GüncelMakaleler

POLİTİK GÜNDEM | Faşizmin“normali”: Halk düşmanlığı!

Kısacası faşist rejim kendinden olmayana, kendine biat etmeyene yönelik sadece fiziki saldırı içinde değildir. AKP-MHP faşist iktidarı başta virüs salgını olmak üzere her gelişmeyi, her olanağı kendi bekasını sürdürmek adına halkı bastırmanın ve katletmenin aracı olarak “usta”ca kullanmaktadır.

Dünyada ve ülkemizde virüs salgını tüm hızıyla sürüyor. Salgın nedeniyle hakim sınıflar hayatlarımıza dair “yeni normal”den bahsederken Türk hakim sınıfları ve onların temsilcileri ise sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlar. Onlar açısından “yeni normal”, eskinin birebir tekrarından ibaret görünüyor. Birkaç örnek, faşizmin “yeni normali”nin aslında eski normal olduğunu fazlasıyla kanıtlıyor.

Ekonomi Bakanı Berat Albayrak’ın “Kur benim için önemli değil”, Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un “Eba’nın çökmesi olumlu haber”, Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli’nin “Et fiyatları aslında yüksek değil”, Sosyal Hizmetler ve Aileden Sorumlu Bakan Zehra Zümrüt Selçuk’un “Her kadın cinayeti bizim kadına yönelik şiddetteki kadın cinayeti değildir” dediği koşullarda Sağlık Bakanı da var olan “gerçeği” açıklıyor! Bakan Fahrettin Koca: “Her vaka hasta değildir, çünkü testi pozitif olup semptom göstermeyen var. Bunlar çoğunluğu oluşturuyor.” (30 Eylül)

Bakanın bu açıklaması, rejimin korona virüs salgınına yaklaşımını özetlemektedir. Açıklamanın özeti, “belirti göstermeyen ama testi pozitif çıkan” vakaların günlük açıklanan tabloda yer almadığıdır. Diğer bir ifadeyle iktidar, her gün açıkladığı korona virüs tablosunda halka ve kamuoyuna yalan söylenmektedir. Faşist rejim tam bir insanlık düşmanı olduğunu, korona virüs testleri pozitif olanları hasta olarak saymaması ve dolayısıyla gerçek rakamları gizlemesi ve salgının yayılmasına engel olmamasıyla açık etmiş durumdadır.

Bakan bu sözlerine açıklık getirmek için; “Halk sağlığı kadar ulusal çıkarları da korumalıyız” ifadelerini kullandı. Bu açıklama da gerçekte ulusal çıkarlar adına halk sağlığını yok sayan faşist zihniyetin ürünüdür. Bizler biliyoruz ki; ne zaman ulusal çıkarlardan bahsedilse orada hakim sınıfların kendi sınıfsal çıkarları vardır. Bakan, virüs salgını gibi halkın sağlığını doğrudan ilgilendiren bir konuda bile “ulusal çıkarlar” adına gerçekleri manipüle etmiş, rejimin salgın karşısında “kontrollü sürü bağışıklığı” politikası izlediğini açıklamış durumdadır.

Rejimin bu politikası “çarklar dönmeli” diyerek işçi sınıfını ve halkı çalışmaya zorlayan, işyerinin yemekhanelerinde “burun buruna” oturup yemek yemek zorunda olan on binlerce insanın canına taammüden kastetmektir. Faşist rejim, korona virüs salgını karşısında gerçekte “sınıf bağışıklığı” politikası izlemiştir. Bu politika “parası olan evinde otursun ve yaşasın, olmayan sokağa çıksın, çalışsın ve hastalık kapsın, ölsün!” sistemidir. Rejim sadece salgında sınıf bağışıklığı uygulamamaktadır. Örneğin eğitimde de sınıfsal bir ayrım yapmakta ve düşük gelir seviyesindeki ailelerin çocuklarını eğitimin dışında tutmaktadır.

Kısacası faşist rejim kendinden olmayana, kendine biat etmeyene yönelik sadece fiziki saldırı içinde değildir. AKP-MHP faşist iktidarı başta virüs salgını olmak üzere her gelişmeyi, her olanağı kendi bekasını sürdürmek adına halkı bastırmanın ve katletmenin aracı olarak “usta”ca kullanmaktadır. Rejim elbette kendi fıtratına yani sınıf doğasına uygun olarak bu türden politikaları izlerken, en ufak bir itiraza, muhalefete dahi tahammül edememektedir.

Beka Korkusunun Saldırganlığı…

Nitekim Kobane eylemleri gerekçe gösterilerek HDP’ye yönelik gözaltı ve tutuklama saldırıları devam ettirilmekte ve belediyelere kayyım atamaları sürdürülmektedir. Gün geçmiyor ki, ilericilere, devrimcilere yönelik gözaltı ve tutuklama saldırısı yapılmasın. Yargı sadece rejim açısından cezalandırma aracı olarak kullanılmamakta, halk düşmanlarını aklama görevi de görmektedir. Örneğin kendi fıtratına uygun olarak 301 madencinin katledildiği madenin patronu ve olayın sorumlulara beraat kararı verebilmektedir.

Rejimin pervasızlığı öyle bir hal almış durumdadır ki; 11 Eylül’de Van Çatak’ta iki Kürt köylüsü, kolluk güçlerince gözaltına alınıp helikopterden atılabilmektedir. Bu da yetmemekte, bu işkence sonucunda hayatını kaybeden köylünün taziyesi basılmakta ve taziyeye katılanlara hakaret edebilmekte, gözaltı tehditi yapılabilmektedir.

Kars Belediyesi’ne kayyım olarak atanan Kars Valisi’nin polis eşliğinde belediye binası önünde namaz kılması, TC rejiminin DAİŞ zihniyetinin dışavurumudur. DAİŞ’liler de işgal sonrasında gasp ettikleri bölgelerde ellerindeki kanla “fetih namazı”na duruyorlardı. Bu tutum, selefi cihatçılığın göstergesidir. Ayasofya’nın camiye çevrilmesinden, Kars Belediyesi’nin ele geçirilmesine uzanan çizgide, “fetih namazları” artık göstere göstere kılınmaktadır. Kürt ulusunun iradesi İslam ve Türklük adına gerçekleştirilen fethin bir parçası olarak görülmektedir.

Rejimin bu türden saldırıları daha önceden de ifade edildiği gibi sıkışmışlığının ve çaresizliğinin ürünüdür. Ekonomik krizin salgın vesilesiyle daha da derinleştiği, işçi sınıfının ve halkın artık “nefes alamadığı” koşullarda, rejim en iyi bildiği şeyi yapmaktadır. Bir yandan elindeki kitle iletişim araçlarını kullanarak, ırkçılığı, şovenizmi körüklemekte, diğer yandan ise kolluk güçlerini ve yargıyı kullanarak muhalefet edenleri, ilericileri, devrimcileri tutuklamaktadır.

Bu saldırganlıklarına paralel olarak kendini yeniden örgütlemeyi de sürdürmektedirler. Meclis kapanmadan birbiri ardına çıkartılan yasalarla “başkanlık sistemi”nin önünde engel olduklarını düşündükleri kurumları kendi iktidarlarına göre düzenlemeye devam etmektedirler. Bekçi yasasından, çoklu baroya, propaganda başkanlığının kurulmasından, TTB’nin kapatılması hamlelerine kadar bir dizi saldırı ortadadır. Şimdi bu hamlelere, Anayasa Mahkemesi’nin yeniden düzenlenmesi ve idamın geri getirilmesi tartışmaları da eklenmiş durumdadır.

Yaşadığı ekonomik krizi ve sıkışma halini sınır ötesi maceralarda aşmaya çalışan rejim, son olarak Kafkaslar’a müdahil olmuş durumdadır. TC, Azerbaycan’ı teşvik ederek Ermenistan’a saldırtmıştır. Saldırının uzunca bir süredir planlandığı, öncesinde yapılan tatbikatlardan ve bölgeye cihatçı paralı çetelerin transferinden anlaşılmaktadır. TC rejimi, Azeri ordusuna lojistik destek vermenin yanında, sahada taktik ve stratejik katkı sunmaktadır.

Etnik Ermeni Askerler, Dağlık Karabağ’ın Martuni kasabası yakınlarındaki topçu mevzilerinde bir siperde nöbet tutuyor. 7 Nisan 2016

Artsakh Cumhuriyeti’nin Kendisini Savunması Meşrudur!

Elbette sınıf bilinçli proletaryanın Ermenistan ile Azerbaycan arasında taraf olması düşünülemez. Ancak önemle altını çizmek gerekir ki; yaşanan savaşta dikkate alınması gereken noktalar vardır. Bunlardan birincisi Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin (Artsakh Cumhuriyeti) durumu; ikincisi de faşist TC rejiminin bölge halkları açısından bir tehdit olmayı sürdürmesidir. Bu durum, ülke devrimcileri olarak bize somut görevler yüklemektedir.

Bu savaşta, Artsakh Cumhuriyeti kendisini savunması meşrudur ve desteklenmelidir. Burada önemle altını çizmek gerekir ki; yaklaşımımız gerici Ermenistan devletini desteklemek değildir. Doğrudur, ortada Dağlık Karabağ gerekçesiyle yaşanan bir savaş durumu söz konusudur. Gerek Ermenistan ve gerekse de Azeri gericiliği, kendi sınıf çıkarları için halkları birbirine düşman etmekte, ırkçılık, şovenizm üzerinden kendi iktidarlarını var etmeye çalışmaktadırlar. Ne Ermenistan’ın haksız işgal ve ilhak saldırganlığı (ki Ermenistan, Karabağ dışında da Azerbaycan topraklarını işgal etmiş durumdadır) ne de Azerbaycan’ın benzer işgal, ilhak, gerici savaş ve saldırganlığı desteklenebilir. Her iki gerici devlet de bölge gericiliğinin politikalarında ve emperyalist stratejilerin uygulanmasında rol almakta ve karşı karşıya gelmektedirler.

Azerbaycan, Artsakh Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını tanımamakta ve askeri çözümü dayatmaktadır. Ermenistan da Artsakh Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını tanımamakta, o da çözümü Artsakh Cumhuriyeti ve Ermenistan’la Artsakh arasındaki koridordaki Azerbaycan topraklarını işgal etmekte bulmaktadır. Oysa ki çözümün yolu basittir.

Ermenistan, işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmelidir. Azerbaycan, Artsakh Cumhuriyeti ve Ermenistan’a saldırılarını durdurmalıdır. Her iki devlet de Artsakh Cumhuriyeti’nin Özgürce Ayrılma Hakkı’nı tanımalıdır. Bu hakkın nasıl kullanılacağı Artsakh Cumhuriyeti halkına kalmış bir durumdur. Pratikte Artsakh Cumhuriyeti Ermenistan’a bağlanmak, onun parçası olmak istemektedir. Yaşanan savaş aynı zamanda Artsakh Cumhuriyeti halkının Özgürce Ayrılma Hakkı’nın gasp edilmesine de neden olmaktadır. Dolayısıyla Artsakh Cumhuriyeti halkının kendi kaderlerini tayin etme (bunun ayrı bir devlet kurma yerine Ermenistan’a bağlanma şeklinde dile getirilmesi ayrı bir tartışmadır ve konumuzun dışındadır) talebi desteklenmelidir.

Tıpkı Sovyet iktidarının ilk yıllarında Nahçivan’ın Azerbaycan’a bağlanma talebinin önünde durulmadığı gibi. Nasıl ki, Sovyet iktidarı döneminde tartışma konusu olan Nahçivan’da yapılan referandumla halkın % 90’ı Azerbaycan’dan yana tavır koymuş ve bu irade hayata geçmişse aynı şekilde Artsakh Cumhuriyeti’nin iradesi de tanınmalıdır.

Ne var ki, Artsakh Cumhuriyeti halkının kendi parlamentolarında özgürce kendi kaderlerini tayin etme ve Ermenistan ile yaşama yönünde 1988 yılında almış olduğu karar reddedilmiş ve savaş gerekçesi yapılmıştır. Buna rağmen Artsakh Cumhuriyeti, 10 Aralık 1991’de bir referandum gerçekleştirmiş, (Azeriler bunu boykot etmiştir), bağımsızlık kararı almış ve 6 Ocak 1992’de Artsakh Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilan etmiştir. Günümüzde Ermenistan da dahil hiçbir devlet Artsakh Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını tanımamaktadır.

Unutulmamalıdır ki; farklı ulus ve milliyetlerin aynı devlet çatısı altında, barış içinde bir arada yaşaması mümkündür. Proletarya enternasyonalizmini temel alan bir iktidarla, -özgürce ayrılma hakkının da korunduğu- bunun gerçekleşebilir olduğu, Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği pratiğinden öğrenilebilir.

Faşizme Karşı Birleşik Mücadele Anın Devrimci Görevidir

Rejimin içte ve dışardaki saldırganlık hali, onun sıkışmışlığının ürünü olsa da kendiliğinden çökmeyeceği açıktır. Kuşkusuz hem içerde hem de dünya kamuoyunda rejim iyice teşhir olmuş durumdadır. Halk düşmanı yüzü ve bölge halklarına yönelik bir tehdit olduğu daha görünür olmuştur. Ancak tek başına bu durum bir şey ifade etmemektedir. İçerde ve dışarda açığa çıkan bütün çelişkiler faşist rejimin yıkılması için kullanılmalıdır. Örneğin HDP’ye yönelik saldırılar ters tepmiş görünmekte, kitlelerde rejime yönelik öfke ve kin artmış durumdadır.

Kuşkusuz bu durumda faşizme karşı örgütlü devrimci mücadeleyi sebatla sürdürür, dibe çekilmiş kitle hareketiyle temas noktalarını artırırken, birleşebileceğimiz bütün güçlerle birleşmeye çalışmak, ortak çalışmalar örgütlemek gerekmektedir. Burada kastedilen faşizme karşı bütün güçlerin birliği değildir. Bu elbette olsa iyi olur. Ancak şimdiki durumda gerçekçi değildir. Örneğin yukarıda ifade ettiğimiz Artsakh Cumhuriyeti’nin kendisini savunmasının meşruluğu ve haklılığında bile kendisine devrimciyim ve hatta komünistim diyenler, kafa karışıklığı yaşamakta, Ermeni düşmanlığından, sosyal şovenizme kadar bir dizi anlayış ortaya çıkmaktadır.

Faşizme karşı en kararlı, en dinamik güçlerle ortak iş yapmaya çalışmak, kısa ve uzun vadeli eylem birlikleriyle hareket etmek önemlidir. Halihazırda bunun somut koşulları da vardır. TDH ve Kürt ulusal özgürlük hareketinin aynı çatı altında yürüttüğü bir mücadele zemini vardır. Bu mücadele zemini güçlendirilmelidir.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu