Makaleler

OLGUDAKİ GERÇEKLİK, SOMUT TAHLİL VE EYLEM KILAVUZU

“Tutucu düşüncelerinizi derhal değiştirin!

Onların yerine ilerici ve komünist düşünceleri benimseyin!

 Mücadeleye katılın!

 Kitlelerin arasına girin ve olguları sorgulayın!”

(Mao Zedung, Pratik ve Çelişki Üzerine, Epos yay, sf. 64)

AKP’yi yanlış tahlil ettiklerini ve kendisinin “görüşmelerle” oyalandığını kabul eden (08.06) (“açılım”ın düpedüz tasfiye planı olduğunu da kabulle birlikte) Öcalan’ın, tam da Dicle olayı ve “tutuklu vekiller krizi” nedeniyle 12 Haziran sonrası kritik evrede karşılıklı hamleler başlatılmışken, “Barış ve Anayasa Konseyleri oluşturmak üzere mutabakata vardık.” (06.07) söylemini nereye oturtmak gerekiyor? Bunun için ilk önce AKP’nin hala doğru tahlil edilemediği ve görüşmelerdeki “oyalama”nın anlaşılamadığının altını çizmek gerekiyor ki taşlar yerli yerine oturabilsin. Ama eğer daha net bir fotoğraf görmek istiyorsak, sistemi doğru biçimde çözümlemekten başka bir çare bulunmadığını unutmamak gerekiyor.

“Sistem”den kastettiğimiz hiç kuşkusuz yalnızca Türkiye’deki değil, onu da içine alan ve şekillendiren biçimdeki dünya sistemidir. Emperyalist-kapitalist sistemin karakteristik yapısı, ana çizgileri ve temel dinamikleri (değiştirici, dönüştürücü, yıkıcı ve yapıcı unsurları) doğru biçimde belirlenmeden/görülmeden yapılan bütün tahliller zincirleme biçimde envai çeşit yanlış doğurmakta, savrulmanın kaçınılmaz sonucu ne yazık ki en hafifinden, önceki mevzinin de gerisine düşmek olmaktadır.

Sürece yön verenin kaçınılmaz biçimde gelen darbe ve yenilgiler olduğunu görmek için fazla beklenmeyen bir dönemden geçtiğimiz unutulmasın. O durumdaki şaşkınlıktan sıyrılmak adına geliştirilen bütün politikaların, saldırıları göğüsleme temelinde mücadeleyi sertleştirmesi söz konusudur ama girilen yolun daha büyük açmazlara gömülmesi de sürpriz olmayacaktır. Sınıf mücadelesinde zamanlamanın önemi stratejik hesaplarla doğrudan ilintilidir. Bunun için de doğru analizlere ihtiyaç vardır ki, dönüp dolaşıp labirentin çıkmaz sokaklarında kaybolma nedenleri burada aranmalıdır.

Sisteme karşı sosyal ya da ulusal temelde bayrak açmış bütün isyan hareketlerinin önderlik bağlamındaki –sınıfsal- zafiyetlerinin buluştuğu zeminin kodlarını deşifre görevi, pratiğe de yön verecek biçimde ideolojik mücadeleyi koşullamaktadır. Ancak bu takdirde özellikle son 30-40 yıl içinde gerek komünist hareketlerin önderlik ettiği, gerekse de küçük burjuva “sol” kimlikli hareketlerce yön verilmeye çalışılan direniş ve mücadelelerin (silahlı-silahsız) yaşadığı ve yaşamakta olduğu sorunların derinlemesine tahlil edilmesi mümkün olabilecek ve çıkış yollarını kapsayan boyutuyla “manifesto” güncellenebilecektir.   

Bu layıkıyla yapılamadığı sürece hiçbir kitle hareketi, eylem ve direnişi sağlıklı biçimde tahlil etmek mümkün olamamakta, ilişkileniş biçimi sürekli yanlış temelde seyretmektedir. Popülizmi besleyen ve pragmatizmi sığınılacak liman belleyen anlayışlara kaynaklık eden nedenler burada sorgulanmalıdır. Bunun klasik/klişe biçimde, “proleter bir çizgiden yoksunluk” tarzında açıklaması vardır ama böylesi bir “geçiştirme”nin sorunu aşmak için hiç ama hiçbir şey ifade etmediği anlaşılmak zorundadır. O halde Marksizm’in “somut şartların somut tahlili” olduğu, “bir dogma değil eylem kılavuzu” niteliği taşıdığı ve “gerçeklerin olgularda aranması”yla temellendiğini “nakarat” olmaktan çıkarmak gerekiyor… Bu yaklaşımı da “ezber” bulacak olanların, bazen (belki de çoğu zaman) en yalın ve açık doğrulardan, hem de en göz önündeki ilke ve yaklaşımlardan nasıl uzaklaşıldığına dair gerçeklikle işe başlamasında fayda vardır. Ancak bu sayede bilimsel sosyalist düşüncenin özüyle kopan bağı yeniden yakalama şansı doğacaktır. 

Milyonlarca kişiyi harekete geçiren/katan ve karşı-devrimle açık bir hesaplaşmaya dönüşen Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin taşıyıcısı emekçi ve yoksul kitlelerdir. Bunun aynı zamanda bir halk hareketi olduğu açık değil midir? “Devrimci” derken rejimi hedefleyen yapısına vurgu yapılmış olduğu ortadayken, hala kelime oyunlarıyla tam da bulunduğu pozisyonu perdelemek için “sosyal şovenizm” suçlamasına girişmenin aymazlığına ne demek gerekir? Lenin yoldaşın, Marks tarafından yapılan “birleşin” çağrısına “ezilen halkları” katması ve bunun “ezilen ulusları” da kapsıyor olması çağın karakteristiği olarak okunmalıdır. Bu gerçekliğe uygun olarak ulusal sorunda geliştirilen politikalar karşısında “kendi rolünü inkâr” ve “destekçi” biçimde nitelendirme yapanların devrime dair taşıdığı derdin kendi çapında “eylenmek”ten başka bir hükmü yoktur.

Ulusal Sorun’un, bu kapsamda gelişen ve güç kazanan bir hareketin olduğu koşulda gündem(imiz)e soktuğu başlıklar, çeşitlenmeden öte öncelik ve ağırlık kazanmıştır. Hiçbir politika bu olgudan bağımsız gelişme şansı bulamayacaktır. Niyet ile olgu ilişkisinde kafası bulananların durumu izah için başvurduğu yönteme yön veren husus, sınıf mücadelesinin ne olduğuna dair bulanık bakış açısıdır. Bunun “Arap Baharı” nedeniyle yaşanılan kafa karışıklığı esnasında da görülmüş olması tesadüfî değildir. Sosyal şovenist ya da bu zehir ile bulaşık halde sersemleyen bütün anlayışların her iki gelişme karşısında yalpalayan tutumlar takınması uyarıcı olmalıdır.

Sorunun kaydettiği aşamaya yönelik doğru tespit yoksulluğu çekenlerin, bastırma ve yok sayma eksenli karşı-devrimci politikalarla buluştuğu yeri niyetlerden bağımsız olarak değerlendirmek gerekir. Durum, ardarda gelişen olaylar neticesinde sistemin ana arterlerindeki gerilimi büyütmektedir. Bir yandan Öcalan’la görüşmelerden söz edilip, Anayasa hazırlıkları gündeme getirilmekte, diğer yandan “yemin krizi” ve “demokratik özerklik ilanı” hamleleriyle örülü mücadele süreci; çok yönlü saldırı, operasyon ve çatışmalarla alevlenmektedir. Provokasyon ya da “yanlışlıkla” bombalama ihtimalleri (demokratik kitle örgütlerine ait ilk inceleme raporları, 16.07) bir tarafa, Silvan’daki bilançoyu da içine alan boyutta, savaş bulutları bütün coğrafyayı kuşatmış durumdadır.

Tayyip’in “İyi niyet beklemesinler… Bundan sonraki süreç çok daha farklı stratejilerle ve uygulamalarla kendini gösterecektir.” (15.07) dediği noktada, büyük bir hevesle safa giren CHP ve MHP’nin “sınır ötesine gidelim”, “imha edelim, ezelim” çığlıkları ve para-medyanın da hummalı gayretleriyle çeşitli yerlerde örgütlenen linç kampanyalarıyla ısınan zeminde, daha büyük hamlelerin geliştirileceği ortadadır. Libya ve Suriye’deki sürece doğrudan müdahale kapsamlı bileşimlere (15-16.07), ABD’nin bizzat yönetim ve denetimi altında (H. Clinton, “Türkiye’ye desteğimiz kaya gibi sarsılmazdır.”) ev sahipliği yapmanın, Kürt sorununda izlenen politikalarla kesiştiği yerde, yalnızca bugünün değil yarının anlaşılabilmesi, hiç de zor olmasa gerektir.

Çok önceden hazırlığı yapılan ve hükümet programına, OECD raporlarına bire bir uygun biçimde, “güvenceli esneklik” ve “işgücü piyasasının katılıklarını giderme” başlıklarıyla konulan işçi ve emekçi haklarına (kıdem tazminatı başta olmak üzere) saldırı paketi önümüzdeki dönemi açıklayan bir diğer faktör durumundadır. 61. Hükümet programına da ışık tutması bağlamında; “kahin” ekonomist olarak bilinen Nouriel Roubini’nin “kusursuz fırtına” (07.07) olarak nitelediği ve 2013’de doruğa çıkacağını ilan ettiği sistemdeki –durdurulamayan- kriz olgusunun, hâlihazırdaki bunalım sürecini (2008’de başlayan) daha az hasarla atlatan Türk komprador sermayesini bu kez diğerlerinin (İspanya, Portekiz, Yunanistan vd.) akıbetine uğratmakta gecikmeyeceğine dair tespitler son derece gerçekçidir.

Yasaların şemsiyesi olan ve sistemin örgütlenmesi açısından esaslı çerçeveyi oluşturan Anayasa’da “değişiklik” yapma ihtiyacı açıktır. Bunun mevcut Anayasa’ya yönelik demokratik tepkilerle örtüşmek suretiyle gündeme taşınmış olması, egemen sınıfların “zamanlama” taktiği ve elbette ki kesişen boyutlarla ilgilidir. Zira bilinmektedir ki en çok tepki çeken ve tartışma yaratan hususlar, mücadelenin boyutlandığı alanlara yöneliktir. “Demokratikleşme” palavrasına bu çerçevede anlam kazandırmaya çalışacakların, makyaj örtüsü altında kendi ihtiyaçlarına yanıt aramaları söz konusudur. Onlara çanak tutma aymazlığına düşen ve düşecek olan bütün çevrelerin anlamadığı ya da anlamazlıktan geldiği gerçeklik budur.

Bu meclisi “kurucu” sıfatıyla tanımlamaya çalışan AKP’nin hedefleri arasında, temsil ettiği kliğin devlet içerisinde kurduğu etkinliğe hukuki/kurumsal formasyon kazandırma çabası da bulunduğundan, sürecin hem kendi içlerindeki “sıkı” çatışmalar hem de ezilenlere yönelik şiddetli baskı ve saldırılarla yol alacağı görülmelidir. Revizyon, tadilat ve tahkim için atılacak adımlar, konuyla ilgili prosedürlerden önce, dün ve bugün geliştirilen eylemlerle/kararlarla başlatılmıştır. Bugünlerde yaşananlar yarının habercisi konumundadır. Seçimlere yönelik politikamızın neden o gündemle sınırlı olmadığı ve sonraki aşamayı kapsayan biçimde ele alındığına dair tespitlerimiz; sürecin devamında, bütün sınıfsal mevzilerdeki hazırlık ve tasarruflar göz önünde tutulduğunda daha net görünür hale gelmiş olmalıdır.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu