GüncelMakaleler

MAKALE | Koronavirüs gölgesinde: Egemenler mülteciler için salgından daha tehlikeli!

"Mültecilerin neden bu ülkede yaşamak istemediğini bilen ama bunu çözmeyen, bu konudan sadece çıkarları doğrultusunda nemalanmayı bilen bu devlet aklı; kuşkusuz, koronavirüs salgınının sınırda bekleyen mülteciler için nasıl bir tehdit olduğunu da umursamayacaktır"

Genel olarak tartışılan bir konudur; egemen sınıfların belirlediği, işaret ettiği başlıkların, çelişkilerin içerisine hapsolarak muhalefeti ve devrimci mücadeleyi bu gündemlerin peşinde sürükleme zorunda kalışlar ve bu çemberden sıyrılamama halleri…

Kuşkusuz bu uzun bir konu ve oldukça çetrefilli başlıklara bölünmesi gereken hassasiyette. Bu durumun vahametini gösteren bir örnek olarak koronavirüs salgının ülkemiz topraklarındaki varlığının “resmiyet kazanması”nın ardından “gündemden düşü(rülü)veren” sınırdaki mültecilerin nasıl bir anda “sırra kadem bastı(rıldı)ğını” gösterebiliriz.

28 Şubat gecesi İdlib’de bulunan TC askerinin işgal üssüne saldırı düzenleyen Suriye ordusu güçleri, burada üs olarak kullanılan belediye binalarını vurmuş ve resmi açıklamalara göre 33, ancak TC ordusunun kendi içerisindeki çalkalanmadan açığa çıkan bilgilere göre ise 200’e yakın asker yaşamını yitirmişti.

İdlib’deki bu durum TC devletinin işgal politikaları ve emperyalist güçlerle ilişkileri anlamında ciddi bir krizin varlığına işaret etse de, AKP hükümeti hem bu durumun üzerini örterek kendi üzerine çekilecek şimşeklerin şiddetini azaltmak hem de kimi çelişkileri bakımından bir fırsat yaratmak için elindeki mülteci kozunu öne sürmüştü. Suriye ordusunun saldırısının gerçekleştiği gece yarısından itibaren Avrupa kapılarını açtığını duyurmuştu.

Kapıların açılmasının ardından dakika dakika sınır görüntüleri ile halkın gündemine mültecileri taşıyan burjuva medyanın da aracılığıyla tüm gündem neredeyse mülteciler olmuştu. Ancak bir yandan TC bir yandan da Yunan güçleri tarafından sınırda iki ateş arasında bırakılan mültecilerin neler yaşadığından ve bu ülkeden neden bir an önce gitmek istediğinden çok AB’den kopartılacak paraların ve anlaşmaların pazarlığı önemliydi egemen sınıflar açısından.

Dolayısıyla gündemde sınırdaki mülteci görüntüleri verilirken TC ile AB arasında yeni paylaşımlar yapılıyor, Yunan devleti, NATO’da TC devletinin işgaline karşı vermediği onayı gözden geçiriyordu.

Tam da o sırada mülteciler Edirne merkezinde “halkı rahatsız ettikleri” gerekçesiyle şehir dışlarına, kapı bölgelerine ya da Yunanistan’a en yakın sınır köyleri civarına sürgün ediliyordu. İnsanca muameleden uzak bir şekilde şehir yaşamının olanaklarından uzaklaştırılıyor; ulaşımdan barınmaya, beslenmekten sağlık hakkı erişimine dek birçok haktan mahrum edilerek insan tacirlerinin eline ve çıkarcı gruplara teslim ediliyorlardı.

Yunan askerinin ve Yunanistan’daki ırkçı kesimlerin mültecilere dönük zalimlikleri teşhir edilirken ülke içinde de mültecilere dönük ırkçı hezeyanlar güçlendiriliyor, toplum içine bu konuda zehirli tohumlar ekiliyor, devlet eliyle insan kaçakçılığı, fahiş fiyatlarla satıcılık, tacizkar ortamlar meşrulaştırılıyordu. Ama yine de mültecilerin sınırdaki ısrarlı bekleyişi her dakika halkın gündemine sokuluyor, her saat başı haber programında canlı yayınlar ardı ardına veriliyordu.

“Biz hayat istiyoruz, bu dünyayı yaşamak istiyoruz”

Aradan sadece birkaç hafta geçti ve koronavirüs gündemi ile birlikte mülteciler de bir anda ortadan kayboluverdi. Oysa gerçekte mültecilerin çok küçük bir kısmı Yunanistan’a geçiş yapmayı başarırken çok daha büyük bir kısım sınırın Türkiye tarafında bekleyişini sürdürüyor. Son olarak iki Afgan genç sınır hattında yaşananları protesto etmek için ağızlarını dikip “Buradan dönüşümüz yok. Ya yeni yaşamlarımıza kavuşacağız ya da öleceğiz. Dirimizi kabul etmiyorlarsa ölülerimizi Yunanistan’a yollayın” diyerek açlık grevine başladı.

İnsanca yaşamak için bunca aşağılamaya, zulme, ayrımcılığa ve yok sayılmaya diş sıkan mültecilerin buna neden katlandıklarını belki de en iyi özetleyen yine Afganlı bir genç olan Said Muhammed oluyor: “Bizim Afganistan’da 40 senedir savaş var. Önce İngiliz Afganistan’a geldi, bizi mahvetti. Sonra Rusya geldi, 15 sene, 20 sene Rusya ile Afganistan savaş etti. Bizi mahvetti. 20 senedir Amerika geldi, Amerika her gün bize savaş etti, bizi öldürdü. Şimdi de Taliban var, Amerika var, DAİŞ var, NATO var.

Hepsi bizi öldürüyor. Kimsenin yeri yok, ev yok, hepsi çadırda kalıyor. Şimdi biz mecbur ettik, Afganistan’dan kaçtık İran’a, İran bize yol vermiş, Türkiye’ye geldik. Türkiye şimdi yol vermiş, Yunanistan’a gitmek istedik. Yunan bize yol vermiyor. Biz sadece Yunan’dan yol istiyoruz, başka bir şey istemiyoruz. Çünkü bizim hayatımızı mahvetmişler. 28 yaşındayım, hiçbir gün hayatı bilmedim. Çünkü biz hayat istiyoruz, bu dünyayı yaşamak istiyoruz. Bilmiyorum nerede yaşayayım?”

“Herkes bizi unuttu, dünya koronayı düşünüyor”

Yeni ve insanca bir yaşam için mültecilerin bekleyişi sürerken umudunu kesip geri dönenlerin oranı az değil. Ancak bekleyiş uzadıkça buradaki mülteciler açısından çok daha ciddi bir sorun ortaya çıkıyor. Koronavirüs salgının mülteciler arasında yaygınlaşması durumunda “Evde kal!”, “Ellerini 20 saniye ve köpürterek yıka!”, “Sosyal mesafeni koru!” gibi önerilerin hiçbir anlamının kalmadığı, kalmayacağı ortada. Ancak tam da burada devreye giren, mülteciler arasında insanca yaşam umudunu yaratıp (kapıları açma bahanesiyle) sonra da AB ile gerekli anlaşmalar için masaya oturunca onları unutan devlet aklıdır!

Mültecilerin neden bu ülkede yaşamak istemediğini bilen ama bunu çözmeyen, bu konudan sadece çıkarları doğrultusunda nemalanmayı bilen bu devlet aklı; kuşkusuz, koronavirüs salgınının sınırda bekleyen mülteciler için nasıl bir tehdit olduğunu da umursamayacaktır.

Bu konuda devletin şimdiye dek attığı tek adımın İçişleri Bakanlığı nezdinde “koronavirüs önlemleri” kapsamında bir genelge yayımlayarak, “Yunanistan’a açılan Pazarkule, İpsala kara hudut ve Uzunköprü demiryolu hudut kapıları ile Bulgaristan’a açılan Dereköy, Hamzabeyli ve Kapıkule kara hudut kapılarından yolcu giriş çıkışı yapılmayacağını” yönlü açıklaması (18 Mart 2020) olması bunun göstergesidir.

Kaos GL’de 17 Mart’ta yayımlanan bir röportajda sınırda bekleyişini sürdüren mülteci bir trans erkeğin hem koronavirüs salgını bakımından nasıl kırılgan bir topluluk oluşturduklarını hem de nasıl görmezden gelindiklerini şu sözlerle

anlatıyor: “Burada bayağı insan var. Hava çok soğuk, malzemelerimiz çok az. Temizlik için hiçbir şey yok. (…) Polis ve jandarma bizi dövüyor. Herkes bizi unuttu. Şimdi dünya sadece koronayı düşünüyor. Kimse bizi düşünmüyor.

Ben trans erkeğim. Ülkemi, toprağımı, ailemi bırakıp buraya geldim. Normal yaşamak için. Ama beş senedir burada normal yaşamıyorum. Başka insanlar gibi yaşayamıyorum. Türkiye’de kimse yabancıları sevmiyor. LGBTİ+’ları zaten kimse sevmiyor, istemiyor. (…) Sadece azıcık umudum kaldı. O da ne zaman biter bilmiyorum. Buradaki insanların yaşama hakkı var. Bunlar da özgürlük istiyorlar, normal yaşamak istiyorlar.”

Hayatı ve yaşamayı istemeyi ölüm, zulüm ve mülteciliğe mahkum etmekle cezalandıran egemen sınıflar! İşte bunlar, halklara koronavirüsten katbekat daha tehlike oluşturuyorlar. Oysa hayatı isteyen Said…

Normal yaşamak isteyen ve sadece azıcık umudu kalan trans… Onlar yani bizler ise egemen sınıflara hayatı koronavirüsten katbekat dar edecek bir şeye sahibiz! Zincirlerimizden başka hiçbir şeye!

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu