Gençlik

Mersin’de YDG Kampanyasına Dair…

YÖK yasa tasarısı ve Bologna Projesi kapsamında yürüttüğümüz kampanyamız Mersin’de sona erdi. Okulun da erken kapanmasıyla birlikte fiilen sona eren kampanya çalışmalarımızı değerlendirdik.

Kampanya kapsamında, ilk iş olarak imza topladık, düzenli olarak standımızı açtık. Çalışmayı planlarken; her gün (sabah 9 akşam 5) belli saatler arasında çalışma kotası koyduk kendimize. Ayrıca her gün 200 imza toplama hedefiyle hareket ettik. Okuldaki topluluklara, bireylere ve gençlik örgütlerine çağrı yaptık.

Beklediğimiz çapta olmasa da ortaklaşmaya vardık ve imzaları beraber toplamaya devam ettik. Ardından okulda, İktisat fakültesinin önünde bir forum gerçekleştirdik.

Biz şimdi şu soruları soruyoruz kendimize: Kampanyamızın süresi yaklaşık 4 ay olmasına rağmen biz çalışmalarımızı neden son 1,5 ayda sınırlandırdık? Çalışmayı gündeme almamamızın altında yatan çelişkiler nelerdi? Sonrasında nasıl adımlar attık ve ilerlememiz ne durumda?

Kuşkusuz bahsini edeceğimiz her türden eksikliğimiz; sayfalarca yazmak, tartışmak gereken konular. Biz de kendi cephemizden bu konuları tartışmaya, derinleştirmeye başladık. Bu nedenle yazımız bir değerlendirme özelliği taşıyorken, aynı zamanda eksikliklerimizi tartışma sürecini de yansıtmaktadır. Dolayısıyla henüz bitmiş değildir, eksik ve yetersiz bulunabilecek yanları da bundandır.

Özgüven

Bu süreçte birçok çelişki yaşadık. Bu çelişkileri değerlendirmeye, en temel olanından başlayacağız; özgüven ve de dolayısıyla kitlelere güvensizlik. Bu temel çelişki, diğerlerini oldukça etkiliyor ve birbiriyle oldukça bağlantılı halde olan diğer çelişkileri çözümlememiz için öncelikle bu soruna değinmeliyiz.

Toplumda özgüven konusunda zaten yenik başladığımız bir gerçek. Hemen hepimiz ciddi oranda inisiyatifsiz, kırılgan yetiştirilmişiz ailemiz ve toplum tarafından. Dolayısıyla çekingen oluyoruz ve daha başlamadan olmayacağını başarılamayacağını düşünüyoruz.

Bu eksikliğimiz dergi dağıtımlarından tutalım da kitleyi pikniğe çağırmaya kadar yansıyor. Özgüven meselesini de koşullayan sebepler var elbette. Bunların en başında hazırlık yapmamak, o konuda adım atmamış olmak ve dolayısıyla henüz başarabildiğimizi görmemiş olmak var. Bu nedenle özgüven meselesi kısa zamanda çözülebilecek bir sorun değil. Birçok başka meseleyle iç içe girmişliği, işi daha da karmaşıklaştırdığı için kolay da olmaz. Sihirli değneğimizin olmaması da cabası. O zaman ne yapacağız?

Öncelikle, çelişkiyi bütünen çözemeyeceğimizi anlamak lazım. Yani tüm yönleriyle aynı anda çözüvermek mümkün değil. Bu nedenle, soruna neden olan faktörleri açığa çıkarmak gerekir. Özgüven problemimiz en çok hangi durumlarda kendini gösteriyor ya da hangi hareketimize, çalışmamıza yansıyor.

Buralarda eksik kaldığımız yönlerimizi bulup çıkartabilirsek, ardından iradi bir adım bizim derdimize ilaç olabilir. Örneğin imza toplarken insanların imza atmayacağını düşünüyor ve çekiniyorsak; ya kitlenin çelişkilerini ve durumunu iyi bilmediğimizden dolayı yanlış bir beklenti içine girmişizdir ya da onları ikna edecek bilgi birikimimiz yoktur.

bolognaEğer bu noktalarda adımlar atarsak, temel meselemize gedikler açabilmiş oluruz. Bu deneyimlerin defalarca tecrübe edilmesi ancak sorunu tamamen ortadan kaldırır. Keza biz de bu süreçte bunu yapmaya başladık.

Özgüven meselemizin üzerine tartışmalar yaptık, derinleştirdik, tutabileceğimiz her noktasından tutmayı hedefledik ve belli başlı sonuçlar da aldık. Biz bu sorunları açığa çıkarttıkça pratikte de yansımalarını çok çabuk görebiliyoruz.

İmza toplarken karşılaştığımız insanların umutsuzluğu, talep edilen şeylerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğindeki yaklaşımları ve bunun karşılığında bizim onlara konuyu ne kadar anlatabildiğimiz; bunların hepsi esas olarak özgüven problemi idi. Ama biz bu süreçte yaptığımız çıkarımlardan yola çıkarak, belirli oranlarda sorunların çözüldüğünü gördük.

İmza toplarken, insanların duygularına, düşüncelerine karşılık verirken, konuyla ilgili derdimizi anlatırken konuya daha vakıf bir hal aldık. Ya da işin içine siyasetlerin katılmasından sonraki tabloda da, kimsenin bu konuyla ilgili geniş bir bilgiye, araştırmaya sahip olmadığını, hazırlık yapmadığını görünce, ortaya konuya kafa yoran, hazırlık içerisinde olan bir biz çıktık.

Bu da bu süreç içerisinde bize belli bir özgüven verdi. Şunun da farkına vardık; eğer kendimizi geliştirmeden heybeden tüketirsek, aynı sorunları tekrar tekrar yaşamamız mümkündür. Gelişimin olmadığı yerde gerileme vardır çünkü.

Politikaya ilgisizlik

Bu mesele çözmekte oldukça zorlandığımız bir sorun olarak karşımızda duruyor. Teorik olarak kampanyanın politikası, yolu yöntemi konusunda kafamızda bir sorun “yokken”, pratik adıma bir türlü başlamamamız aslında teorik düzeyde de kavrayış sorunu yaşadığımızdandı. Mao’nun da belirttiği gibi, algısal bilgi ile kavrama aşamasının arasında ciddi bir emek yatar. Kampanyamızın planının çıkartılmasının ardından yapmamız gereken kampanya politikasında derinleşmek olmalıydı. Biz bu kısmını eksik bıraktık ve saldırıların boyutunu biz dahi göremedik, kavrayamadık. Politikaya ilgisizlik; bizim bu süreçte en temel çelişkilerimizden diğeriydi.

Biz, kampanya başında (kitlenin bu konuya dair hiçbir bilgisinin olmamasından kaynaklı) yaptığımız yasa incelemesinin üzerine bir şey koyma ihtiyacı hissetmedik. Sınırlı bilgimiz bir süre sona etkisini kaybetti ve kitleye yeni şeyler anlatmamız gerekti fakat burada da yeterli olamadık çünkü kampanyaya geç başlamamızdan dolayı okulun da erken kapanmasıyla fiili olarak çalışmamız sonlandı.

ydg simgeYine de bu kadar dar bir süre de bu konuya nasıl bir müdahalemiz oldu? Daha fazla kafa yormak ve ufak ufak da olsa yaptığımız araştırmalar ve aramızda yaptığımız değerlendirmelerimiz faydasını gösterdi. İmza toplarken, kitle karşısında; konuyu bilen, kendine güvenen insanları gördü. Keza yaptığımız forumda da bunun yansımasını gördük. Fakat yine de politikaya ilgisizlik çok büyük eksikliğimizin olduğu, ilerleyen zamanlarda daha da çok üzerine gidebileceğimiz bir mesele olarak duruyor karşımızda.

Hedefsizlik

Genel olarak örgütlü yaşamımızı derinden etkileyen bu çelişki, birçok hareketimize yön veriyor. Yaptığımız haberlerden tutalım, yazdığımız bildirilerin niteliğini bile bu belirliyor. Anlık değerlendirme ve planlama yapmak olarak karşımıza çıkıyor.

Yaptığımız işin amacı ne ve kimi nasıl etkilemeli? Sorularını sormuyoruz çoğu zaman. Uzun vadeli düşünmüyor, kısa vadeli süreçleri atlatmaya bakıyoruz. Biz de kampanya politikamızı zihnimizde kavrayış aşamasına getirmediğimiz için, zaten var olan ve daha “kolay” olan hedefsizlik ile çabuk uzlaştık. Dahası bundan uzun süre rahatsız bile olmadık.

Ta ki mart ayının 2. Haftasına kadar. O tarihten itibaren çelişkimizin ana yönü hedefsizlik olsa da bu konuda attığımız adımlar yakına ama ileriye oldu. O tarihte aldığımız toplantıda çelişkimizi tespit edip, kampanya çalışmasına somut hedefler koyduk. Her gün sabah 9 akşam 5, ortalama 200 imza hedefiyle başladık.

Böylelikle toplamda binlerce öğrenciye ulaşmış olacak, derdimizi anlatıp örgütlenme çağrısı yapmış olacaktık. Böyle de yaptık. İşte bu aşamada bu hedeflerimizin yetersiz olduğunu hissettik. Bu noktada çelişkimizin başka bir boyutundaydık. Kitleyi ve kendimizi örgütleme hedefini önümüze koymalıydık ama nasıl yapacaktık?

Bu süreçte de ajitasyonun propagandaya evrilmesi gerekiyordu. Kendimizi ve kitleyi nasıl örgütleyeceğimiz konusu hala problemdi. Çünkü kitlenin ne düşündüğünü, nasıl yaşadığını bilmediğimizi fark ettik.

Öğrenciler, sistemin dezenformasyonundan ne düzeyde etkilenmişti ve haklarına ne oranda sahip çıkıyordu? Bu konuda da kitlelerle ilgilenmek ve onları tanıma meselesi eksikliğini gösterdi.

Kitleleri tanımamak, çelişkilerine hakim olamamak.

En yakınımızdaki arkadaşımızdan en uzağımızdaki öğrenciye kadar şunu açık yüreklilikle söylemek gerekir ki; insanların bizim ilgilendiklerimizle ne düzeyde ilgilendiklerini bilmiyoruz. Öğrencilerin politikaya en hızlı refleks veren kesim olduğu tespiti doğrudur fakat bunun için ne kadar emek vermemiz gerektiğini bilmiyoruz. Örnek vermemiz gerekirse; biz imza toplamaya başladığımızda, şunları tespit ettik: öğrencilerin (sayıları hiç de azımsanmayacak kadar) önemli bir kısmı ticarileşmeyi savunuyor ve kendilerince bir mantıkla açıklıyorlar.

Biz, sayının bu kadar fazla olmasına ve yakınımızda, sürekli sohbet halinde olduğumuz arkadaşların içinden de böyle düşünenlerin çıkmasına “haliyle” şaşırdık. O anda gördük ki, kitle hakkında bilmediklerimiz sadece bunlar değil. Günlük yaşamlarına dair; acılarına, sorunlarına, sevinçlerine dair de pek bir şey bilmiyoruz. İnsanlarla konuştuğumuzda da bazıları ne düşündüklerini değil, genelde bizim duymak istediklerimizi söylüyorlardı. Bu da yine onları iyi tanımadığımızdan dolayı ne düşündüklerini ortaya çıkarmamızı geciktirdi.

Ayrıca, yine bilginin aşamalı kavranıldığını unutarak, (bir süre) bir ya da iki defa yaptığımız konuşmanın yeterli olacağını düşündük. İnsanları sorumluluk almaya ikna etmek çoğu zaman, defalarca ve defalarca anlatmayı gerektiriyorken biz iki konuşmanın etkili olmadığını görünce kitleye tepkiselleştik kimi zaman. Bu da yine onları (elbette kendimizi de) tanımamakla ilgili bir meseleydi.

Bu konuda da atacağımız adım kuşkusuz belliydi. Kitlenin içine, yaşamına girip, çelişkilerine hakim olup; onlarla birlikte bir şeyler yapabilmekti. Bunun adımını attık bu süreçte.

Ayrıca bu konuya şöyle bir ek de yapmak istiyoruz. Kitlenin yaşamına girmediğiz sürece onların bizi kendi yaşamlarının bir yerine koymayacaklarını gördük. Bu da bizi (elbette tek sebebi bu değil ancak önemli bir etkeni olduğunu düşünüyoruz) kendi içimize kapalı, kitlelere marjinal, kendinden menkul hale getiriyor. Meselenin bu kısmı ayrı bir şekilde incelenmeye değer.

Bu soruna yönelik nasıl adımlar atılabilir? İnsanlarla ortak yaşamı paylaşabilmenin koşulları oluşturulmalı. Her gece evimizde kalmamak, hatta buna kota koymak iyi bir başlangıç oldu bizim için.

Ayrıca insanların sorunlarını sevinçlerini paylaşabilmelerinin koşullarını yaratabilmek gerekiyor. Bu sayede bize o an duymak istediklerimizi değil çelişkilerini de açık yüreklilikle dile getirebilirler.

Disiplinsizlik, dağınık çalışma

bologna ydggAslında bu meselede süreci ne kadar ciddiye alıyor, ne kadar önemsediğimizin bir getirisiydi. Sürecin başından gerekli önemi vermek; doğalında disiplini, düzenli çalışmayı doğururdu kuşkusuz.

Fakat zaten sistemin bize “bahşettiği” bu özellik, uzun vadeli hedefler koymamakla da bağlantılı olarak; günlük, haftalık program-planlama yapmayışımıza neden oluyordu. Günübirlik, anlık ilişkiler kurma ve bu şekilde yaşama biçimleriyle kendini gösteriyordu çoğu zaman.

Biz, bu kampanya sürecinde bunun zararlarını hem gördük hem de bu çelişkiye müdahale etmeyi öğrendik.

Madde bilince yön veriyorsa eğer, düzensiz ve dağınık çalışma tarzının düşünme (ya da düşünmeme de diyebiliriz) sistemimize de yansıyacağı muhakkak. Keza bizde böylesi yansımaları hala oldukça mevcut.

Düzensiz çalışma tarzı, hemen hiçbir işimizi zamanında yetiştiremememize neden oluyordu. Yani sürece geç başlamamızın da etkisiyle; işlerimiz, yetiştirmemiz gereken şeyler kısa zamana sıkışmıştı. Dolayısıyla bunları yerli yerinde yapmak için iyi bir planlama şarttı. Biz bu konuda adımlar atmış olsak da hala bazı şeyleri erteliyor olmamız, yaptığımız plana ve programa tam anlamıyla uymamamız henüz kavrayamadığımızı da gösteriyor.

Başarısızlık korkusu

Daha çok kadınlarda rastladığımız bu çelişki, saflarımızda oldukça yaygın olarak bulunuyor. Öyle ki; bir şeyi yanlış yapmaktan veya başaramamaktan korkmamız, o şey için adım atmamızın bile önüne geçiyor. Hemen her şeyi ilk denemede becerebilmeyi istiyoruz aslında.

Oysa bunun hayatın birçok kesitinde gerçekleşemeyeceğini de biliyoruz. (özgüven eksikliğiyle de bağlantılı olarak) yanlış yaptığımızda çevredekilerin ve etrafımızdakilerin ne diyeceği, nasıl değerlendireceği veya nasıl yargılayacağını, yanlış yaparak edineceğimiz deneyimden üstün tutmamız sorundur aslında. Yani, yine Mao’nun da (“Pratik Üzerine” Cilt I) belirttiği gibi; deneyim, pratikte yapılan yanlışların da katkısıyla edinilir. Yani yanlış yapmayan bireyler sanıldığı kadar deneyim kazanmış

olamazlar çünkü sorunla başa çıkma yöntemlerini henüz öğrenememişlerdir. Bu nedenle yanlış yapmak, belirli zamanlarda başarısız olmak kaçınılmazdır ve aynı oranda değerlidir.

Böyle düşünmediğimiz takdirde bu çelişki beraberinde edilgenliği doğurur. Yoldaşlarımızın deneyiminden faydalanmak gereklidir ve önemlidir fakat bu tarz sonucunda; başkalarının gelip anlattığı, yönlendirdiği, planlayıp programladığı bir çalışmayı kendi irademizi ortaya koyduğumuz çalışmalara tercih eder duruma geliriz ve bu da kendi başımıza hareket edebilmeyi öğrenemememiz demektir.

Dolayısıyla faaliyetteki boşlukların dolabilmesi, kendi kadrolarını çıkarabilmesi için bu çelişkiyi çözümlemek ve üzerine gitmek oldukça gereklidir. Dolayısıyla ufaktan ufaktan düşünmeye, hazır reçeteler yerine kendi reçetemize ne yazacağımızın üzerine kafa yormaya başlamamız gerekiyor.

Düşünce tembelliği

bolognaaaBütün bu saydığımız sorunlar ve daha niceleri, esasta ne yaşadığımız ve nasıl yaşadığımız üzerine düşünsel mesai harcamamakla ya başlıyor ya da büyüyor.

Bir sorunu tespit etmek düşünmeyi gerektirir. Kavramak keza öyle. Çözme ihtiyacı hissetmek de bununla ilgilidir. Yani aslında düşünme, irdeleme ve kafa yorma dediğimiz durum, ciddi emek gerektiren bir süreç. O nedenle başlamak, üzerine gitmek elbette ki zor. Bu durum da eğitim çalışmalarımızdan tutalım da yazdığımız yazılara yansıyor. Hazırlıksız, çalakalem işler çıkıyor ya da son güne sıkışıyor, o zaman da yüzeysel yazılar şekilleniyor.

Yine bu mesele başka durumlarda da otaya çıkıyor. Yoldaşlarımızın bize yönelttiği eleştiriler üzerine düşünüp kafa yormama alışkanlığımız var.

Bir eleştiri duyduğumuzda katılmıyorsak eğer cepheden reddetme eğilimi çıkıyor çoğu zaman. Orada da karşıdakinin bir bildiği vardır diye ele alarak, o zamana kadar üzerine düşünmediğimiz bir şey duymuşuz hâlbuki. Ya da haklı buluyoruz yoldaşı, onaylayıveriyoruz fakat yine düşünmüyoruz.

O zaman da karşıdakinin söyledikleri üzerine daha önce mesai harcamadığımız için aksi değerlendirme yapamıyoruz ya da o an o konuşma can sıkıcı oluyor bertaraf etmek için kabul ediveriyoruz. Konuşma masada kalıyor ve biz kalkıp gidiyoruz. Dönüp bir daha baksak bıraktığımıza, her şey daha da kolaylaşacak aslında.

Biz de burada en temel çelişkilerimizden olan düşünce tembelliğimizi tespit ettik ve nasıl müdahale edeceğimizi üzerine hep beraber düşündük. Düşünme için özel zaman ayırmak gerektiğine karar verdik. Hem bireysel hem de kolektif kafa yoruş için ayrıca zaman ayırıyoruz artık.

Normal şartlarda otomatikleşen bu davranış biçimi, öğrenme ve kavrama gerçekleşene kadar böyle yapacağız. İlk adımları attığımızda yazdığımız yazıların hem kalitesinin hem de verimizin yükseldiğini gördük. Ayrıca daha az yorulup yıpranıyor zihin. Eğitim çalışmalarımızın da daha canlı ve verimli geçmeye başladığını söyleyebiliriz.

Yine belirtmekte fayda var, bütün bu bahsettiğimiz çelişkiler ve çözümleri için henüz harcadığımız çaba yetersiz. Ayrıca öğrenim henüz gerçekleşmediği için harcadığımız çabayı gevşetirsek başladığımız yere döneriz. Dolayısıyla bütün bu bahsettiğimiz sorunları çözmeye devam etmeliyiz. Buradan çıkardığımız sonuçları ve kazandığımız davranışları diğer çalışmalara deneyim olarak yansıtmalıyız.(Mersin’den bir YDG’li)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu