Makaleler

Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!

2008’in eylül ayında ABD merkezli patlak veren finansal krize benzeyen ama daha etkili bir finansal krizin açıktan tartışıldığı bugünlerde, bu tartışmaların merkezine Deutsche Bank’ın yaşadığı kaos yerleştiriliyor.

Emperyalist ABD’nin AB ile bir süredir devam eden ticaret ve pazar payı kapma savaşlarının bir parçası olan şirketlere “ceza kesme” savaşları, AB’nin Microsoft’a rekabet ihlali gerekçesiyle 2.1 milyar dolar ve Intel’e de aynı gerekçeyle 1.2 milyar dolar ceza kesmesiyle başlamıştı. ABD’den buna karşılık Alman Volkswagen firmasına “dizel skandalı” nedeniyle 16 milyar dolar ve Fransız BNP Paribas’a da ambargoya uymama gerekçesiyle 10 milyar dolar ceza olarak verilmişti. Ancak bu karşılıklı restleşme, “ceza kesme” savaşını hızlandırmış; son olarak AB’nin Apple’a İrlanda’da vergi kaçırdığı gerekçesiyle 14.5 milyar dolarlık ceza kesmesine ABD’den cevap; 2009 yılındaki Mortgage Krizi’nde mudilerine gelişigüzel kredi vererek manipülasyon yaptığı için Deutsche Bank’a 14 milyar dolar ceza kesmek olarak verildi.

Kesilen bu cezalar yalnızca emperyalist-kapitalist devletlerin kendi aralarında restleşme olarak adlandırılamayacak denli önemlidir. Son olarak Deutsche Bank üzerinden bir yeniden paylaşım hedeflenmekte, emperyalist-kapitalist sistemin temel kurallarından olan “büyük balığın küçük balığı yutması” için kollar sıvanmakta ve Deutsche Bank için sıraya girenler ağızlarının suyu akarak saldırmaya hazırlanmaktadırlar. Her ne kadar Deutsche Bank, kendilerini karalamak için “uluslararası organizasyonların” böyle bir manipülasyon yarattığını iddia etse de 2008 öncesi ABD’nin büyük bankalarından olan Bear Stearns’ın, sadece 1 ABD doları karşılığında, bugün ABD’nin en büyük ve dünyanın yedinci büyük bankası konumunda olan JPMorgan Chase & Co tarafından (milyarlarca dolarlık Hazine garantisi desteğiyle) satın alındığı hatırlanırsa, Deutsche Bank açısından da benzer bir durumun olma ihtimalinin o kadar da uzak olmadığı açığa çıkar.

Bu durum aynı zamanda bankalar üzerinden şişirilen finansal balonun yeni bir patlama ile karşı karşıya olduğunu da göstermektedir. Keza dünyada sadece en büyük 50 bankanın aktiflerinin toplamı 64 trilyon doları buluyor. Yani neredeyse dünyada bir yılda üretilen toplam hâsılaya yakın ve dünyadaki servet stokunun da dörtte birinden fazla bir büyüklükte olan bu bankalardan Çin merkezli olan en büyük ilk dört banka ise şu aralar banka batışı haberleriyle gündemde. Dolayısıyla bu sektörde çıkacak bir kriz sadece Deutsche Bank’ın ya da Almanya’nın değil, tüm emperyalist-kapitalist sistemin bir krizine dönüşecektir. “Mükemmelleşen” tekeller, aynı zamanda sadece son 30 yılda o kadar iç içe geçmiş durumda ki, Deutsche Bank’la başlayacak bir patlamanın domino etkisi yaratması kaçınılmaz…

“Domino etkisi” demişken… 2008’de başlayan ekonomik kriz sonrasında Avrupa ve ABD coğrafyasında büyük işçi eylemlerine, grevlerine, “% 99” hareketlerinin oluşmasına, yaygınlaşmasına, meydan işgallerine; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ise “Arap Baharı” olarak adlandırılan isyanlara (ki bu dominonun Türkiye’ye ucu biraz geç de olsa Gezi İsyanı olarak yansımıştı), Suriye’de bugün hala süren iç savaşa, Rojava devrimine… yol açtığını hatırlamak gerekiyor. Çünkü gelen yeni kriz dalgasının, 2008 kriz darbesini atlatamayan emperyalist kapitalist sistem açısından daha ciddi bir yıpranmaya yol açacağı, bunun halklara dönük sömürü, savaş, kemer sıkma ve baskı politikalarının artması anlamına geleceği açıktır. Buna karşı isyan ve direnişin halkların temel gündemi haline geleceği de…

 

“Yaşamak direnmekse”, “diz çökmeyeceğiz!”

2008 krizini “teğet geçirmekle” övünen AKP’nin dümeninde ilerleyen TC devleti ise, sıcak para girişinin sıkıntıya girdiği, Kürt meselesi ve Suriye’de savaş bataklığına saplanmış bir dönemde yakalandı bu krize… “Kabadayılığından” ödün vermese de dünyanın önde gelen üç derecelendirme kuruluşu arasında yer alan Moody’s, geçtiğimiz günlerde TC’nin kredi notunu dış finansman zorunlulukları ve zayıflayan ekonomik durum gerekçesiyle “Baa3”ten “Ba1”e yani “çöp” seviyesine düşürdü. Daha öncesinde darbe girişimi sonrası üç derecelendirme kuruluşundan bir diğeri olan Standard&Poors’s da TC’nin kredi notunu aynı seviyeye düşürmüştü.

Erdoğan’ın 15 Temmuz’u “Allah’ın bir lütfu” olarak değerlendirmesinin altındaki en önemli neden bu krizin kapıya dayanması ve şiddetli depremlerle gelen sarsıntının hissedilmesi… Buna karşın alınan ilk önlem ülkenin devrimci, demokrat ve yurtsever güçlerine dönük “FETÖ” perdesi altında “temizlik operasyonu”na girişmek olmuştu. 21 Temmuz itibariyle ilan edilen 3 aylık OHAL’in 2. ayı henüz sonlanmışken, geçtiğimiz günlerde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında OHAL’in bir 3 ay daha uzatılması “tavsiye kararı” çıktı. Aslında şaşırtıcı olmayan bu kararın önümüzdeki günlerde gerçekleşecek Bakanlar Kurulu toplantısında resmiyete dönüşeceği açıktır. Bu duruma 1 Ekim’de açılan Meclis’te ilk icraat olarak AKP-MHP ve CHP ortaklığında Irak ve Suriye’ye dönük tezkerenin kabul edilmesinin eklenmesi ise önümüzde uzunca bir süre daha zorlu ve saldırı dolu günlerin olacağı açıktır.

Kimsenin bu saldırıdan azade kalamayacağı, OHAL’in “keyfini” tadan ağzı kanlı katil ve hırsızların kurguladıkları bu süreçte ekonomik ve siyasi krizin faturasının ağır bir şekli de halka ve öncelikle de toplumsal muhalefete ödetilme gündemli olacağı açıktır. Ve buna karşılık verilecek mücadelenin de aynı oranda birleşik, aynı oranda ortaklaşılmış ve aynı oranda devrimcileşmiş olması şarttır. Anıtkabir’e yapılan çocuk parkı ve Erdoğan’ın Lozan Anlaşması’na dönük sözleri üzerinden köpürtülen muhalefet vb.’leri ile bu sürecin “tatlı su muhalifliği”yle karşılanamayacağı ve böylesi yapay gündemlerle saldırının büyüklüğünün üzerinin örtülemeyeceği açıktır. Erdoğan’ın yaptığı sahte kabadayılığın, krizin ülkemizdeki etkilerini azaltmayacağı ve Suriye’de egemenlerin yarattığı bataklığa sapmasının önüne geçmeyeceği gibi devrimcilerin de sokağa çıkanları küçümsemek ve “kibir bataklığında çırpınmakla” bu süreci karşılayamayacakları açıktır.

Süreci ancak, tüm güçsüzlüklerine rağmen haklılıklarının farkında olanların cesareti ile devrimciliğini bileyenler ve dört koldan saldırıya hazırlanan egemenlere karşı birlikte mücadeleye soyunanlar karşılayabileceklerdir. Nazım Hikmet’in “İşte böyle Laz İsmail / mesele esir düşmekte değil / teslim olmamakta bütün mesele” dizelerini gerçekle, yaşamla buluşturabilenler karşılayabilecektir. Keza Dersim-Şahverdi’de, Geyiksuyu’nda şehit düşen halk savaşçılarının son haykırışları başta olmak üzere kendisinden haber alınamaması 120’li günlerini geride bırakan Hurşit Külter’in “Yaşamak direnmektir” sloganı, Cizîr Eşbaşkanı Mehmet Tunç’un bodrumda yüzlerce kişiyle yakılarak katledilmeden hemen önce canlı yayında söylediği “Diz çökmeyeceğiz” sözleri bunun apaçık ve en yakın kanıtları ve abideleri olarak aklımızın en diri köşesinde varlığını korumaktadır!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu