GüncelManşet

OKUR POSTASI | Tüm kadınlar kız kardeş olmasa da tüm erkekler kardeştir!

Bazı feministler, tüm kadınların kız kardeş olduğunu savunur. Ayrımsız, tüm kadınların sorunlarının ve çıkarlarının, esaretlerinin ve kurtuluşlarının kesiştiğini,  “kaderlerinin” ortak olduğunu öne sürerler. Bu, geçmişten beri çok tartışılan bir konudur. Tartışmasız olan tek şey ise tüm erkeklerin kardeş olduğudur. Evet, aynen böyle. Hepimiz buna sayısız kez tanık olmadık mı?

Toplumsal cinsiyet, kadınların kurtuluşu sorunlarına dair okumaya, incelemeye, tartışmaya başladığımızdan itibaren, yakın bir zaman öncesine kadar pek çok erkek yoldaşımızdan en çok duyduğumuz ifade şuydu: Aman feminizme kaymayın!

Feminizme dair, değil ciddi bir inceleme kaba bir okuma bile yapmamış, sorsan feminizmle ilgili doğru, gerçek üç-beş cümle bile kuramayacak bu ERKEK yoldaşlarımız, ne yazık ki yalnız da değiller-di-r… Mesela İKD* deneyimini anlattığı Kızıl Feministler adlı kitabında Emel Akad, en çok “feminist oldukları” eleştirisini aldıklarını ve İKD olarak feminist olmadıklarını, feminizme karşı olduklarını sürekli tekrarlamak zorunda kaldıklarını belirtiyor. Bu eleştirileri yapanlar da hep sol, sosyalist kişi ve kurumlar, yoldaşları. Tabii ki en başta da erkekler. İşte bugün de erkeklerin durumu, tutumu böyle. Geçmişten bugüne, hemen tüm sol, sosyalist, devrimci çevrelerin erkeklerinin klasik yaklaşımıdır bu. Sanki hepsi sözleşmişçesine aynı şeyi söylüyorlar. Bambaşka tarihlerde, farklı siyasetlerde olan, farklı kültürlerde, farklı coğrafyalarda, farklı alanlarda yaşamış, farklı kökenlerden gelmiş bunca farklı erkeğe aynı tavrı sergileten, aynı sözleri söyleten, aynı refleksleri vermelerine sebep olan şey neydi?

Erkek kardeşliği, elbette…

Erkek devrimcilerin kadının kurtuluşuna dair en büyük “katkıları” (!) YİNE kadınlara akıl vermek ve feminizme karşı “korumak”(!). Bildiğimiz erkeklik halleri yani. Onlar, değil tüm kadınlarla, feministlerle bile bir ortaklığımızın olamayacağı ve olmaması gerektiği konusunda bizi ikna etmek, bilincimizi yanlış yönlendirmek, hedef şaşırtmak için çok emek sarf ettiler! (Emekleri takdir edemiyoruz ne yazık ki! Her emek değerli değildir.) Onlar, kadınları hedef alan, ezen, sömüren, yok sayan, öldüren, tecavüz eden, ikincil sayan ataerkiye ve erkekliğe, erkeğe karşı tek kelime etmediler, sustular (susmak onaylamaktır); ama ataerkiye karşı mücadele eden feminizmi sorun ve tehlike gördüler, göstermeye çalıştılar. Onlar açık seçik bilincinde, ayırdında olmasalar bile, son derece net, duru, şaşmaz bir güdüsellikle kadınların ataerkiye karşı bilinçlenmesini ve mücadele etmesini birey olarak erkeğe/kendilerine ve cins olarak erkekliğe/yine kendilerine karşı bir tehlike olarak gördükleri için böyle davranıyorlar. Korkuyorlardı. Kendi iktidarlarını, ayrıcalıklarını, “güç” olan, yöneten, “prestijli” konumlarının sarsılacağını düşünüyor, kadınlarla eşit olabilecekleri fikri onları ürkütüyor, gericileştiriyordu.

Marks’ın bir sözü var; sarayda farklı kulübede farklı düşünülür, diyor. Evet, erkek bedeni ile kadın bedeninde de farklı düşünülür. Bir erkek olaylara erkek-ler/lik açısından bakar. Devrimci, sosyalist olsa bile bu böyledir. Çokça deneyimledik, sayısız örneğine tanık olduk bunun. Ben de ömrüm boyunca farklı dönem ve mekanlarda ama tıpatıp aynı bakış açısıyla yaklaşım sergileyen, erkeklerin “erkek kardeş” olduğunu çok kaba, açık açık ispatlayan birkaç deneyimimi anlatmak istiyorum.

Beş kişilik bir aileydik. Annem, iki ablam ve ben; 4 kadın ve babam; 1 erkek. Ama aynen sistem gibi (zaten aile devletin mikro halidir), “bir avuç azınlık” olan babam, biz “geniş kitleleri” eziyor, istediği gibi yönetiyordu. Ben kendimi bildim bileli dördümüzü, ama ne başta ve en çok da annemi sürekli döverdi babam. Bu “normal” sayılır! Sayısız ailenin resmidir bu, ne yazık ki! Bizi biraz farklı yapan, ama aslında ataerkinin her yerde, her erkekte nasıl da aynı olduğunu gösteren şuydu: Yine kendimi bildim bileli evimize sık sık devrimciler, yoldaşlar gelirdi. Tahmin edileceği gibi onların da hepsi erkekti ve babamın arkadaşlarıydı. Ülkeyi, dünyayı, tüm ezilenlerin kurtuluşundan bahsediyorlardı. Ancak yine sık sık annemin gözleri, yüzü, kolları mor, yara bere içinde olurdu, onlar bunu görürdü. Bunların nedenini de bilirlerdi. Ama görmezlikten ve bilmezlikten gelirlerdi. O kadar yıl bir teki bile bir kez olsun bu konuda babama müdahale etmiş, onu uyarmış, onunla tartışmış dahi değillerdi. İşkenceye, ayrımcılığa, haksızlığa, ezmeye-ezilmeye karşı olanlar annemin acılarına bir kez olsun itirazda bulunmadılar. Hatırlatıyorum tekrar; bunlar devrimciydi, yoldaştı. Ama önce erkekti. Babamla hemcins, kan kardeşti. Bu zulme ortak oldular, işbirliği yaptılar babamla. Ne kadar tanıdık tutumlar değil mi? Hemen her gün TV’de izliyoruz; adam sokak ortasında kadını dövüyor, yaralıyor, öldürüyor ama çevredeki erkekler engellemeye bile kalkışmıyor; komşu evlerden kadınların çığlığı duyuluyor ama kapı komşu bile başını uzatıp da “ne oluyor” bile demiyor; ne olduğunu gayet iyi biliyor ama bu o kadar normal ki onların dünyasında, geçip gidiyor, umursamıyorlar. Aynı durum değil mi?

Yıllar sonra ben devrimci oldum. Daha sonra da gerillaya katıldım. Peki orada ne fark yarattık, ne yaptık? Aynı anneme yapılan şeylere açıkça tanık olmadık ama kuşkusuz, benzer şeyleri evlerine gittiğimiz, ilişkilendiğimiz köylü kadınlar da yaşıyorlardı, fakat biz onlarla bu konularda konuşmadık, sözünü bile etmedik. Gerilla yaşamım boyunca sayısız köylü kadınla temas ettik ama bir kez olsun onların acılarına temas etmedik. Bu kadar olsa yine iyi; sanılmasın da onların özgün sorunlarını görmedik, görmezden geldik, onlara erkeklerle aynıymışlar, eşitmişler gibi yaklaştık vs. Hayır! Çok daha kötüsünü yaptık. Onlar kitle çalışmamızın “kitlesi” değildi. Daima sorumlu, yetkili yoldaşlar (tabii ki erkekti onlar da) daima evin reisiyle (tabii ki onlar da erkekti) ilişkilenir; propagandayı, örgütlenmeyi, politik, güncel, genel vb. her tür diyalog ve tartışmayı onlara, onlarla yapar, onları muhatap alırlardı. Evin kadınları bu propagandaların konusu da tarafı da değillerdi; yani öznesi de nesnesi de değillerdi. Korkunç değil mi? Onlar bize sofra kurmak, erkeklerin karar verdiği ihtiyaçları ayarlamak, düzenlemekle yükümlüydüler. Çoğu kez bizlerle aynı odada bile bulunmaz, bulunamazlardı. Ve bundan kimse de rahatsız olmazdı. Ne de olsa kadın yerini bilmeli, elinin hamuruyla erkek işine karışmamalıydı, en makbulü bu! Her şey gayet normal, biz onlarla temas etmeden önce nasılsa sonra da ayna kalan, olduğu gibi ve olması gerektiği gibi, geleneksel olarak sürüp gidiyordu. Erkekler el ele verip kadını geleneksel rolünde tutuyorlardı. Ama bu kadar da değil. Hiç unutmayacağım örneklerden birini anlatmak istiyorum: Bir sonbahardı. Kış için, kış boyunca tüketeceğimiz tenekelerce kavurma yapmaları için kitle ilişkimiz olan bir aileden talepte bulunmuştuk. Onlar da kabul ettiler, yaptılar. Evet, olayı bu şekilde anlatınca gayet normal görünüyor. Ama bir de yakından bakalım: yine erkek yoldaşlar, yine evin erkeği konuyu kararlaştırdılar, planladılar. Peki kim yaptı? “Tabii” ki, bu çok zahmetli işin tamamına yakınını, zaten günlük yaşamı köy işlerinin tümden insan emeği ile yapılan ağır işlerle geçen, gün ağarırken mesaisi başlayan, evin, tarlanın, ahırın her tür işine koşturan, küçük çocuklarıyla uğraşan ve tüm bu işleri tek başına ve gece geç saatlere kadar yapan, kısa bir dinlenme molasının hatta hasta olup yatağa düşmenin bile lüks olduğu o köylü kadın yaptı. Bu zor, zahmetli işi örgütleyen, karara bağlayan erkekler, bu işi yükledikleri kadının fikrini ve rızasını bile almadılar. O yoktu! O bizlerin isteklerini ve “kocasının” emirlerini yerine getirmekle yükümlü bir nesneydi. Devleti yönetenlerin halka, aileyi yöneten erkeğin kadın ve çocuklara, patronun işçiye, ağanın köylüye, amirin memura yaklaşımına ne kadar da çok benziyor değil mi?

Emek için, adalet, eşitlik, sömürüsüz bir dünya için can bedeli mücadele verenlerin tutumu buydu işte… Yıllar önce ve yıllar boyunca babamın anneme zulmünü görmeyen, onunla işbirliği yapan devrimci erkekler işte farklı bir mekanda, farklı bir zamanda aynı içerikte şeyler yapıyorlardı. Kadının emeğini de kadını da görmüyorlardı, kadının görünmeyen emeğini, geleneksel kadın ve erkeği pekiştiriyorlardı. Şiddeti ise akıllarına bile getirmiyorlardı zaten. İşte yine erkekler aynıydı; kardeşti, dayanışma halindeydi.

Sonra üzerinden yıllar geçti. Artık kadın bilinci, erkeklik sorgulamaları, ataerki, kadın örgütlenmesi ve kadın örgütleri, öz savunma gibi konularda teorik ve pratik olarak, kendi gerçekliğimizde devrimsel düzeyde, hızlı ve nitelikli gelişmeler sağlamaya başladık… Bir gün Özgür Gelecek gazetesinde YDK’lı yoldaşların tacizci, düşkün, dejenere sözüm ona devrimci bir erkeği cezalandırdıklarını ve teşhir ettiklerini okuduk. Bu bizi çok mutlu etti. Yeni bir aşamaydı, derin bir bilinçti, devrimci şiddetin ta kendisiydi. Biz, öz savunma konusundaki bu bilinç ve eylemin sevincini yaşarken, işte tam o günlerde eski, deneyimle, birikimli vs. bir erkek devrimci arkadaş ile karşılaşmıştık. Sohbet ederken konu YDK’nın bu eylemine geldi. O hiç de sevinmiş değildi. Eylemin kadınlarda yarattığı etki ile erkeklerde yarattığı etki çok farklıydı. O arkadaş şunu söyledi: Erkekleri döverek mi kadınları kurtaracaksınız? Cins sorununu böyle mi çözeceksiniz? Tabii bunlar soru cümleleriydi ama soru sormuyor, aslında hesap soruyordu!

Cins bilincimiz, mücadelemiz, örgütlenmelerimiz büyüyüp geliştikçe artık o eski akıl veren, itiraz eden, feminizm uyarısı yapan, dikkatimizi ataerkiden kaçırmak için didinen yani cepheden, açıkça savaşan erkekler artık yeni bir taktik geliştirmişlerdi: Susuyorlardı. Değiştiklerinden değil elbette, konuştuklarında daha çok eleştiri alacakları için. Zihniyet denilen şey öyledir ki, kafada durmaz, illa ki ya bir sözle ya bir davranışla mutlaka dışarı vurur kendini… Ama işte, bahsettiğim arkadaş susmamış, tüm erkeklerin sözcülüğünü yapıvermişti.

Devrimci erkekler dünyada, ülkede hatta evrende, hayatta olan sayısız soruna, gelişmeye, çelişkiye dair tartışır, fikir ve politika üretir, sistemi eleştirir, yazar-çizer, konuşurlar vs. Her konuda mutlaka söyleyecekleri, eleştirecekleri elli tane şey vardır. Bir tanesinin de, hele de karşısında bir kadın varsa, “ben şunu bilmiyorum”, “bu konuda fikrim yok” dediğini duymadım. Genel ve güncel konulardan, özellikle çok görünür, sistematik veya uzun süreli ya da yapısal vb. sorunlar çok sık ve yoğun olarak gündemlerindedir. Ama gel gör ki, özellikle son yıllarda çok büyük oranda artan ve daha görünür olan kadına şiddet, kadın cinayetleri, erkek vahşetleri sanki hiç yokmuş, görmemişler, duymamışlar gibi davranırlar. Her gün en az üç kadın katledilirken küçük bir itirazda bile bulunmayan bu erkek devrimciler bir-iki erkek dövülünce nasıl da rahatsız oldular. Öldürülen, işkence edilen, ezilen, her an’ları, her günleri acı ve zulümle geçen sayısız kadınla değil de cezalandırılan tacizci, zavallı, yoz, rezil erkekle empati yaptılar.

İşte bir kez daha gördük ki, kendimi hatırladığımdan beri tanık olduğum kadına şiddet, baskı ve buna karşı erkeklerin güçlü, derin, sağlam dayanışması yıllar yıllar sonra ve yine devrimci erkekler arasında aynı kafa, aynı ruh, aynı bilinç ve aynı içten güdülerle olduğu gibi dimdik ayaktaydı.

Evet, bizleri önce yok sayan, sonra ise feminizmi kötü bir ideoloji olarak çarpıtıp sunarak hedefimizi kadınlara çevirmeye çalışan (“kadın kadının kurdudur” sözü ve zihni kime ait, açıkça görülüyor. Erkeğin kurguladığı bir sözdür bu) erkekler ile öz savunmayı küçümseyen, erkekler ile empati yapan, biz kadınları ve yaptıklarımızı sorgulayan, zihniyet tıpatıp aynıdır; mermer gibi sapasağlam ataerkinin su katılmamış hali, ataerkiyi cansiperane savunan militanlarıdır onlar, ataerkinin ta kendisidirler. Ataerki sadece “kapitalist sistem”, “feodal düzen”, “sömürücü sınıflar”, sermaye vb. kesimlere ve burjuva ya da “sıradan” erkeklere ait bir ideoloji, sorun, hastalık değildir. Cins sorgulaması yapmayan, kopuş yaşamayan tüm devrimci erkekler diğer tüm erkeklerle kan kardeştir, biraderdir. Onlar ataerkiyi; ilk sömürü, iktidar, eşitsizlik, ayrıcalık, hiyerarşi, tahakküm biçimini ve dolayısıyla bugünkü her tür eşitsizlik ve sömürü sistem ve mekanizmalarını yeniden ve yeniden üretiyor, yaşatıyor, taşıyor, savunuyorlar. Fakat artık bir fark var. Onların mermer gibi erkek kardeşlikleri, derin ataerki bilinç ve ruhları varsa, bizim de granitten cins bilincimiz, cins sevgimiz, örgütümüz ve gücümüz var.

Erkekler kadınlarla değil kendileriyle uğraşmalıdır; nasıl ataerkiyi yaşattıklarını, ataerkiyle nasıl zehirlendiklerini, “bütün erkekler kardeştir” zihniyet ve pratiklerini, kendilerini ve erkekliği, ataerkiyi sorgulamakla işe başlamalıdırlar acil olarak!

Bir Özgür Gelecek okuru

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu