Yorum

Parçalanan sadece AKP-Gülen koalisyonu mu?

AKP ve Gülen Cemaati arasındaki kavga birçok açıdan değerlendirmeye tabi tutuldu. Devlet içindeki egemenlik meselesi, Kürt meselesine etkileri, dini muhtevası, ekonomiye dair etkileri vs. şeklinde bir dizi yönü irdelendi. Bunların yanında özellikle bölgesel politikalar açısından da bu çatışmanın çok önemli bir yanı söz konusudur. Zira belirlenen hedef bölgesel şekillenmede Sünni bloklaşmayı sağlamaktı. Bu hedef doğrultusunda şekillenişin tümüyle berhava olduğu bugün açısından berraklaşmıştır. Sünni bloklaşma ve bu eksende bölgesel değişim ve şekilleniş projesi “Arap Baharı”yla çatlamış ve paramparça olmuştur. Bu durum bugünkü çatışmanın da temellerini oluşturmuştur.

Türk egemen sınıfları uzun zamandır bölgenin şekillenmesinde “ABD ile ortak ajanda” doğrultusunda bir çalışma yürütüyordu. Bu çalışmanın muhtevasının Suriye’yi ve İran’ı, ABD ve AB emperyalistlerinin zincirine bir şekilde bağlamayı hedeflediği gizlenmeden ifade ediliyordu. Bunun enerji hatları ve Rusya ile ilintili olduğu biliniyor.

Bu bağlamda Kürt meselesine yeni bir kimlik kazandırılması, Filistin-İsrail meselesinin aynı şekilde asgari bir çözüme kavuşması, Arap ülkelerinin bir şekilde neo-liberal politikalara üst yapıda uyumunun sağlanması, Mağrip coğrafyasının soğuk savaştan kalma yönetim biçiminin ve zihniyetinin restore edilmesi gibi bir dizi kapsamlı değişikliği içeren bir süreç ön görüldü. Türkiye bu sürecin taşıyıcı unsuru, etkin öznesi ve rol modeli olarak kendini göreve amade kıldı.

Türk egemenlerinin bölgedeki yüksek çıkarları, onun kendi içinde de bir restorasyona gitmesini dayatıyordu. Bu bağlamda Kürt meselesi sürece uygun şekillenmeli, katı Kemalist laikçi sisteme biraz din aşısı yapılmalı, neo-liberalizme üst yapıda tam bir uyum süreci (ki bu AB politikasıdır) sağlanmalı ve büyük oyunda mızmızlık yapmayacak buna sadık bir yürütme-bürokrasi kadrosu teşkil edilmeliydi. Ki sürecin bütün bu ayakları bir şekilde, asgari düzeyde de olsa örgütlenmeye çalışıldı. Bu sürecin başına ise İslami değerler silsilesi ile şekillenmiş ve yeni süreci koklamada ve ona uyum sağlamada yetenekleriyle ön plana çıkmış, buna uygun olarak da siyasal kimliğini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlamış AKP geçti.

MEZHEPÇİLİK BATAĞI: SÜNNİ BLOKLAŞMA!

Bölgenin yeniden şekillenmesinde İslam’ın ılımlılaştırılarak, küreselleşme halkasına kalıcı ve istikrarlı bir şekilde eklemlenmesi için AKP yönetiminde Türkiye iyi bir model olabilirdi. Ancak bu süreç öncelikle bir karmaşayı zorunlu kılmaktaydı. Karmaşa ise şimdiye kadar var olan saflaşmaların dağıtılması ve yeni bir saflaşma denklemi oluşması için kaçınılmaz bir durumdur.

Bunun askeri ayağı kadar diplomatik ayağı da can alıcı öneme sahiptir. İşte bu sürecin ilk aşaması Türk egemenlerinin kanatsız melek misali diplomasi trafiğiyle “barışçıl” bir rol üstlenmesine vesile oldu. Yeni denklem ise bölgede Sünni-Şii eksenine oturacak bir ayrışma ve hizalanma yaratılmasıdır. Bu uğurda TC azımsanmayacak bir emek ve çaba içine girdi. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Ali Babacan ve son olarak ve de esasen Ahmet Davutoğlu bölgedeki her sorunun içine atlayan, zorla ara buluculuk rolleri kapan yorucu bir trafik oluşturdular. Bir dönem Davutoğlu öyle mesai harcadı ki “ABD’nin Ortadoğu büyükelçisi” olarak bile sıfatlandırıldı. Bu arsızlık ve çaba, yer yer kendi misyonunu daha faal hale getirmek için ajandada yazılı olmayan girişimlere kadar uzandı.

Bu yazılı olmayan girişimlerin sebebi ise sürece hazırlıkta, Kürt meselesini PKK olmaksızın çözecek zemin yaratmaktı. Kürt düşmanı ilhakçı İran, Suriye ve Irak devletleriyle PKK’yi kuşatıp, yenilgiye uğratmak ve artık Kürt meselesinde bir özne olmaktan çıkarmayı amaçlamıştır.

Suriye ile olan muhabbetin gerekçeleri ise daha kapsamlıdır. Suriye ihalesini gönüllü olarak almıştır Türkiye. Zira Suriye meselesi TC’nin Ortadoğu’ya açılacağı kapı olarak görülmüştür. Bunun zahmetsiz, kansız ve barışçıl olması ise rol modelliğini ve bölgesel önderliğini geri dönüşsüz pekiştirecektir. Hesap budur. Ama işin içinde Suriye rejimine ideolojik bir aşı yapmak vardır. Bu aşı ise rejimin kendini yadsıması anlamına gelir. Yani elma ağacına portakal olsun diye aşı yapmak gibi bir işe girişilmiştir. Tuhaf olan ise Türk egemenlerinin “entelektüel” dışişleri bakanının gerçekten buna inanmış ve devleti de inandırmış olmasıdır.

TC 2009’dan itibaren artık açıkça mezhepçi temelde bir saflaşma için rol üstlendiğini belli etmiştir. Suriye rejimine Müslüman Kardeşler’i ortak ederek, Sünni toplumsal temelle bir siyasal değişim yapılacağını düşünmüştür. Yine Hamas’ı özellikle İran’ın etkisinden kurtarmak için Körfez ülkeleriyle birlikte yoğun bir diplomasi yürütmüş ve belki de en büyük “başarısı” bu olmuştur. Gelinen son aşamadan bakınca bu “başarı” Hamas için pek hayırlı olmayan dramatik bir sonuçtur. İran’la ise, İran’ın da esnek politikasının niteliğinden dolayı PKK’yi kuşatma pazarlıkları temelinde bir denge politikası kurmuştur. Bu süreçte Irak merkezi hükümetiyle de aynı amaçla ilişkileri inşa etmiş, Barzani’ye karşı ise köklü bir politika değişikliği hayata geçmiştir. Nakşilik ortak paydası ve PKK düşmanlığı Barzani değişikliğine ideolojik temel oluşturmuştur.

Bu süreçte İsrail ile sorunlu Arap devletleri arasında arabuluculuk rolüne soyunmuş, Filistin meselesinde temel aktör olma hevesini açıkça ilan etmiştir. Ancak oluşacak yeni Ortadoğu düzeninde İsrail’in bir Yahudi devleti olarak tanınma isteği ve kendisinin temel güvencesi olarak bunu görmesi bu meseleyi tam bir çıkmaza sokmuştur. ABD’nin de İsrail’in bu isteğine direnç göstermesi Türk egemenlerinin başbakanını adeta bir aslana dönüştürmüştür. Türk gücüyle biraz sıkılarak İsrail’in kendine getirilmesine belli oranda cevaz veren ABD’nin, beklemediği bir sonuç ortaya çıkmıştır. Tayyip hafif örselemek yerine adeta Osmanlı tokadı atmaya yeltenmiştir. Ancak Mavi Marmara ile karşılığını misliyle almış ve artık bu iki devletin bir arabulucuya ihtiyaç duyar hale gelmesini sağlamıştır. Bu krizin temel sebebi İsrail’in Yahudi devleti olarak tanınma talebidir. Bu ise Ortadoğu’da sorunların istenilen biçimde, Türkiye’nin umduğu ABD’nin destek attığı yöntemlerle çözülmemesi anlamına gelmektedir. Dini esaslara dayanan bir bölgesel rejim arzu edilmezken, bölgenin tam göbeğinde bir Yahudi devleti sistemi sorunlu, arızalı ve yönetilemez hale getirecektir.

Bir bütün TC’nin barışçıl, diplomatik ve sıfır sorunlu misyonla yüklendiği görevler istenilen verimi uzun süre yaratamamıştır. Sünni saflaşma politikası gerekli sonuçlara bir türlü ulaşmamıştır. Kredisi sürekli azalmış, rolünün hakkını verip veremediği daha fazla sorgulanır hale gelmiştir.

“ARAP BAHARI”: BÜYÜK ÇATLAK!

Bu düzlemde “Arap Baharı” patlamıştır. Türk egemenleri bu gelişmenin önlerini açacağını, tıkanıklığı gidereceğini düşünerek bu hareketlerin en hararetli savunucusu olmuştur. Tunus, Mısır, Libya’da emperyalist müdahalelerle de olsa rejimin sembol isimleri yıkılmıştır. Peşinden tüm Körfez ülkeleri, Ürdün ve Suriye’yi de içine alan dalgalar gelmiştir. Körfez ülkelerindeki değişim talebi yeterli ilgiyi görmezken, Suriye’deki gelişmeler ABD ve AB emperyalistlerinin ve onların uşaklarının güçlü ilgisine mazhar olmuştur. TC de önce Esat rejimiyle birkaç diplomatik görüşme yapmış ve hemen arkasından düşman ilan etmiştir.

Mısır’da Müslüman Kardeşlerin rejim içine dahil olması ve ortaklaşması, yine Tunus ve Libya’da benzer ideolojik formasyonlu yapıların etkinliği zinciri güçlendiren halkalar olmuştur. Sırada Suriye beklentisi oluşmuştur. Ancak burada süreç uzadıkça, dengelerde ciddi sarsılmalar, ittifaklarda çatlaklar baş göstermiştir.

Nihayet Arap baharının yarattığı yeni dengeler ve hatlar belirgin hale gelmiştir. Bu belirginleşen hatlar ise Sünni blok arasında güç savaşı ve fikir ayrılıklarının da berraklaşmasını getirmiştir. Arap baharı öncesi, daha dengeli ve ilerlemese de umutları diri tutacak bir hizalanma, saflaşma süreci yaşanırken bu toplumsal kalkışma gidişatı önce sarsmış, sonra çatlatmış ve Mısır’da askeri darbeyle Müslüman Kardeşlerin tepelenmesi süreci ile berhava olmuştur.

Bölgede yaşanan bir dizi önemli sorunda Sünni devletlerin bazen tam bir karşıtlık, bazen ittifak şekline bürünen bir kaotik yapı içinde oldukları görülmektedir. Mısır’da Körfez ülkeleri (Katar hariç) ve Ürdün ortak bir tutumla darbeyi desteklerken, Türkiye bu noktada tersi duruşuyla yalnızlığa itilmiştir.

Sonuç itibariyle bölgesel her meselede her birinin farklı eğilim ve yaklaşımları vardır. Bu durum kuşkusuz Suriye’nin gösterdiği direnç ve onun devrilememesiyle ilintilidir. Ama esas mesele “Arap Baharı”nın tüm dengeleri sarsan sonuçları olmuştur. Arap Baharı”ndan önce sürecin belkemiği olarak görülen Sünni saflaşma ve ittifak arayışı artık uzakta kalmış bir hülya gibidir. Hedeflenen Sünni bloklaşma ve arayışlar geri gelmez bir şekilde tarihin çöp sepetine atılmıştır. Bunun gerçekleşememesinin sonuçları ise bölgenin kaçınılmaz değişimini etkilemeyecektir. Sadece bunu amaç edinenlerin rollerini ve pozisyonlarını, kayıp ve kazanımlarını etkileyecektir. Gelinen noktada bölgede Türkiye’ye verilen rol ve biçilen misyon tavsamış, yara almış ve işlevini büyük oranda yitirmiştir. Bu emperyalistleri yeni arayışlara itmektedir. Ancak Türkiye gibi sadık ve kadim bir uşağın gözden tümüyle çıkarılması mümkün değildir.

Son gelişmeler Türkiye açısından ve özelde iç politik dengeler açısından da pek iç açıcı değildir. Zira ABD’nin bölgedeki amaçlarına yönelik arayışları ve yeni taktik hamleleri Türk egemenleri için hayra yorulacak türden değildir. İran’la kurulan bağlar, Suriye politikasında müterettüt ve henüz netleşememe hali ve son olarak da bizzat Obama’nın İsrail’i Yahudi devleti olarak tanımaya yönelik yaklaşımları düne kadar izlenen politikalarla uyumlu değildir.

 

SÜNNİ BLOKLAŞMADA SON PERDE AÇILDI!

Bugün AKP ve Gülen Cemaati arasındaki kavga bölgedeki bu dağılmanın içe yansımasıdır. Bölgedeki rolüyle birleştirici harcını bulan koalisyon, artık bu rolü oynayamayacak hale geldiği için önce çatlamış sonra da paramparça olmuştur. Gülen cephesinin ayrışma sürecini iç politika bağlamındaki anti-demokratik tutuma evrilen 2011 süreciyle başladığı vurgusu, iç politika kısmı dışında, doğrudur. Bu süreç ayrışmayı berraklaştırmıştır. Çünkü “Arap Baharı” ve onun izlediği seyir karşısında gösterilen yalpalamalar, basiretsizlikler, beceriksizlikler ve farklılaşmalar tıpkı bölgesel ölçekte Sünni bloklaşma arayışını berhava ettiği gibi ülke içindeki Sünni bloklaşmayı da dağıtmıştır.

Ama henüz bu saflaşmanın cenaze namazı kılınmamıştır. Bu kriz bununla sınırlı kalmayacaktır kuşkusuz. Bu adım sadece bir güvensizlik ve derin bir sorgulama sürecinin başlangıcıdır. Bu güçler arasında kriz hali devam edecektir. Ama sorun sadece bu güçlerle ve Sünni bloklaşmayla ilgili değildir. Sorun Türk egemen sınıflarının her bir kesiminde tıpkı Ortadoğu’daki kaotik ortam gibi parçalı, dağınık, safını bulmaya çalışan bir yönelime doğru gitmektedir. Zira dağılan sadece Sünni bloklaşma değil, Türk egemenlerinin bel bağladığı Ortadoğu politikasıdır. Bu durum onlar açısından hayra alamet değildir. Büyük oynayan, ya büyük kazanır ya da büyük kaybeder. Türk egemen sınıfları da bölgede büyük oynamaya çalışmıştır. Üstelik kapasite ve sınırlarına yabancılaşarak bunu yapmıştır. İhaleyi büyük kısmından almıştır. Ama sermayesi borç üzerine şekillendiği için şimdi masraflar sermayeyi aşmıştır. Kredisi kalmamıştır. Ve borç batağındadır. Bu durum ortakların kanlı bıçaklı hale gelmesini de kaçınılmaz kılar.

“Suriye Ortadoğu’ya açılmamız için bir zorunluluktur. Eğer başaramazsak bir yüz yılı daha kaybederiz” lafları şimdi tüm ağırlığıyla üstlerine çöken karabasan olmuştur. Kendi iç hesaplaşmasının da, kaybedilen yüz yılın bir hesaplaşması olduğu ve bunun henüz başlangıç olduğu açıktır. Bu hesaplaşma dalga dalga bütüne yayılacaktır. Ancak şu an bir denge arayışı ve yeni saflaşma biçimlerinin kıvranışı içindeler. Bu saflaşma süreci aynı zamanda yönetememe sorununa da gebe kalmaktır.

Bu sorun ezilenler lehine tarihi fırsatları doğuracaktır. Hem sınıfsal anlamda hem de Kürt ulusunun özgürlüğü bağlamında fırsatlardır bunlar. Ki Kürtler için fırsat ufukta beliren ve sürekli yaklaşan çıplak gözle görülebilen bir durumdur. Bu fırsatın kolay kolay elden kaçmayacağı açıktır. Çünkü bölgesel gelişmeler ve gidişat bu fırsatları sürekli olgunlaştırmaktadır. Ancak yine Kürt meselesi Türk egemen sınıflarının bu kaotik ortamda çıkması için bir sıçrama tahtası olabilir. Şu an için bölgesel hamilik ve rol elde etmede elinde kalan yegane kart budur. Ki ellerinde bu fırsat vardır. O fırsata sıkıca sarılma eğilimi taşıdıkları da görülmektedir. Ancak TC fırsatları kaçırma ve bir süre sonra o kaçan fırsatın ardından ağıt yakmada deneyimlidir. Faşist karakteri ve bitmek bilmeyen küçük hesapları, ön görüsüzlükleriyle paylarına yine kaçan fırsatın ardından ağıt yakmak düşebilir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu