Makaleler

İnsanlığın birikimi dogmatizme karşıdır

Ekim Devrimi’nden hemen sonra bazı Sovyet müzisyenleri fabrika çatısına çıkıp, ellerindeki bagetle fabrika düdüğünden nota çıkarmaya çalışarak buradan uluslararası işçi sınıfına ait bir marş yaratma uğraşına girişmişler. Bu eklektik, dogmatik tavır mutlaka “saf”, “duru”, “kendine has” bir proleterya kültürü, sanatı yaratma teorilerinin pratiğe geçirilmek istenmesindendir.

Oysa uluslararası işçi sınıfının marşı olan Enternasyonal, Paris Komünü’nün yıkıntıları altında kalan, son soluğuyla barikatın altından çıkmayı başarabilmiş, Eugeni Pottier tarafından kaleme alınmıştı. Burada iki farklı yaratım edimi ile karşı karşıyayız; biri tamamen uç, didaktik, dogmatik, şabloncu, diğeri hayatın ve kavganın tam ortasında, esinini buralardan alarak girişilen bir yaratım süreci. Gerçekçi ve imgesel.

Lenin birinci anlayışla ve onun izdüşümleriyle hayatı boyunca ideolojik mücadele yürüttü. Proletkült olarak bilinen bu anlayış Bagdanov ve gibilerinin genç Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkardıkları edebiyatta ve sanatın çeşitli dallarında, halk eğitiminde işlerlik kazandırmaya çalıştıkları bir yaklaşım olarak geçti tarihe. Geniş, büyük, sınırsız insanlık tarihinin ve ailesinin ortaya çıkardığı bütün kültürel ve sanatsal birikimi red etme yaklaşımına sahip Proletkült anlayışı sahipleri, tarihin başlangıcını modern sınıfların ortaya çıkışıyla başlatmışlardır. Lenin buna karşı, insanlığın bin yılları aşan gelişmesi süresince değerli ve ileri olan ne varsa hepsini özümleyerek, hepsinden beslenerek üretme, yenilenme ve gelişeme Marksist anlayışını savunmuştur.

Lenin, kuşkusuz dogmatik değildir. Proletkült dogmatizme en yalın örnek olarak sunulabilir.

Sanat ve edebiyat üretiminde dogatizm, sosyalist gerçekçi yazar ve sanatçı için en büyük tehlikedir. Günümüzde de Proletkült düzeyinde olmasa da üretimde darlıktan ve ideolojik sığlıktan kaynaklı bir dogmatizm yaşandığı söylenebilir. Neredeyse biz de devrimci silahların tarakalarından nota çıkarma, öykü ve şiir dili yaratma eğilimindeyiz. Ya da bir çok üretimimiz bunun ötesine geçememekte.

Bunun en önemli nedeni çağdaşımız olsun olmasın, insanlığın yarattığı kültürel sanatsal birikimden yeterince yararlanamamız, oradan beslenemememiz. Düşünsel tembellik ve kolaycılık hastalıklarını aşmadan da bu pek mümkün değil.

Sorun devrimci silahların tarakalarından nota, şiir, öykü çıkarmak değil; sorun o tarakaların estetik imgesel yankılanışını, duymak, duyurmak. Duyulduğu gibi değil, yankılandığı gibi yazmak o tarakaları. Başka kalplerde ve başka düşlerde yarattığı, yaratacağı çağrışımları üretmek. Marksist estetik bize tipik olanı bulmak yaratmak gerektiğini söyler.

Biz kavganın doğurduğu bin bir acıyı ve mutluluğu tipik hale dönüştüremiyoruz. Halen önemli devrimci bir roman karekterimiz yok! Öykü karekterimiz yok. Şiirde, öyküde ve hatta müzikte kullandığımız dil ağdalı, yapış yapış, ağır, kokmasa da akmayan, yeniliğe kapalı, yıllar yılı hep aynı, özgünlüğü, yeniliği olmayan bir dil. İmge dağarcığımız, gece, vuslat, hasret, kelepçe, göç, aç, vur, kaç, aman, hawar, örselenmek gibi hep aynı.

Belirli kalıpların dışına çıkamayan bir üretim içerisindeyiz. Bunu “Sosyalist Gerçekçilik” ya da “Toplumculuk” adına yapıyoruz. Darlığı kabul etmiyoruz. Oysa son on-on beş yıldır yazılıp çizilenler aynı çember içinde dönüp dolaşıyor. Bu durumun nedenleri yeterince irdelenmiyor ya da mevcut durumdan edebiyat ve sanat üreticileri olarak rahatsızlık duymuyoruz. Hal böyle iken, sosyalist yazının itibarsızlaşmasını, genelleşememesini ve daha bir dizi sorununu aşmak mümkün olmuyor. Politik edebiyat-sanat yapma iddiasındaysak eğer niteliğe önem vermeliyiz. Çünkü bu özü itibarı ile bir nitelik sorunu, nitelikli yaratma sorunudur. Kolay değil, oldukça zordur. Derinleşmek, yetkinleşmek, özgünleşmek ve kendi dilimizi yaratmak zorundayız.

Edebiyat- sanat örgütlenmelerinin çok uzağında, çok dışındayız, kendi öz örgütlenmelerimizi de yaratamıyoruz. Çünkü etkinleşemiyoruz, kendi üreten insanımızı yaratamıyoruz, nitelikli üretme sorununu bir düzeye getirmeden bunların olması da imkansız. Stalin edebiyatçılar için “insan ruhunun mühendisleri” tanımlamasını kullanmış. Öyle ise yazın faaliyetlerimizi incelikli birer mühendislik işçiliği gibi ciddi ele almalı, yapısı, estetiği, dokusu, imgesi sağlam eserler üretme çabası içerisinde olmalıyız.

Şiir yazıyorsak, öykü yazıyorsak Orhan Veli’yi de, Cemal Süreya’yı da, Turgut Uyar’ı da, Ece Ayhan’ı da, Edip Cansever’i de, Sait Faik’i de, Fürüzan’ı da, Nezihe Meriç’i de bilmek durumundayız. Bilmek ve okumak zorundayız. Bunu salt bir zorunluluk olarak değil, edebiyatın çetrefilli yollarında yürürken kendi dilimizi ve estetiğimizi yaratma bilincinin gereği olarak da yapmak zorundayız. Aynı şey müzik ve diğer sanat alanları için de geçerli.

İnsanlığın birikimi yalnızca işçi sınıfı saflarında bulunan devrimci yazar ve sanatçıların yaratımları ile sınırlı değil. Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Hasan Hüseyin vb. devrimci şairlerle sınırlı dağarcığımız yetersiz kalıyor artık, çünkü onları da kendi algımıza indirgeyip taklit etmenin ötesine geçemiyoruz. Güne, ana, dönemin yarattığı yeni olgu ve duygulara cevap olmak istiyorsak, yenilenmek yenilmemek istiyorsak her alanda olduğu gibi bu alanda da çok çeşitli kaynaklardan kuramsal olarak beslenmeliyiz.

Nazım, “şair alim olmasa da cahil de olmamalıdır” der. Bu deyişi rehber almalıyız. Yüz çiçek açsın yüz fikir yarışsın algısına sahip isek eğer bu “cehaletten” kurtulmalıyız. Dünyanın her yerindeki edebiyat olaylarını izlemeli, gözlemeli, anlamaya çalışmalıyız. Kendi coğrafyamızdaki tartışmalara dahil olmalı, üretimimizi süreklileştirmeliyiz. Biz emekçiyiz. Bu birikimden faydalanmak ve kendimizde sıçrama yaratmak için hiçbir emekten de sakınmamalıyız.

Edebiyatımızı burjuvaziye terk edemeyiz. Bu direnen halklarımıza ve işçi sınıfı ve yoksul köylülüğe karşı, tarihe karşı en büyük sorumluluklarımızdan birinden kaçmak anlamına gelir. Biz bu sorumluluktan kaçınamayız! Kaçınmamalıyız! Hayat devam ediyorsa, kavga devam ediyorsa, Kürt halkının ve diğer bölge halklarımızın ihtiyaçları, talepleri devam ediyorsa biz bundan kaçınamayız!

Marks’tan esinlenerek; edebiyat bu ruhsuz dünyanın ruhudur, diyoruz. Hayatın, kavganın, aşkın, acının, sevincin, kederin de estetiğidir edebiyat. Döğüşenlere, döğüşenlerle beraber üretmek istiyoruz.Yaratmanın önüne geçen her türlü dar, doğmatik, kasıntı, sınırlı, tekrara düşen, ilerletmeyen, çürüten anlayış, algı ve tarza karşı bütün insanlığın önümüze serdiği nimetlerden yararlanmak, beslenmek, beslemek için yoğun emek süreçlerine girmeliyiz. Bu yalnız yazarın değil, ortalama bir okurun da çabası olmalıdır. Okuma alışkanlıklarımızı elden geçirmenin, yeniden dizayn etmenin, düzenlemenin zamanıdır. Bilinçli okur yazarını da dürtecektir. Ki biz okur-yazar ayrımına suni bir şekilde girmeyi red ediyoruz. O yüzden sosyalist yazından yarınlar adına medet uman her insanın sorunu olarak görmekte fayda var bunu.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu