GüncelMakaleler

YORUM | Filistin Direnişi Nereye Doğru Gidiyor?

"Pek çok direnişten farklı olarak hem Marksist/Sol hem ulusalcı/milliyetçi hem de dini direniş örgütlerince yürütülen ve bu üç politik çevre tarafından dünya genelinde sahiplenilen/desteklenen Filistin Direnişi hem bölgesel hem küresel politik dengelerin merkezinde olma niteliğini hala koruyor."

Filistin Direnişi, 7 Ekim sabahı Hamas’ın İsrail şehirlerine düzenlediği füze saldırıları ve baskınlarla yeniden dünya gündemine oturdu. Tam da İsrail Devleti, Körfez’deki Arap devletlerince nihayet tanınmış olmanın verdiği güvenle Filistin Direnişi’ni kökten yok etmeye girişmişken, Hamas’ın bu atağı, Filistinlileri yok sayan hiçbir politikanın yaşam bulamayacağını göstermiş oldu.

Filistin Direnişi’nin tarihini ister 1936’daki ilk isyandan ister İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılından başlatalım; dünyanın en uzun soluklu ve küresel çapta etkili direnişlerden birisi olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Pek çok direnişten farklı olarak hem Marksist/Sol hem ulusalcı/milliyetçi hem de dini direniş örgütlerince yürütülen ve bu üç politik çevre tarafından dünya genelinde sahiplenilen/desteklenen Filistin Direnişi hem bölgesel hem küresel politik dengelerin merkezinde olma niteliğini hala koruyor.

Filistin Direnişi, 1948-1991 yılları arasında en güçlü dönemlerini yaşarken; ağırlıklı olarak Arap milliyetçiliği (El Fetih başta olmak üzere) ve Marksist eğilimli (FHKC ve FDHKC başta olmak üzere) eksenlerde biçimlenmişti. Filistin direniş örgütlerinin çatı örgütü olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), bu eksende öne çıkarak hem kadim Filistin topraklarında hem de komşu ülkelerde örgütlenmişti. Lübnan iç savaşında, Lübnan Ulusal Cephesi’yle birlikte İsrail Devleti’ne karşı savaşan FKÖ, 1987’de başlayıp 1991’de sonlanan I. İntifada sırasında, ABD ve Körfez İşbirliği Teşkilatı (KİT=S. Arabistan, Kuveyt, BAE, Katar, Bahreyn, Umman) devletleri tarafından resmen tanınarak, barış görüşmelerindeki baş temsilci olarak seçildi. Akabinde FKÖ Arap Birliği’ndeki daha etkili statüsüne sahip oldu. 1993 yılında FKÖ ile İsrail Devleti arasındaki barış antlaşması sonrası birbirini resmen tanıma ve iki devletli çözümü hakim kılma antlaşmaları da imzalanmıştı. FKÖ, 1991-2000 arasında süren Oslo sürecinde, 1967 sınırlarını içeren bağımsız bir Filistin Devleti karşılığında, İsrail Devleti’ni yok etme politikasından vazgeçmişti. Ancak İsrail Devleti, Filistin Devleti’nin kuruluşuna hiçbir zaman izin vermedi; 2000’de Oslo sürecinin bitmesiyle işgali yeniden genişleten İsrail Devleti’ne yanıt, Filistinlilerin II. İntifada’yı başlatması şeklinde olmuştu.

Oslo süreci ve II. İntifada süreci, Hamas başta olmak üzere, pek çok İslamcı örgütün Filistin direnişinde daha etkin ve geniş şekilde katılımına sahne olmuştu. Bunda FKÖ’nün uzlaşmacı tavrı ve Filistin Devleti’nin kuruluşuna dair sözleri yerine getirememesi sonucu Filistinliler de büyük hayal kırıklığı yaratması etkili olmuştur. Bir diğer nedende İsrail Siyonizminin Filistin Direnişi’ni bölerek zayıflatma politikasının ürünü olarak başta Hamas olmak üzere İslamcı örgütlerin “önünü açması”dır.

 

Hamas’ın Filistin ulusal mücadelesinde öne çıkması

1987 yılında, I: İntifada süreciyle birlikte silahlı mücadeleye başlayan Hamas, pek çok direniş örgütüyle birleşip Oslo süreci boyunca silahlı direnişi sürdürmüştü. Böylece Filistin ulusal hareketi içinde ön plana çıktı. Bunda Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerin, bölge gerici devletleriyle ilişkileri de etkili olmuştu. Örneğin İslami Cihad’ın İran’la doğrudan ilişkisinin yanında, Hamas’ın İran, Katar ve Türkiye gibi gerici devletlerle politik, askeri ilişkileri de etkili oldu. Bölge gerici devletlerinin kendi bölgesel çıkarları için Filistin ulusal direnişi içinde kendi vekil güçlerini yaratma siyaseti, Filistin direnişi içinde İslamcı referanslı güçleri ön plana çıkardı. Elbette bu durum Filistin ulusal direnişinin haklı ve meşruluğunu ortadan kaldırmamakla birlikte, direniş içinde ağırlığın İslamcı örgütler lehine değişmesi beraberinde ulusal direnişi, daha çok bir “din savaşı” olarak ortaya çıkmasına neden oldu.

Bu durumdan en kârlı çıkanın karşı cephede bir din savaşı sürdüren siyonizm olduğu da bir gerçek. İsrail siyonizmi, ezen ulusun ezilen ulus üzerinde uyguladığı faşist terörü, baskıyı ve işgal politikasını, “terörle mücadele” olarak propaganda etmeye ve “meşru müdafaa hakkını kullanma” olarak gerekçelendirdi. Nitekim Filistin ulusal mücadelesinin 1 Ekim silkinişi, İsrail tarafından bir İsrail-Hamas savaşı olarak propaganda edildi. Meselenin ulusal bir mücadele olduğu, dahası asıl sorunun İsrail siyonizmi olduğu ustaca gizlendi. Sorunun ulusal bir sorun olarak, ezen ulusun ezilen ulus üzerinde, katliamları, baskı ve ilhak politikası olduğu, bu baskıya karşı direnişin demokratik bir muhteva taşıdığı gerçeği karartıldı.

2003 yılında “Yol Haritası” ile yine bağımsızlık kozu kullanılmış ve böylece intifada sonlandırılmıştı. Silahlı mücadelenin sınırlayıcılığını aşmaya çalışan Hamas, yasal bir partiyle Filistin Yönetimi için seçimlere girdi ve 2006’da birinci parti olmayı başardı. Ancak bu seçimi ABD, AB devletleri ve İsrail Devleti gibi El Fetih de tanımadı. El Fetih, Hamas ile çatışmaya başladı ve bu çatışmalar sonucunda Hamas, Gazze’yi ele geçirdi ve El Fetih’i Batı Şeria’ya sürdü. Böylece Filistin Yönetimi ikiye bölünürken, Hamas, Gazze’deki El Fetih binalarında bulduğu gizli resmi belgeleri medyaya vererek El Fetih’in İsrail Devleti ve ABD ile olan kirli işbirliğini deşifre etti.

Bunun bedeli olarak Hamas, Gazze’ye sıkıştı ve 2017’ye kadar süren ambargoyla mücadele etmek zorunda kalırken, bölge devletlerine daha fazla bel bağladı ve bağlandı. Bir nevi yarı açık hapishaneye dönüşen Gazze’ye Mısır ve Ürdün gibi komşu “Arap-Müslüman” devletleriyle KİT devletleri de ambargo uyguladı. 2007’de ABD öncülüğünde düzenlenen Annapolis Barış Konferansı’yla Hamas’ın itibarının iyice zayıflatılması ve El Fetih’in tek örgüt olarak Filistinlilerce kabulünün sağlanması hedeflenmişti. Ancak Filistinliler kirli pazarlıklar içerisine giren El Fetih’e destek vermedi. Ama yine de direniş bir kez daha bölünüp zayıflatılmıştı. Hamas’ın hareket kabiliyeti/alanı zayıflatıldığı gibi direnişin birliğinin de iyice zayıflatılmasıyla İsrail Devleti, yerleşim yeri inşasıyla işgalini yeniden genişletecek bir ortam yakalarken; Gazze ve Batı Şeria’da ördüğü “güvenlik” duvarları, yüzlerce kontrol noktası ve tüm Araplara yönelik ayrımcılık ile baskı aracılığıyla direnişin dayanak noktalarını da zayıflatmaya çalışmıştı.

2017 yılında Hamas ile El Fetih arasında -S.Arabistan’ın arabuluculuğuyla- barış yapıldı. Böylece ikili yönetime son verildi. Ancak Hamas’ın fiilen Gazze’yi yönetmeye devam ettiği söylenebilir. Hamas, zayıflığını bölge devletlerine daha fazla yaslanarak giderme yolunu seçerek, bu devletlerin dış politikalarının birer eklenti haline gelmişti.

Sorunun kaynağı İsrail siyonizmidir ve Filistin direnişi meşrudur!

2020-2023 yılları arasında İsrail ile KİT devletleri arasında yaşanan gelişmeler, Filistin Direnişi’nin aleyhine biçim alarak onu zayıflatmıştı. Hem Hamas hem El Fetih, direnişin güçlendirilmesinde Arap devletlerine yaslanmayı esas almışlardı; bütün KİT devletlerinin İsrail’i resmen tanımasıyla, direniş sırtından hançerlenmiş oldu.

Şu an İran, Irak ve Suriye devletleri dışında bütün Ortadoğu devletleri İsrail Devleti’ni tanıyor ve karşılıklı elçilikler açıldı; ticaret koridorları için antlaşmalar da imzalandı. Bu politik atmosfer, bölgedeki dengeleri Filistin Direnişi aleyhine değiştirirken, direnişin iyice gölgede kalmasına sebep olmuştu.

İsrail, özellikle son iki yılda, kendi lehine gelişen politik dengeleri kullanıp Filistin direnişini daha da zayıflatmaya yöneldi. Sırf son bir yılda, yine eski tarz suikastlerle, yüzden fazla Filistinli dini-siyasi önderi katleden İsrail, bu yolla hem örgütlülüğü zayıflatmayı hem de korku ile sindirmeyi amaçlamaktadır.

1948, 1973, 2000, 2005/7 gibi dönemlerde çok daha sık şekilde hayata geçirdiği suikastleri bu sefer Hamas ekseninde yoğunlaştıran İsrail, işbirlikçi bir Filistin yönetimini hakim kılmaya çalışıyor. Suikastlerle Hamas’ın kurucuları dahil olmak üzere çok sayıda kişiyi katleden İsrail, sadece bu politikayla yetinmiyor. İsrail ayrıca 1967 sınırlarını -Birleşmiş Milletler kararlarına aykırı şekilde- inşa edilen yasadışı Yahudi yerleşim yerleriyle sık sık ihlal etmektedir. Bu yerleşim yerlerini Filistinli yerleşim yerlerini çevreleyecek biçimde inşa eden İsrail, Filistinlilerin birbiriyle bağını/iletişimini de bu yolla zayıflatmıştı. İsrail, son iki yılda bu tarz işgalle birlikte, Filistinlileri evlerinden doğrudan (asker zoruyla) kovarak genişlemeyi esas alacak kadar pervasızlaşmıştır. Batı Şeria’daki iki Filistin mülteci kampına da saldıran İsrail, onlarca Filistinliyi yaralayıp öldürmüştür.

Son bir yılda 100’ü aşkın politik suikaste eşlik eden ev yıkma ve sürgün politikasıyla İsrail, hayalini kurduğu işgali tamamlayabileceğini sanmıştı. Ancak 7 Ekim’deki saldırı, bu hayallerin suya düşmesine sebep oldu. İsrail, ABD-, AB devletleri desteğiyle tamamen boğmak istediği Filistin Direnişi’ni, hayal ettiği gibi kolayca yok edilemeyeceğini, Filistinlilere dünya genelinde yeniden oluşan ilgi ve destek dolayımıyla da görmüş olmalıdır.

Ortadoğu genelinde olduğu gibi Filistin’de de işgalciliğe ve sömürgeciliğe karşı, kadim ve güçlü bir direniş geleneği kök salmıştır. Bu direniş geleneği, bazen Marksist bazen ulusalcı bazen dini biçimlere evrilse de, kökenini bu topraklara ve toplumsallığın varoluş dinamiklerine borçludur. Dolayısıyla anti işgalcilik/sömürgecilik halkların varoluş dinamikleri arasında yer aldığı sürece İsrail Devleti (vb. devletler) kendini meşru göstermekte her zaman zorlanacaktır. Hamas’ın karşı bir saldırıda yenilme olasılığında bile, bu direniş geleneği yeni direniş odakları yaratacaktır.

Filistin direnişinin zaafı

Hamas açısından ise 7 Ekim saldırısı, bir yandan, devletlere bağlı/bağımlı politikanın iflasının kabulü; diğer yandan ise Filistinlilerin özgücüne dayalı bir direniş çizgisine dönüşün adımları olarak değerlendirilebilir. Filistin Direnişi ilk başladığı günlerden beri bölge devletlerine bağımlı olma zaafiyetini taşımıştır.

Filistin ulusal mücadelesi başlangıcında sınıfsal karakteri gereği ulusalcı örgütler ve Marksist eğilimli örgütler, Arap milliyetçiliğini Marksizm’le sentezleyen BAAS’çıların yönettiği Irak, Suriye, Mısır gibi devletlerle, bu devletleri uzun süre kendine bağımlı kılıp yöneten Sosyal Emperyalizmi’ne bağımlı direniş politikalarıyla kendi öz güçlerine dayanmayı ihmal etmişti. Sosyal emperyalizminin dağılması ve BAAS’çıların, Suriye dışında iktidarlarını kaybetmesiyle kendi özgücüne değil de dış bir güce dayanma politikasının darlığını ve sorunlarını daha çok açığa çıkardıysa da; El Fetih, bölge devletlerine yaslanan direniş çizgisini terk etmeyerek, direnişi bu devletlerarası dengelere kurban etmiştir.

El Fetih’i eleştiren Hamas, etnik kimlik yerine dini kimliği esas alsa da bölge devletlerine bağımlı direniş çizgisi açısından El Fetih’le aynı kulvarda yürümüştür. Bir devletle ittifak kurup kendini güçlendirmek ve dengeleri lehine çevirmek ile bir devletin politikalarının/çıkarlarının eklentisine dönüşmek arasındaki farkı göremeyen Hamas, ağırlıklı olarak dini ve etnik bağların, bölgedeki Arap devletlerinin kendilerine dolaysız ve “çıkarsız” destek vereceği ya da vermesi gerektiği şeklindeki pragmatist politika izlemiştir. Son iki yılda, bütün KİT devletlerinin İsrail’i tanımasıyla, sırtından hançerlenen Hamas, bir nevi varlık yokluk mücadelesi içerisine girerek 7 Ekim saldırısıyla birlikte kendisini yeniden konumlandıracağını ilan etmiş oldu.

Filistin Direnişi, salt bir kimliğe veya bölge devletlerine dayalı stratejilerle genişleyip güçlenemiyor. Sınıfsal, dinsel, etnik, cinsel ve mesleki kimliklerin tümünün sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel/tinsel hayata yön verdiği (biçimlendirdiği) gerçekliğinden hareketle, toplumu ve direnişi bütün bir alan ve kimlikleri kapsayacak şekilde inşa edebilen, güçlendirebilen ve genişletebilen stratejilere ihtiyaç olduğu bilinmektedir. Filistin Direnişi, bütün bölge direnişleri için öğretici olma niteliğiyle birlikte, bölgesel ve küresel dengeleri etkilemesi boyutuyla daima gündemdeki yerini korumaktadır.

Öte yanda şimdiki durumda direnişte politik ve askeri olarak ön plana çıkan Hamas’ın ulusal kurtuluş mücadelesini sonuna kadar götüremeyeceği de açıktır. Bunun nedeni en başta Hamas’ın ideolojisidir. Siyonizme karşı İslamcı ve şeriatçı bir programla hareket edip, ulusal mücadeleyi bir din savaşına indirgemek en başından, ulusal mücadelenin dost ve müttefiklerinin kaybedilmesine neden olacaktır. Dahası Filistin ulusal sorununun temelinde siyonizm olması, siyonizmin emperyalizmin bölgede doğrudan bir uzantısı olduğu gerçeği beraberinde, emperyalizmi ve kapitalizmi hedeflemeyen bir mücadelenin, ne kadar haklı ve meşru olursa olsun kaybetmeye mahkum olduğu anlamına gelmektedir.

Sonuç olarak Filistin direnişinde ezilen ulusun eyleminde onun zulme karşı başkaldırısında ifadesini bulan demokratik yanı kayıtsız şartsız desteklemek, öte yanda şimdiki durumda Filistin ulusal hareketi içinde baskın olan İslamcı gericiliğin kendi imtiyazları için mücadelesinde tarafsız kalmak gerekir. Bu ideolojik çizginin gerici mahiyetini ve halka yönelik eylemlerini eleştirmek, meselenin Yahudi halkından değil siyonizmden kaynaklandığını ve Filistin ulusal mücadelesinin nihai zaferinin siyonizme, emperyalizme ve bölge gerici devletleriyle mücadelesinden geçtiğini her fırsatta propaganda etmek!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu