DerlediklerimizGüncelKültür&Sanat

ÖYKÜ-FETİH KOÇ | ASKER KAÇAĞI (2/2)

Akşam olmuştu, uzaktan gelen köpek seslerinin dışında ortalık sessizdi. İki gün boyunca süren askeri operasyonla beni yakalayamadan çekilmişlerdi.

İçinde uzandığım çukurun mezardan bir farkı yoktu. Yaklaşık bir metre derin ve mezar kadar dar bir yerdi. Yağmur sularının güçlü akıntılar oluşturarak, zamanla toprakta açtığı bir çukurdu sanırım.

Saf toprak kokuyordu her yer; nemli, ağır, bayıltan bir yoğunlukta toprak ve nem kokusu vardı çukurda. Olacakları beklerken sesleri de dinliyorum. Kırk-elli metre üst tarafta kalan yolda silahlar patlıyordu, panzer ve askeri araçlar geçiyordu. Bütün gün gelen seslerin korkusuyla hiç kıpırdamadan öylece bir ölü gibi çukurda kaldım. Gün akşama evrildi, akşam geceye devrildi. Bir asker kaçağı ve devletin gerçekliği bu çukurdan gökyüzüne yansıyordu sanki korkutucuydu.

Böyle bir devletin eline sağ geçmek düşüncesi daha da ürperticiydi. Silah sesleri ve askeri araçlar geceye karışıyordu. Yağmurda hiç durmadı gün boyunca.

Gece aydınlatıcı fişekler kullanıyorlardı. Aydınlatılan karanlıkta, ışıldakların yükselip alçalışını, tepedeki çalılıkların dallarında asılı kalan yağmur damlacıklarını da görüyordum.

Işıl ışıl yüzlerce ışıklı su damlacığı, turuncu yıldızlar gibi titreşiyordu üstümdeki çalılarda. Sırtüstü uzandığım yerden gökyüzüne kurulmuş bir kasabaya bakıyorum sanki. Gece boyu hiç uyuyamadım. Bu karmaşık korkudan zaten uyuyacak bir durumda da değildim.

Birazdan sabah olacak. Yeraltından geliyormuşçasına sesler geliyordu kulaklarıma. Yüreğim bütün gün güm güm etti durdu. Toprağı dinliyorum, ses sadece bir ses değil, Birçok sesin iç içe geçmesinden oluşan bir uğultu gibi. Toprak sarsılıyor. Art arda aydınlatma fişekleri patlıyor gökyüzü semahlarında. Çalılara asılı su damlacıkları iri iri parıldıyorlar.

Su damlaları yalayıp susuzluğumu az da olsa gideriyordum. Ama açlığım ve korkularım iç içe geçmişti tüm bedenim titriyordu. Bu mezardan çıkacak bir gelişmede olmuyordu. Gün boyu üsteki yoldan araçlar geçti. Her taraftan sesler ve silah sesleri geldi. Askerlerin sesini duyuyordum. Sesler hep kısa bir mesafeden geliyordu.

Tahminen araziyi tarayıp izimi arıyorlardı. Bazen belli noktalarda şiddetli patlamalar oluyor, sonra sesler kesiliyordu. Bir asker kaçağı için bu kadar seferberlik neden ve niçindi anlamak mümkün değildi. Bu sorunun cevabını bulmak içinde içim içimi yiyordu adeta.

İki gün bu çukurda kaldım. Akşam olmuştu, uzaktan gelen köpek seslerinin dışında ortalık sessizdi. İki gün boyunca süren askeri operasyonla beni yakalayamadan çekilmişlerdi. Çekilmişlerdi ama tüm çevrede bu operasyondan dolayı benden haberleri olmuştu.

Üstümdeki çalıları kenara çekip çukurdan çıktım. Her tarafım tutulmuştu. Elbiselerim sırılsıklam ve çamur içindeydi. Bu halimle de hiç bir köye giremeyeceğimi de biliyordum. Ne yapacağım, ne edeceğim konusunda hiç bir fikirim yoktu. Tek düşündüğüm hiç kimseye görünmeden bu bölgeden uzaklaşmaktı.

Gökyüzü yıldız dolmuş, ay tüm gücüyle geceye ışık olmaya çalışıyordu. Ay ışığının vermiş olduğu avantajı kullanarak geceden faydalanmaya karar verdim.

Yönümü doğuya çevirmiş yürüyordum. Ayaklarım ve ciğerlerim üşüyordu. Uzakta yanan bir köyün ışıklarına doğru hiç durmadan yürüdüm. Sabaha köyün üst tarafına vardım. Hava güzeldi ve güneş doğmuştu.

Kendime yatacak bir yer aradım. Uygun bir yer buldum, bütün gün güneşin görebileceği bir kayanın üzerine uzandım. Yorgun ve uykusuzluğun altında bedenim yenik düşmüştü hemen uymuştum. Kalktığımda güneş akşamın sinyallerini veriyordu. Akşam olmuştu ve akşamın sessizliğine verdim kendimi. Akşamın sessizliğinde doğanın ruhunu dinleyerek düşündüm.

Düşüncelerim netleşirken bende, bir cigara yaktım geceye. Hava çok güzeldi. Yıldızları hiç bu kadar yakından görmemiştim. Yıldızlar altında uyukladım. Sabah güneşle birlikte uyandım. Akşam düşündüklerimi kafamda planlandım. Düşüncelerimi tekrar değerlendirdim ve bu sonuca vardım.

Uzun bir süre dağlarda yaşayıp, doğadan beslenmem gerektiğini düşündüm. Köylere hiç girmeden ve kimseye görünmeden yaşamalıydım bu dağlarda. Ancak böyle izimi kayıp ettirirdim ve devlet de beni buralarda aramaktan vazgeçebilirdi.

Dağlara kulak vereceğim, çığlığımı da dağlara gömeceğim. Ancak böylece dağlara sığınıp ihbarcı insanlardan kendimi koruyabilirdim. Satılmış tüm yüreklere inat dağlara düşen ay ışığın gölgesinde yürümek, yıldızlara yoldaş olmak ve rüzgarın sesine sırdaş olmak gibi bir yaşam felsefesini benimsedim.

Sırtımı dağlara, göğsümü Karadeniz’in gizemli yaylalarına sunarak yaşayacağım artık.

Bunda kararlıyım, aynı zamanda mecburum. Zaten dağlara ve yaylalara karşıda küçüklüğümden beri hep özlem duymuşumdur. Şimdi cemre olup dağların bağrına düşme zamanıdır artık. Bir asker kaçağının devletin başına bu kadar tehlikeli olmasını akıllara sığdıramıyordum, ama dağların tanıklığına sığdırabiliyorum.

Güneş doğmuş gökyüzüne maviye kızılcık tonlar serpilmişi. Bedenim dinlenmiş ve daha dinç dinamik bir ruha sahiptim artık.

Aç karnımla bir sigara daha yaktım. Sigaramı içe içe çıplak olan bir tepeye çıktım. Bu tepeden araziyi, dağınık evlerden oluşan köyleri, bir sicimi andıran patika yolları daha net görüyordum.

Gideceğim yönü de belirledim. Biraz yüksek, biraz da uzakta görünen ve bir birinden uzak olan bir kaç evin olduğu küçük bir köye gitmeye karar verdim. Bu evlere varana kadar güneş gökyüzünün yarısını geçmiş olur.

Sarp ve ormanlık olan yamaçları dikine çıkıyordum. Küçük bir patika yola girdim. Bu patika yolda daha rahat yürüyebiliyordum. Küçük bir dereye rastladım. Buz gibi akan suda, elimi yüzümü yıkadım. Aç mideme bolca su doldurdum. Yaklaşık iki saat yürüdüm takatsiz bir vaziyette.

Hedeflediğim o dağ evlerine daha epey vardı. Bir tepede duraksadım, oturdum dinlenmek için. Tam kalkıp yoluma devam etmek isterken, arkamda türkü söyleye söyleye katır yüklü bir yaşlı adamın geldiğini gördüm. Hiç yerimden kalkmadan onun gelmesini bekledim.

Adam katırla bana yaklaştı. Katır bana hiç aldırış etmeden geçti, yaşlı adam beni görünce türkü söylemeyi bıraktı, duraksadı eliyle selam verdi. Selamına, selamla karşılık verdim. Hiç bir refleks vermeden yerimde oturmuş durumdaydım. Yaşlı amca yaklaşık seksenin üzerinde bir yaşa sahipti.

Bana bakarak yavaş yavaş bir kaç adım attı, durdu, bana döndü.

“Sen kimsun ha buraya tek başuna duraysun öyle?”

Gülümseyerek,

“Bu dağların misafiriyim amca. Öyle tek başıma dolanıyorum buralarda.”

“Amca senun babandur ha, sen kime deyisun amca. Benim adim Sipahi ’dur.”

Kamburu çıkmış, yüz hatları tarihi haritayı anımsatan çizgilerle doluydu. Hala bu kadar yaşama tutkulu olması çok hoşuma gitmişti bu sevimli moruğun. “Doğru söylüyorsun Sipahi arkadaşım.” Diye cevap verdim Moruğun hoşuna gitmişti ki, ince burun ve ince bıyıklarının altında, sivri çenesini de öne çıkartarak kıs kıs güldü.

“Ha gel gidelum, hayvan gitmuş, biz de arkasundan konuşay konuşay gidelum. Evde çayda hazirdur içeruz daha güzel konuşayruz. Ben sana ha bizum bu Giresun’un fıkralarını da anlatayrum.”

Kalktım bu sevimli morukla katırın peşinden sohbet ede ede gittik. Moruk her sohbetinde “Giresun” diyor kafam karışmıştı, ne alakası var Giresun’un sohbetimizle? Açıkçası merakta sarmıştı beni.

“Sipahi efendi sen Giresunlu musun?”

“Evet, sen nerelisun uşak?”

“Ben Ordulu ’yum, yıllar sonra köyüme geldim, gelmişken dedim şöyle bir güzel bu köylerimizi gezip göreyim dedim.”

“Hahaaa, hahaaa haahha… Sen sınırı geçmişsun uşağım, sen şu an Giresun’dasun. Bizim köydesun. Giresun’un Sarvan köyündesun. Bu Sarvan köyü yüksektur, sadece benim gibi kartallar kalur burada. Kimse ne uğrar ne de geçer bu Sarvan’dan uşağım.”

Sevimli ihtiyar Sipahi amcanın bana kahkahalarla gülmesi haklıydı. Hiç fark etmeden, devletten kaçarken Giresun’a geçmişim haberim bile yok. Artık Giresun’dayım.

Giresun’un en yüksek dağlarında küçük bir köy olan Sarvan köyündeydim. Sipahi amca çok sevecen ve şakacıydı. Beni aldı evine götürdü. Evde kendisi gibi birde yaşlı karısı vardı. Dediği gibi çay hazırdı. Zaten çok açtım çaktırmamıştım ama açlıktan midem kokuyordu.

Yer sofrasına gelen tereyağı, tulum peyniri ve taze tandır ekmeğiyle çay muhteşemdi. Güzelce yedik, çayımızı yudumladık. Sohbet sohbeti kovaladı. Sohbetler kahkahalarla akşama evirildi.

Sarvan köyü tenha ve çok sessizdi. Kimselerin uğramadığı içinde gelen kim olursa olsun misafir ederler ve hemen gitmesini istemezlermiş. Mümkün mertebe günlerce kalması için çaba sarf ederlermiş.

Bu çaba benim için de bir hayli yoğundu. Ama benim durumumdan haberleri var mıydı bilemiyordum? Hal ve tavırlarından çok samimi ve güven verici yaşlılardı.

Ben de onları çok sevdim. Hiç yabancılık çekmeden bir birimize ısındık. Hatçe teyze de candan ve sıcak bir kadındı.

Sipahi amca ve Hatçe teyzeyle kaldım. Odun ve bahçe işlerin de çalıştım, her gün daha da bir birimize bağlandık. Onlar benim annem-babam gibi, bende onların bir çocuğu gibi olmuştum.

Sabah kalkardık bağ-bahçe işlerinde çalışırdık, akşamları televizyon izlerdik. Sipahi amca akşam tv de ana haberleri hiç kaçırmazdı. İlk günlerde ve haftalarda sürekli gözetliyordum güvenliğim için.

Zamanla bende normale döndüm ve sanki kendi köyümde, kendi evimdeydim. Zaman akıp gidiyordu. Lakin benim artık bir vesileyle gitmem gerekiyordu. Bir asker kaçağının ve devletin “terörüst“ olarak aradığı bir durumdaydım. Uzun bir süre oldu ve artık uzak yerlere gitme zamanı geldiğini düşünüyordum.

Yaklaşık iki yıl Sarvan köyünde Sipahi amca ve Hatçe teyzeyle çok güzel zaman geçirdim. Onlarla geçirdiğim her anı benim için çok değerli oldu. Gürcistan’a gitmeye karar verdim.

Supahi amca ile Hatçe teyzeyle vedalaşmak en zor olandı. Kaçak durumda olduğum bir anda tesedüfen bir karşılaşmayla bir aile olmuştuk. Onlar, benim asker kaçağı ve devlet tarafından aranan bir kişi olduğumu bilmiyorlardı. Bense kaçak durumda yaşadığım en zor günlerinde böyle güzel iki yaşlı insanla güzel bir hayat kuracağımı bilmiyordum.

Ve şimdi ayrılık zamanı, vedalaşma zamanı, haklarını helal etmeleri, helalık isteme zamanı gelmişti. Zordu bu. Bu hayatın en zor andır bu. Aniden gitmekte olmazdı elbette.

Bir ön hazırlık olmalıydı. Süpahi amcayı ve Hatçe teyzeyi günlerce gitmem gerektiğini anlatım, hazırladım. Her seferinde hüzün ve acı gelip göz yaşlarımızda akıyordu bu kimsesiz dağ evinde.

An gelmişti. Tüm sıcak nefesleri yüreğime koyarak vedalaştım bu sıcacık insanlardan. Ve hiç arkama bakmadan köyün doğu tarafına giden patikadan göz yaşlarımı bırakarak yürüdüm.

Artvin’e geldim. Artvin Hopa’da sınırı yürüyerek Gürcistan’a geçtim.

Devlet tarafından aranan bir “asker kaçağı“ndan çok bir “terörüst“üm. Ve şimdi ise sürgünde bir mülteciyim.

(BİTTİ)

* ÖYKÜ-FETİH KOÇ | ASKER KAÇAĞI (1/2)

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu