GüncelManşet

OKUR POSTASI | Geçmiş, bugün, gelecek ve önümüzdeki görevler

Yaşadığımız coğrafya açısından toplumsal ayaklanmaların, iç savaşların oldukça yoğun olduğu bir dönemden geçiyor olsak da, ülke açısından belirgin bir ikiliğin ortaya çıktığı bir süreçteyiz. Yıllardan beri devlet ve hakim sınıflar ile muhalif kesim arasında süregelen inişli çıkışlı bir iç savaş halindeyiz. Bunun yanındaysa son yıllarda gittikçe sönümlenen ve kabuğuna çekilen bir toplumsal muhalefetle karşı karşıyayız.

Bu çekilmenin sebeplerini ortaya koymak gerekirse: Mevcut hükümetin özellikle 15 Temmuz 2016 tarihinde meydana gelen “darbe girişimi”ni bahane edecek OHAL uygulamalarını devreye sokması, çıkarttığı KHK’ler ile faşizmi arttırarak, halkı sindirme politikaları uygulaması son süreçteki en yakıcı sebep. Yıllardır süren iç savaşın, muhalif tarafını bastırıp, susturmak; kendi tekçi rejimini daimi kılarak, bu savaştan galip çıkmak için giriştiği bu politikalar; T. Kürdistanı ve tüm ülkede siyasi soykırımlar, tankla topla şehirlerin vurulması, bodrumlarda insanların diri diri yakılması, cenazelere dönük saldırılar, hapishanelerde işkencelerin boyutlandırılması… gibi politikalar sayılabilir. İçeride ve dışarıda yaşadığı çıkmaz halk üzerindeki baskılarda, katliamlarda vücut buluyor. İzlediği politikalar boşa düştükçe, faşizmini artırarak yeni politikalarla önümüze çıkıyor. Elbette bu durum geniş halk kitlelerinde ve muhalif kesimlerde korku ve çekilmelere yol açıyor. Ki mevcut politikalarla amaçlanan da bu. 2017’nin son günlerinde çıkartılan KHK’nin içeriği ve 2018’in ilk gününde TV kanallarında “hiçbir şey bitmedi” minvalinde yaptığı konuşma, sindirme ve umutları yok etme politikalarının bir ayağı olarak gerçekleştirdi.

Özel olarak çıkan son KHK’nin içeriğine uzun uzun değinme gereği görmüyoruz. Zaten halihazırda, gündemsel olarak çokça konuşuluyor ve gerekli açıklamalar yapılıyor. Yazımızın konusunu daha çok “Ne Yapmalı?” sorusu üzerine şekillendirmeye çalışacağız.

Öncelikle açıklıkla ortaya koyulması ve hatırlanması gereken şey, devletin karakterini ve adaletsizliğini zaten biliyor olduğumuzdur. Bunu netlikle ortaya koymalıyız! Böylesi süreçlerde bu gerçek unutulabiliyor. Son süreçte demokratik alanlara, kazanılmış haklara yapılan pervasızca saldırılar yeni değil ve eğer önleyemezsek son da olmayacak! Tarihte örneklerine bolca rastlayabiliriz… Son olarak çıkartılan OHAL KHK’si mevcut adaletsizlik ve faşist uygulamaları yasal zemine oturtarak “meşrulaştırıyor” sadece. Peki bu, savaşımımızda neye mal oluyor/olacak? Yazının başından beri bolca vurguladığımız, toplumsal muhalefetin sinmesi, kabullenmişlik, rıza alımı… Ortaya koyulan bu uygulamalar bizlerin/halkın sokaklarda olmamasını, olunduğu takdirde, devletin saldırılarının “meşru zeminde” önünün açılmasını sağlıyor. Örneğin 90’lı yıllara gittiğimizde, faili meçhullerin sık yaşandığı bir dönemi göreceğiz. Buna karşılık ise “Cumartesi Anneleri” eylemliliklerinin örüldüğü, var olan hukuksuzluklara sokaklarda, canla başla direnildiği bir dönem göreceğiz. Bugün çıkartılan son KHK ile devlet o günlerde yaşanan faili meçhulleri tekrar canlandırmak, JİTEM tarzı kontr-gerilla yapılanmaların ve yaygınlaşmalarını yasal düzleme oturtmak istiyor. Ne yaparsa yapsın tam olarak bastıramadığı, ezilenlerin sesini HÖH (Halk Özel Harekat) ve değişik isimlerle oluşturduğu paramiliter yapılarla kesmeye çalışıyor. Hukuksuzluğu kalıcılaştırmayı, katliamları süreklileştirmeyi, toplumsal muhalefeti tamamen bitirmeyi hedefliyor. Pratikte uygulanan zor, yasallaştırılıyor. Elbette adaleti mevcut sistem içinde aramıyoruz, arasak da bulamayacağımızı biliyoruz. Fakat mevcut savaşımımızın ayaklarından birisini oluşturan demokratik mücadele önemli bir yerde duruyor. Savaşımımızın önemli ayaklarından biri olan meşru demokratik mücadele alanları bir bir halkın elinden alınıyor. Halk düşmanlarının, katillerinin yargılanmaması, hapishanelerde işkencelerin boyutlandırılması yasallaştı. 90’lı yıllardan verdiğimiz örneği de tekrar hatırlatarak, demokratik mücadelenin önemini, 2017 yılında uğurladığımız yoldaşlarımızdan Güzel Ana’nın bizlere bıraktığı direniş mirasından anlıyoruz…

“Ne Yapmalı?” sorusu kapsamında, kendimize şu soruları da sormalıyız. Peki, biz bunlara boyun eğecek miyiz? Sokaklarımızı, alanlarımızı terk edecek miyiz? Korku mu, cesaret mi? Bu soruları sormuşken, cevap niteliğinde olması dileğiyle, “bizlere düşen görevler”e değinmek gerek sanırız: Öncelikle, son süreçte yaşadığımız, sıkıntılı iç sürecimizi doğru tahlil ederek iyi değerlendirmeliyiz. Hareketimizi geliştirip, güçlendirmek için bir itici güç olarak ele almalıyız. Hastalıklı hücrelerle savaşmak için önderimizi ve ustaları yanlış okumalara/anlamlara, dogmatik ele almalara karşı savaşmalıyız. Onların sunduğu perspektifi iyi kavrayarak, dogmatizmden uzak halka/ezilenlere yakın olmalıyız. “Teori-pratik-teori sarmalı”nı iyi uygulayamadığımız takdirde gerekli savaşı yürütemeyiz. Özeleştiri silahını kendimize, “silahların gerçek eleştirisi”ni ise düşmana yöneltmeliyiz. Meşruluğumuzu, ezilenden yana konumlanışımızdan aldığımızı unutmadan ve kaybetmeden, örgütsel sağlamlığımızı ve güvenliğimizi koruyarak; halk kitlelerinin yıkıcı gücünü/gücümüzü ortaya çıkartmalıyız. Bunun için, politikada esneklik ilkesiyle, mevcut (somut koşullara uygun politikalar geliştirerek, demokratik alanlarımızı/mevzilerimizi teslim etmemek için savaşımı sürdürmeliyiz. Aynı ilkeyle, mevcut gücümüz dahilinde ve genişlemeye yönelik A/P çalışmaları örebilmenin yöntemlerini aramalı, bulmalı ve uygulamalıyız!

Yok edilmek istenen umutları, savaşımı ve direniş ruhunu ancak bu şekilde diri tutabiliriz. Faşizmi kendi silahıyla vurmak için, aynı iç meselemizde olduğu gibi, onu itici güç olarak kullanmalı ve ona karşı halkın gücünü ortaya çıkartıp, yönlendirmeliyiz! Ardılları olarak “daha sıkı, daha sağlam saha kararlı bir savaşım”ın gereklerini ancak böyle “yapmalıyız, yapabiliriz, yapacağız!”

Bir Özgür Gelecek okuru

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu