar başta olmak üzere, hayvancılıkta teşvike gitme gibi yöntemlerin devreye sokulması bu planların bir parçası. Yine, kooperatifçilik güçlendirilerek iç ihtiyacı karşılayacak ürünlerin kendi üretimine dayandırılmaya çalışılması da bu adımlardan en önemlileri arasında. Ki, kendi özgücüne ve öz kaynaklarına dayanmak açlıkla terbiye durumlarında oldukça önemli bir yerde duruyor.

Ancak, petrolün büyük bir kısmının Şam’a satılıyor olması ve yasaların Şam’la Özerk Yönetim arasındaki bu ticareti ne kadar kısıtlayıp kısıtlamayacağının garantisinin olmayışı durumu çıkmaza sürüklüyor. Yine, Özerk Yönetimin pamuk ve tahıl satışını Şam’a yapıyor olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Yani ABD temsilcilerinin iddia ettiği gibi, yaptırımların Özerk Yönetimi kapsamaması fiili olarak birşey ifade etmiyor. Zaten pratikte Suriye parası kullanan, Şam yönetimiyle önemli ticari ilişkileri olan Özerk Yönetim böyle bir çıkmaza sürüklenmiş oluyor. Sezar Yasaları iddia edildiği gibi sadece Esad rejimine değil bir bütün Suriye ile ticari ilişkileri olan herkese yaptırım anlamına geliyor.

ABD ve işbirlikçileri özü itibari ile sadece Esad rejimini dize getirmeyi değil bir bütün Ortadoğu’daki varlıklarını pekiştirme derdindeler. Bölgede ABD ile işbirliği içerisinde olan ülkelerin şirketleri birer birer pazara girmeye başladı bile.

Büyük tekellerini Suriye ve Rojava piyasalarına sokmak ve Sezar yasaları ile buradaki varlıklarını, ABD’nin bölgedeki ekonomik bekasını güçlendirmek için ellerinden gelen herşeyi yapacaklar.

Savaş ve yoksulluk da bunun en önemli silahı oluyor. Ancak aynı zamanda Rojava, emperyalistlerin bu oyunlarından da öğreniyor ve özgücüne dayanmaya daha fazla yöneliyor.

Bütün bu politikalara rağmen Özerk Yönetim ne kadar uzun süre güçlü ve tavizsiz durabilirse bu tehdit karşısında açlık korkusu eşiğini o kadar aşacaktır.

Tabi ki bunun halkla birlikte örgütlenmesi, Irak Kürdistan’ı örneğinde yaşananın aksine halkın üretime daha fazla katılması sağlandığı takdirde mümkün olduğunu belirtmek gerekir. Bu eşik aşıldığı takdirde bütün emperyalist politikalar boşa çıkmış olacaktır. (Bitti)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu