Kültür&Sanat

(Öykü) Ters dönmüş…

Ziya ne iş olsa koşar, çok çalışır, kendini işine verir, işle meşgul ederdi. Bir dakika boş durmazdı. Ne zaman ki boş kalsa aklına hemen memleketi düşerdi. O günde öyle daldı. Bir an içi sızladı. Bir kuyuya düşer gibi sarsıldı. Derinden ağrı uzun bir ooof çekti. Başladı sıla türkülerine…

Ziya hep dertliydi. İçini kemiren kurt ise sılaydı. Memlekette yatar memleketle kalkardı. Ah vah çeker kendini teselli etmeye çalışırdı. İşçiler de Ziya’nın bu haline alışmışlardı. Öyle ki Ziya bir of çekti mi onlar da efkarlanıp hüzünlenir, kendi özlemlerinde kavrulurlardı.

Ziya işçilerden bir tek Reşo’ya güvenirdi. Tek gerçek dostu Reşo idi. Reşo da Ziya ile aynı memlekettendi. Ziya sıkıntılarını yalnız Reşo ile paylaşırdı. Dertlerini, özlemlerini ve sevgisini bir tek Reşo’ya anlatırdı. Bu da ona yetiyordu. Dedesinin yıllar önce verdiği bir öğüdü sıkça, olur olmadık zamanda söylerdi. “Sırrını çokça kişiler bilirse herkes dostun olmaz” derdi. Dostunu da ona göre seçerdi. Haliyle Reşo tek gerçek dostuydu.

Bir gün geldi “daha fazla dayanamıyorum Reşo gardaş gideceğim memlekete” dedi. “Yıllardır iznim kış ayına denk geliyor. Bu yıl da kış ayına denk geldi. Beş yıl oldu memleketi görmeyeli Reşo gardaş. Bu gavatlar benden ne isterler bilmem… Ama gayrı/yetti. Kış da olsa bu yıl gideceğim. Ne olursa olsun” deyip gitme isteğinin yarattığı duyguları paylaştı. Bir hafta sonra Ziya yoldaydı. Her tekerlek dönüşünde memleketine yaklaşmanın verdiği sevinç hiçbir şeyle kıyaslanamayacak, değişemeyecek kadar büyüktü. Sevinçten ölebilirdi.

Ziya iki gün sonra İstanbul’da otobüsten bindiğinde görülmeye değerdi. Duyguları daha bir depreşmişti. Ne diyeceğini bilmiyordu. Sanki bambaşka biriydi. Derin derin nefes alıp verdi. Aniden uzun bir öksürüğe tutuldu. Gözlerinden yaşlar geldi. Aylardan Kasım’dı. Hava çok soğuktu. Bu derin nefes ciğerini yakmıştı. Birden ürperdi, öleceğini sandı. Bütün benliğini korku sardı. Bu, doğup-büyüdüğü, yaşamı tanıdığı coğrafyayı görmeden ölme korkusuydu.

Bir müddet sonra öksürük kesildi. Kendini biraz toparladı. İnsan öksürükten de ölür müymüş, adam deyip gülüp geçti.

Ziya memlekete nasıl gideceğini planlamıştı. Motosikletle gidecekti. Hem motosiklete karşı da özel bir ilgisi vardı. Hem de motosikletin çok ayrı bir havası olacağını düşünüyordu. Araba kiralasa köyün yolu yol değildi. Yaya gitse onu da gururuna yediremiyordu. Köylüler, o kadar yıl çalıştıktan sonra Ziya köye yürüyerek mi geliyorsun dedirtmek de istemiyordu. En iyisi motosikletle gitmekti. Öyle de karar kıldı. Ve motosiklet kiralayabileceği bir yer aramaya başladı. Zar/zor birkaç tane buldu. En sonuncusunda durdu. Sıkı bir pazarlık yaptı. Siyah renkte son model olmasa da hoş bir motosikleti üç haftalığına kiraladı. Sonra memleketin yolunu tuttu. Ziya gitmiyordu, uçuyordu! Havada sert bir ayaz vardı. Kask olmasa yüzü donardı, o derece keskin bir soğuktu. İçinden iyi ki kask almışım diye geçirdi.

Ziya yola çıkalı çok olmuştu. Gözü benzin ibresine takıldı. Benzinin bittiğini gördü. Benzincide durdu. Benzin alırken meraklı gözlerle çevreyi gözetledi. Benzin istasyonuna yakın kurulu birkaç evi geçmeyen küçük şirin köyü fark etti. Gözleri küçük bir kız çocuğuna takıldı. Kendinden büyük içi tezek dolu bir çuvalı götürdüğünü hayretle seyretti. Ziya daha bir dikkat kesildi. Çocuğun bir ayağı çıplaktı. Diğerinde ise ayağının yarısını boşta bırakan sadece yarısı kalmış yarım bir terlik vardı. O da gitti gidecekti. Çocuğun üstünde giyecek adına bir şey yoktu. Kazak desen paçavra, çuvaldan çevirme. Her yanı yama, yamaları bile lime lime. Üstünde ise bir etek. Etek demeye bin şahit gerek. Rengi nedir belli değil. O da etek namına ne çuvaldan çevrilme… Ama küçük kız için bunlar en değerli şeyler… Böyle bir yoksulluk, böyle bir fakirlik, perişanlık…

Ziya bakıyor ama görmüyordu. Dalıp gitmişti. Duyguları depreşmiş hüzünlenmişti.

Gördüklerinin yabancısı değildi. Geçmişe doğru yolculuğa çıkmıştı. Henüz 14 yaşındaydı. Babası veremden ölmüştü. Evin bütün yükü abisinin sırtına kalmıştı… Annesi gerçek yaşına rağmen çok yaşlı gösteriyordu. Ayağından bileğine kadar nedenini bilmedikleri bir şiş oluşmuştu. Bundan dolayı çok fazla yürüyemiyor, iş yapamıyordu. Çocuklarının durumuna çok üzülüyor, bir şey yapamamak onu kahrediyordu. Ziya’nın dört de küçük kız kardeşi vardı. Kız kardeşlerini her şeyden çok severdi. Onlar için ölebilirdi. Ben hep onlar için yaşıyorum derdi.

Ziya da abisi ile çalışıyor, eve katkıda bulunuyordu. Bir gün abisi çift sürmeye gitmişti. Çifte yeni başlamıştı. Saban büyük bir taşa denk geldi. Sabanı bıraktı. Taşı kaldırıp tarlanın kenarına koymaya çalıştı. Ama taş umduğundan da büyüktü. Taş bir anda kayıp kolunun üstüne düştü. Taşın düşmesiyle birlikte her iki kolu da dirseğine kadar ezilmişti. O acıyla bayıldı. Gözünü açtığında evdeydi. İlk hissettiği şey bir parçasının olmadığı idi. Abisi kollarını kaybetmişti. Artık çalışamaz durumdaydı. İşler Ziya’nın omuzlarına binmişti. Evin yükünü sırtlamak zorundaydı. Öyle de yaptı. Canını dişine takıp çalıştı. Ama o yıl iklim kurak geçmişti. Ürün az oldu. Tarladan elde edilen mahsul ailesine yetecek miktarda değildi. Kışı zar-zor geçirecek kadar ürün alabilmişlerdi. Sonraki yıllarda beklediği ürünü alamadı. Bir önceki yılın tekrarıydı. Bir yandan kuraklık bir yandan da gübrenin, ilacın pahalılığı artık köylüyü üretemez hale getirmişti. Borç desen gırtlağa kadar varmıştı. Günler yarı aç yarı tok geçmeye başlamıştı. Ziya bir iş bulup çalışmak zorundaydı. Bunun için ya büyük bir şehre gidecekti ya da yurtdışına gidecekti. Ziya yurtdışına gitmeyi tercih etti. Daha fazla para kazanacağı umuduyla Almanya’ya gitti. Yıllarca maden ocaklarında çalıştı. Az yedi az harcadı kazancının çoğunu ailesine gönderdi. Yıllar geçti memleket hasretiyle yanıp tutuştu. Ah etti bir gün gideceğim dedi. O günü sabırla bekledi… Benzincide çalışan genç işçinin “abi, tamam doldu” demesiyle Ziya kendine geldi. Motosiklete binip yola devam etti.

Fazla bir yolu kalmamıştı. Doğup-büyüdüğü köyü, kardeşlerini, annesini görebilme sevinci dağ gibiydi. Bütün çektiği eziyetlerin sonunda bu sevinç bir ödüldü. Bu motosikleti niye daha hızlı gidecek biçimde yapmamışlardı ki diye düşündü. Bu duruma canı epey sıkıldı. Doğa da sanki bana karşı dedi. Gaza daha çok yüklendi.

Yüksek ulu dağların eteklerine kar düşmüştü. Katarlanmış sıra dağlar ak örtüye bürünmüştü. Dağın avazı ovaya iniyordu. Gün dönmüş gölgeler büyümüştü. Rüzgar adeta ışık saçıyordu. Ziya ise son sürat gidiyordu. Gece olmadan köye varmak istiyordu. Ama yol bozuktu. Kimi yerde ise onarım çalışması yapılıyordu. Yolda kaza yapan araçlar gördü. Motosikletten inip yardım etti. Kaza yapmamak için daha dikkatli olmak istedi. Ama kendini kontrol edemiyordu. İçinde büyüyen bir güç onu alıp sürüklüyordu. Daha hızlı gitmek bir an önce köyde olmayı hayal ediyordu. Oysa yolda çok zaman kaybetmişti. İstese de köye akşamdan erken varamazdı. Bunu düşündükçe kendine kızıyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Mecburdu. Gece köye varacaktı.

Güneş dağlardan batıya doğru eğilmiş, hava daha bir soğumuştu. Rüzgar değdiği yeri kırbaç vurur gibi yakıyordu. Ziya daha fazla dayanamadı, durdu, deri montunu çıkartıp ters giydi. Göğsüne vuran rüzgarın şiddetini biraz olsun azaltmıştı.

Ziya köye vardığında gece olmuştu. Köye girerken sadece motosikletin farının aydınlattığı şeyleri görebiliyordu. Elli hanelik köyde yalnız bir iki evin ışığı yanıyordu. Diğerleriyse gecenin zifiri karanlığında kaybolmuş, sessizliğe gömülmüştü. Bu ürpertici sessizliği köpek havlamaları bozuyordu. Olacakları sezinleyen, bildiren bir sessizlikti.

Ziya motosikletin gürültülü sesiyle köyün içine girmişti. Sesi duyan köylüler uyanmıştı. Tek tek evlerin pencerelerinde ışıklar belirmeye başlamıştı. Meraklı ayaklı gazeteciler¹ ise daha çok meraklanmıştı. Gelenin ne olduğunu daha yakından görmek, anlamak, öğrenmek için herkesten önce harekete geçmişlerdi. Üstlerini giyinip karşılamaya çıkmışlardı.

Ziya köy meydanına varmıştı. Köy meydanı denilen yer köyün tam ortasında uzun düz yassı taştan oluşan geniş bir alandı. Meydanın ortasında taştan yapılmış iki oluklu bir çeşme vardı. Çeşmeden akan su düz yassı taşların üzerine yayılıp oradan da dereye akardı. Ama Kasım ayında çiğ düştüğünü Ziya unutmuştu. Çiy’in havadaki nemi, en küçük su damlacığını nasıl buza çevirdiğini düşünememişti. O an sevindi doruktaydı. Artık memleketindeydi. Sıla bitmişti. Gözü bir şey görmüyor, hiçbir şey düşünmüyordu. Tek düşüncesi yıllardır görmediği annesine, kardeşlerine doya doya sarılmak ve özlemini dindirmekti. Kendini mutluluğun doruğuna kaptırmış son sürat karanlığı delerek ilerliyordu. Bir an ne olduğunu anlamadı. Motosikletin kontrolünü kaybetti. Motosiklet birkaç takla atıp sürüklendi. Ziya bir yana motosiklet bir yana savruldu. Ziya düşmesiyle birlikte aldığı ağır darbeden dolayı bayılmıştı. Her iki bacağı kırılmış sol bacağı ters dönmüştü. Sol kolu ise omzundan çıkmıştı. Köyün bekçisi Haydar pek uzakta değildi. Motosikletin takla atarken çıkardığı sesi duymuştu. Telaşla koştu. Bir nefeste Ziya’nın yanına varmıştı. Etraf zifiri karanlıktı. Elindeki feneri Ziya’ya tuttu. Işığın yansıttığı karşısında bir an afalladı. Ne yapacağını, ne edeceğini, ne diyeceğini şaşırmıştı. İlk aklına gelen bağırmak oldu. “Amanın komşular yetişin. Aman ha komşular aman koşun yetişin. Gelin hele komşular gelin…” diye bağırdı. Haydar’ın sesine koyup gelen köylüler ortalığı velveleye vermişti. Bu anormal durum köyü hepten ayağa kaldırmıştı. Her gelen ne olmuş neye bağırıyorsunuz?… Kim ölmüş, kim ölmüş?.. Vah vah yazık olmuş!… Ölen yok mu?… Öyleyse ne diye köyü velveleye veriyorsunuz?… Peki yaşıyor muymuş?… Kimmiş?… Neciymiş?… Kimin nesiymiş? Kimlerdenmiş?… Bilmiyor musunuz? Ne diye dikilip duruyorsunuz o zaman orda? Baksanıza kimmiş?… Yüzü kanlar içinde kim olduğu anlaşılmıyor mu? İyi ya yüzüne iki damla su döksenize su da mı yok? Ne önemi mi var? Tüüüh Allah belanızı versin sizin… Çekilin bakayım şöyle kimmiş öğrenelim deyip olaya müdahil olmak isteyen onlarca köylü toplanmıştı. Her ağızdan bi ses çıkıyordu. Kimisi Almaağaç köyünden Hüso’nun oğlu Abidin dedi. Kimisi Akgedik köyünden Cuma’nın oğlu Ahmet dedi. Kimisi de Başak köyünden Haydar Dede’nin oğlu Hüseyin dedi. Köylülerin bir kısmı birini doğrularken bir kısmı diğerini doğruladı. Biri benim dediğim doğru dedi. Diğer benim dediğim doğru dedi. Böylece köylüler ağız kavgasına başladı.

Köyün en yetkin insanı imamdı. Köylüler ona Hafız Hoca derlerdi. Otur dediğinde oturulur, kalk dediğinde kalkılırdı. Din bilgisi öyle ahım şahım değildi. Ama dediğini yaptırtan, sözünü dinleten bir imamdı. Köylüler imama saygıda kusur etmezdi. Bu bilgisine olan bir saygı değildi. Daha çok Allah’tan korktukları içinde. Hafız Hoca uyanık, kurnaz bir imamdı. Kulağı delikti. Nerde ne olmuş bilirdi. Herkesten önce ona bilgi verilirdi. O ne derse o olurdu.

Hafız Hoca besmele çeke çeke geldi. Ağız kavgası edenlere kızmıştı. Ters ters bakıp kesin şu şamatayı, ayıptır, günahtır. Burada bir insan can çekişiyor sizinse yaptığınıza bakın. Daha fazla günaha girip kafirlik yapmadan çekilin şuradan da adam ne durumda ona bakayım dedi. Ziya’nın ışık vuran baygın bedenine doğru yürüdü. Hafız Hoca Ziya’nın bedeninde ilk bakışta dikkatini çeken tuhaf, ters bir durumun olduğunu fark etmişti. Adamın uzuvları tersti. “Ey vah cemaat-i Müslim adamın başı ters dönmüş. Başını düzeltmek gerek. Yoksa adam ölecek” demesiyle, iki güçlü el Ziya’nın başını tutup sola doğru çevirdi. Aynı anda kırt diye kırılan kemiğin sesi duyuldu. Ziya’nın tüm yaşam fonksiyonları aniden durdu. Son nefesini oracıkta verdi…

Ziya artık yaşamıyordu. Oysa onca yıl memleket hasretiyle yanıp tutuşmuştu. Son kez de olsa memleketini “aydınlıkta” göremedi”… En çok da annesini ve kardeşini görmek istiyordu. Ama nerden bilebilirdi üşüdüğü için önüne siper olsun diye ters giydiği montunun kurbanı olacağını…

1) Köylerde oradan oraya sürekli laf taşıyan meraklı kişiler…

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu