Kültür&Sanat

Özgürlüğe, Barışa Kaç Zaman Var?

Şair Cahit Koytak, İbrahimce Sorular adlı şiir “Tanrı inancı, öncelikle küllî bir uyum ve güzellik arayışının mı, yoksa bir güç algısının mı sonucu?” diye sorar. Her şiir, mesel, kutsal kitapların başlangıçları, uyumdan, ahenkten bahseder. Ahenk her şeyin başlangıcıdır. Ahengi bozmak sıkıntı demektir. Masallardan, mesellerden, yaşanan yüzlerce felaketten, derin tecrübelerden bir sonuç çıkarmaya alışmış doğunun kadim halklarından olmamıza rağmen bazen de bu yaşanan acılardan ders çıkarmamaya, kutsal kitapların içindeki sözleri yanlış yorumlamaya yeminliyiz. Oysaki doğu

masallarının nasihat ve ders çıkarma bölümüyle bittiğini herkes bilir. Benim bu yazım yaşananlardan ders çıkarmayanlaradır.

Hayatın kime, ne zaman, ne getireceği bilinmez. Garip tesadüfleri vardır, sürprizleri, inişleri ve çıkışları. Ağrı eşiği düşük olanlar için hayat zor çekilmez olur. Kolaycı olmamak ve zorluklara karşı direnmek gerek. Dağların çocukları Kürtler kadar, hayatın zorluklarını bilen, yeryüzünde kaç kavim vardır bilinmez ama bizler hayatımızı hep bıçak sırtında yaşadık. Son iki yüzyılda dünyamıza dönüp baktığımızda, politik vaatlere, arayışlara ve büyük yıkımlara, zorbalığa dayalı değişim ve dönüşümlere, farklı kimliklerin, grupların, halkların eşitlik ve özgürlük taleplerine, bu taleplerden dolayı yaşanan büyük yıkımlara, kitlesel boyutta insan hakları ihlallerine tanık olduk. Gücü, iktidarı elinden bulunduranlar kendi kültürü, dilini, yaşam tarzını zorla kabul ettirmeye ahengi bozmaya çalıştı. Buna itiraz edenleri ise karşı başvurulan araçlar hep aynıydı: göç, sürgün,
asimilasyon, zindanlar ve ölüm. Neredeyse başvurulmayan yöntem kalmamasına rağmen baskı altında olan halklar itirazlarını hep yükselttiler.

Yüzyılın başında Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar ve daha birçok halk da Anadolu’yu özgürleştirmek için uzun bir yola birlikte çıktılar. O yıllarda Kürtler Anadolu nüfusunun üçte biriydi. Kurtuluş savaşında birlikte öldüler. Savaş sonrası tüm yasal düzenlemeler sadece Türk etnik kimliğini, kültürünü, dilini, varlığını kutsadı, öne çıkardı. Öteki halklar, diller, kültürler düzenlemelere göre bir anda yok sayıldılar. İşte buna yapılan itirazdır bizleri sorun haline getiren. Herkesin “Kürt sorunu” dediği mesele “ortak vatanda eşit yurttaş olma itirazıdır” aslında.

‘En büyük aşk, Allaha duyulan aşktır, Allah’ı arayalım ve bulalım diye kendi suretinde yarattı bizleri’ der kutsal kitaplar. Biz ise güce, iktidara tapındık, hakikati aramaktan uzaklaştık, ötekileri kendimize zorla benzetmeye çalıştık. Herkes benzerini sakındı ve Allah’tan uzaklaştı, yeni bir güç odağı olmaya çalıştı. Allahaşkına size, sessiz çoğunluğa, sağduyulu Türkiyelilere ve dünyalılara sesleniyorum: Ölümlere “Dur!” deyin artık.

On iki yıldır, hak savunucusu olarak Diyarbakır’da güvelik güçlerinin işlediği ihlallere dair tespitler, raporlar tanzim ettim, eleştirdim, itiraz ettim diye 2,5 yıldır gücün tutuklusuyum. Cezaevi süreci hayatı yeniden tanımama vesile oldu. İçerde dört mevsimi nasıl geçirdiğimi sizlere anlatmak istiyorum.

SONBAHAR. Sabahları altı yedi metre olan duvarın üstündeki dikenli telleri aşıp, burnunun ucuyla havalandırmamıza öylesine uğrayıp giden güneş, dikenli tellere konan ve attığımız ekmek kırıntılarını alıp uçuşan serçelerin sesi, havada uçuşan kumruların gugurdamaları, silik
soğuk bir maviye bulanmış gökyüzü, ara ara uğuldayıp, kuruyan ot parçalarını havalandırmamıza getiren rüzgâr, yalnızlık sızısını içime işleyip nakşederken, titreyen bedenimin tutsaklığı bir kat daha artıyor. Rüzgârın sesini dinliyorum. Çamaşır ipine asılı mandalların şıkırtısı, ortalıkta dolanan pet su bidonların tıngırtısı, uçuşan gazete parçaları, sessizce dolanan hayaller, fısıltı halinde uğultuya dönen umutlar, duvarlara çarpıp duruyorlar.

KIŞ. Cılız, ısıtmayan bir güneş var. Hava soğuk. Burası hayattan uzak, her yer beton, demir, tel örgü. Duvarların dökülmüş gri renkli boyası, nemi, soluğunuzu kesiyor. Toza ve ise bulanıyor hayalleriniz. Odalarda dört kişi, saat altıda demir kapıların metalik sesiyle uyanır, uyanmaz bunun bir rüya olmasını istiyoruz, ama rüya değil, gerçek her şey. İnsanın uyandığında bulunmak istemeyeceği tek yer mahpushaneymiş. Biz o ayrıcalığa sahibiz. Hapishane duvarları zaman hariç her şeyi geçiriyor. Üşüyorum, boğazım kuruyor, gözlerim yanıyor, üzerimde tonlarca ağırlık var, çelik halatlarla bağlamışım sanki. Öksürüyor, hapşırıyorum. Kışın cezaevi de cezaevi oluyor, uzadıkça soğuk mevsim. Geceleri onlarca kez tuvalete gidiyoruz.

BAHAR. Rüzgârın, duvarları, dikenli telleri aşıp getirdiği tohumlar kırık beton yarığına yerleşip, yeşermesi doğanın yasak tanımaz gücünü sergiliyor. İlk bakışta fidenin betonu yarıp çıktığını sanıyorsunuz. Ama doğa her türlü yasağa rağmen betonları yararak yaşamı inatla devam ettiriyor. İnanılmaz iğde kokusu sarıyor her yeri, baharın geldiğini kuş seslerinden, çiçek kokularından anlıyorsunuz. Bir de gökte uçuşan
kuş sürülerinden ve mavinin pırıltısından.

YAZ. Güneş yakıp yıkıyor, duvarlar ve zemin kor ateşe dönüşüyor. Mayışıp kalıyorum. Başımı havalandırmada volta atarken kaldırıp, duvarı, tel örgüleri aşıyor, mavi gökyüzüne, akvaryumdaki balığın, suyun yüzüne çıkıp, can havliyle bakıp nefes alması gibi nefes almaya çalışıyorum. Geceleri gözetleme kulesindeki askerin ara ara çalan düdük sesi, baykuş sesine karışıyor. Yakındaki köyde düğün var. Davul sesi, kadınların zılgıtları, neşelenip havlayan köpek sesleri, açık pencereden içeriye sızar sızmaz, bir gülümseme gelip yerleşiyor yüzüme. Yaşamı görmesek de duymak ne güzel!

Keşke insana, hayatın ne kadar güzel olduğunu cezaevi öğretmeseydi. Oğlum Robin (10) ve Rober (5) ‘Baba, burada ne zaman işin bitecek? Evet kaç zaman sonra geleceksin?” diyorlar. “Az kaldı,” diyorum, “az kaldı.” Aslında ben de bilmiyorum ne kadar işimiz var. Bizleri burada
tutan zihniyete soruyorum: “Özgürlüğe, barışa kaç zaman var?”

Bakmalarım hep kısa, duvarlara, uzağa bakamayınca gözlerim bozuldu. Baş ağrısı yapıyor. O kadar kalabalık ki burası, yerde yoğurt kutularının üstünde yatıyorum, korkunç bel ağrılarım oluştu. Burada sırt ağrısı çekmeyen yok gibi. Sürekli betonda dolaşmaktan diz kapaklarım sızlıyor. Bakışlarım, sesim duvarlara değil, hayata, çocuklara, ağaçlara çarpsın istiyorum. Dışarıda hayata, doğaya, gölgeme ne kadar yabancılaşmışım! Burada kendimden uzak olan kendimi gördüm.

“Coğrafya kaderdir” diyen İbni Haldun geliyor aklıma. Benim yaşadıklarım, bu coğrafyada hak ve eşitlik talep edenlerin kaderi. Oysa eşit olmak ve farklılığımızla onay görmekti tek isteğimiz.

İslam dini ötekiyi dışlamaz. Hûd suresi, 118-119 ayette “Rab dileseydi bütün insanları tek bir millet yapardı..” der. Her insan ayrı bir dünyadır. Öyleyse neden “tek dil, tek renk, tek kültür, tek millet” diyor hâlâ birileri?

Yaşar Kemal “Anadolu’daki kültürler bir bahçede güller, çiçekler gibidir. Hepsinin ayrı güzel kokusu vardır. Birisini koparırsanız bir renk, bir koku eksilmiş olur bahçeden.” Sahi kimdir dünyanın en eski, köklü ve zengin Anadolu medeniyetler bahçesinden bir çiçeği koparıp yere atmak isteyen kişi, çıksın ortaya.

İHD çalışmaları sırasında derneğimize gelen herkesi güler yüzle karşılayıp, derdine derman olmaya, yardım etmeye çalıştık, kimsenin kalbini kırmadık, hiç kimseyle yüksek sesle bile konuşmadık. Başvuranın etnik kimliğine, siyasal tercihine bakmadan, mağdur kimliğini, esas alarak yardım ettik. Ben, şiddeti hep reddettim, hayatımda bir çakı bile taşımadım. Ama bana şimdi “silahlı örgüte üyesin” diyorlar. İHD ‘nin çalışmaları tek başına yeterince yasadışı olarak inandırıcı olmayınca, benim üzerime “Mercek” adında gizli bir tanık inşa etmişler. Gizli tanığa göre ben “işkence raporu tanzim ediyormuşum, Roj TV’ye katılıp “İnsan hakları ihlalleri var,” diyerek, örgüte moral ve motivasyon verip, askeri ve polisi küçük düşüren açıklamalarda bulunuyormuşum, yoksullarla mücadele eden bir derneğe üyeymişim, İHD’deki işimi iyi yapıyormuşum, derneğe başvuranların işlerini parasız yapıyormuşum.

Ben kimsenin mahremiyetini ifşa etmedim, ortada yanlış varsa ‘yanlıştır’. Şiddeti hep reddettim. Ölümleri barışperest bir yürekle hep kınadım. Yaşamı kutsadım. “Kızgın davrananın dostu olmaz,” demişti eskiler; ondan ötürü, sorunların güler yüzle, barışçıl yöntemlerle diyalog ile çözümünden yana oldum. Hep insanlık onurunu korumaya çalıştım. B.M İnsan hakları Evrensel beyannamesinde yazılı olan
“Herkes için Eşitlik Özgürlük ve Adalet” i esas aldık. Dünyaya hep kalp gözüyle, gönül gözüyle baktık. “Herkes eşit ve özgür insan olmalı,” mücadelesini yürüttüm, şimdi kefaretini ödüyorum.

Bu dünyada tüm acılar ortaktır. Acı paylaşıldıkça azalırmış. Biz özgür değilsek, siz, siz özgür değilseniz biz özgür değiliz. Üç yıldır yedi bin civarında Kürt siyasetçi, belediye başkanı, milletvekili, gazeteci, insan hakları savunucusu, avukat, akademisyen, BDP üye, çalışan ve aktivistleri, farklı ve eleştirel duruşuyla Kürtlerin yanında yer alan, feministler, ekolojistler, akademisyenler haksız hukuksuz yere tutuklu. Siyasi rehine olduğumuzu söylüyor havadisler. “Korku duyarsan düşersin,” der, bir Afrika sözü. Korkmadan barışı, hep barışı istedik. Ölümlerin son bulmasını, herkesin kardeşçe dilini, kültürünü ortak vatanda yaşayacağı bir barışı istedik.

Mezopotamya’nın en kadim ve otokton (yerleşik) halklarından olan, kırk milyon nüfusuyla Türkiye’de, İran, Irak, Suriye ve dünyanın yüzlerce
ülkesinde zorunlu olarak dağınık yaşayan Kürtlerin yüzü ne zaman gülecek? Son iki yüzyıldır, hep öteki olarak görülen, baskıya, zulme,
sürgüne, göçe, asimilasyona, cezaevine, darağaçlarına, toplu kıyımlara reva görülen Kürtler, kendi köyüne, çiçeğine, çocuğuna kendi diliyle
isim vermek, şarkı söylemek, kültürünü yaşamak ve kendini yönetmek istiyor. Hepsi bu. Hayat ölümsüz değil, yaptıklarımız, ortaya çıkardıklarımız, sözlerimiz ölümsüzdür. Biz yanlış politikaları teşhir ettik diye, buradayız. Son üç yılda cezaevlerine giren hiç kimse tahliye olmuyor. On binlerce Kürt bu zulmün son bulmasını bekliyor. Yunus der ki: “Gönlün değişirse dünya değişir.” Gönlünüzü, zihninizi yenilemedikçe, aynı yöntemlerde ısrar ettikçe hep acı çekeceğiz.

Acımızı paylaşacak dostlar, neredesiniz?

Yeni sivil anayasanın ilk kelimeleri yazılmaya başlamış. İlk kelimeleri “insanlık onuru ve hürriyet” imiş. Bize göre şu anda cansız, ruhsuz ve içi boşaltılmış iki kavram. Hayatım boyunca hep hoşgörü ve diyaloğu esas aldım. Öteki ile empati kurmaya çalıştım. İHD’ye gelen kim olursa olsun, asker, polis, korucu, PKK’li ailesi arasında ayrım yapmadım başvurusunu aldım ve elimi vicdanıma koyup iş yaptım. Hiç kimse siyasi görüşlerinden, etnik kimliğinden dolayı İHD’nin kapısından geri dönmemiştir.

Devleti dışlamadık, kötülemedik. Bazı güvenlik güçlerinin orantısız ve aşırı uygulamalarını mağdurun yaptığı başvuruyu esas alarak yer, zaman, belirterek eleştirdik, mağduru savcılığa yönlendirdik, hükümeti de bu konuda duyarlı olmaya çağırdık. Demokratik açılım sürecini destekledik ama sonra yetersiz olduğunu görünce bunu dilendirdik. Bizler siyasi taraf değiliz. Bizler mağdur olanın tarafındayız. Kaçırılan asker ailesi İHD’ye başvurmuşsa mağdur olan asker ailesinin tarafında yer alarak girişimlerde bulunduk. Ölen PKK’linin cenazesi ailesine verilmesi için savcılığa başvurduk. Biz, bize yansıyan iddiaları savcıya taşıyarak adaletin tecelli etmesine yardımcı olmaya çalıştık.

İHD kurulduğu 1986’dan beridir kimsesizlerin kimsesi oldu. Saygın, onurlu duruşuyla dünyada hep örnek oldu. Herkesle toplumsal sorunları
konuştuk, tartıştık, hiçbir otoriteden emir, talimat almadık, hiçbir yere, güce tabi olmadık, şiddeti, ölümleri, saldırıları eleştirirken, kınarken hiç kimseden de çekinmedik. Bizler toplumsal sorunların güvenlik, askeri tedbirlerle değil, uluslararası barışçıl çözüm yöntemleriyle çözülmesi gerektiğine inandık. Kimsenin kimseden üstün olmadığına, herkesin kendi diliyle, kültürüyle, rengiyle eşit ve özgür
bir şekilde yaşaması gerektiğine inandık. Sivil, eşitlikçi bir anayasa istedik. Askeri vesayete, darbelere karşı çıktık. Toplumda inanç
özgürlüğüne, başörtüsü önündeki yasakların kaldırılması gerektiğine inandık. İnançları dolayısıyla insanların fişlenmesinin, dışlanmasının karşısında durduk. Herkes için, her inanç için insan hakları dedik.

Başkalarının özgürlüğe ve adalete erişimi için kendi özgürlüğümüzü yitirdik ve şimdi biz adalet istiyoruz. Doğu masallarının, mesellerin,
kitabelerin, tabletlerin diliyle son sözümüz sizedir ey okuyucu. “Biz özgür değilsek, siz, siz özgür değilseniz biz özgür değiliz.”

Diyarbakır D Tipi Cezaevi/ Muharrem Erbey

*2,5 yıldır Diyarbakır D Tipi Cezaevi’nde tutuklu olan yazar, avukat ve İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi Başkanı üyemiz Muharrem Erbey’in açık mektubunu yazarımızın derhal serbest bırakılması talebimizle aktarıyoruz. Mektubun yayılması, çeşitli yerlerde yayımlanması dileğiyle. Özgürlük ve barış için.

Dünya Yazarlar Birliği PEN Türkiye Merkezi

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu