DerlediklerimizGüncel

Ali Duran Topuz | Evde kal Türkiye, evin yoksa sarayda kal

"Hane halkı her 100 liralık harcamanın 23.7 lirasını faturalar (doğalgaz, elektrik su vs) ve kira için harcıyormuş, gelir düştükçe bu oran yüzde 31.4’e kadar çıkıyor. Evde kalalım tamam ama o evin kirasını nasıl ödeyelim? Doğalgazı, elektriği, suyu?"

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, korona virüsünün yol açtığı kirzden sonraki ikinci uzun konuşmasında özetle “Evde kal Türkiye” dedi. Konuşmadaki vurgulu bir bölüm de şuydu: “Dünya bu salgın hastalığın ardından hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yepyeni bir küresel, siyasi, ekonomik, sosyal sistemin inşa edileceği bir döneme doğru gitmektedir.”

Konuşma, devletin, yetkililerin ikazlarına (talep ve talimatlarına yani) harfiyen uyun diyordu, salgın gittikten sonra, “Aydınlık yarınlar bizi bekliyordu.

Evde kal kampanyasının şiarı, “Hayat eve sığar.” Evde kalın, dışarı çıkmayın. Korona virüsünün yayılmasına karşı tedbir için. Yayılan, ölüm tehlikesidir ve slogan, bu tehlikenin evin dışında olduğu, evin içinin güvenilir olduğu varsayımına dayanıyor. Evin içinde hayat, evin dışında ölüm var. Hayat memat meselesi. Ölüm kalım.

EV KİMİN PEKİ?

Ev sokaktan başlar. Ev biraz sokak, biraz cadde, biraz meydan biraz da yandaki, öndeki, arkadaki evdir. Hiç kimse evden çıkmayınca sokak da sokak olmaktan çıkar biraz. Ev çünkü sokaktan başlar ve sokakta biter. Eve o sokaktan, dışarıdan lokma girmesi gerekir ve evden atık çıkması gerekir. Yoksa ya açlıktan ya pislikten ölürüz.

Evden çıkma mecburiyeti, eve lokma girmesi mecburiyetindendir. Yani evden çıkmamak lazımsa da evden çıkmak da lazım. Herkes evinde kalınca, eve girmesi gerekenlerin ve evden çıkması gerekenlerin bir hal çaresi olması gerekir. “Evde kal” diyen devletse bu emrine uyulmasını temin için hal çaresini de bulması gereken de o olur. Devlet herkesten iyi bilir ki, ev ne kadar fakirse içindekilerin dışarı çıkma mecburiyeti o kadar çok olur. Devletin evde kal çağrısını canı gönülden çoğaltmak, yaymak için evde kalanların lokmasız kalmaması için ne yapılacağını bilmek gerekir. Lokma diyoruz ama mesele sadece lokma değil: Ev kimin? İçinde oturanın tabii ama değil de.

AYDINLIĞIN KAYNAĞI KÂR, FAİZ, RANT MI?

Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 2017 sonu itibarıyla “kendi evinde oturanlar”ın oranı yüzde 57. Yani nüfusun yüzde 43’ü kendi evinde oturmuyor. Aynı kurum 2002’de bu oranın yüzde 73 seviyesinde olduğunu söylüyor.

Yani iktidar partisinin 17 yıllık iktidarı döneminde ev sahipleri azalmış, kiracılar artmış. Nüfusu borçlandırarak durmadan çalışmak zorunda olan, kuru bir hayata mahkum kişilerin artması stratejisi çok başarılı olmuş özetle. Bu stratejinin öbür ayağı da kâr ve faizin yanı sıra rantla geçinenlerin oranının değil ama evlerinin ve dolayısıyla gelirlerinin artması, yani tatlı bir hayata sahip olanlar için hayatın giderek tatlanması. Rabbimizin verdikçe vermesi onların da aldıkça alması.

Kendi evinde oturanlar niye artmış, biliyoruz. İktidarın inşaatçılığı sayesinde: Evi yaparken para kazan, sonra kiraya ver gene kazan. İşler yolunda gittikçe kazan, kriz çıkınca daha çok kazan. Sayılara devam: 2017 sonu itibarıyla mevcut konut sayısı 23 milyon, kirada olan hane sayısı 6 milyon. 13.2 milyon aile kendi evinde oturuyor. 2002 yılında 12 milyon kişi kendi evinde oturuyormuş. Sayı artmış ama oran olarak azalmış. Tutmuş strateji yani.

PATRONLAR İÇİN KALKANLARIM VAR!

İnşaatçı iktidar, kendi evinde oturanların oranın artırmayı hedeflememiş pek, daha çok ev yaptırıp ya da alıp kiraya verenleri desteklemiş hep; 2017’den 2018’e geçerken ortaya çıkan rakamlar bunu daha iyi gösteriyor: 2017 sonu itibarıyla 6 milyon olan kiracı hane sayısı 2018 sonunda yüzde 11 artışla 6.7 milyona ulaşmış. TÜİK, 2018 itibarıyla kiracıların her ay ev sahiplerine 5 milyar lira kira ödediğini de bulmuş. Hane halkı her 100 liralık harcamanın 23.7 lirasını faturalar (doğalgaz, elektrik su vs) ve kira için harcıyormuş, gelir düştükçe bu oran yüzde 31.4’e kadar çıkıyor. Evde kalalım tamam ama o evin kirasını nasıl ödeyelim? Doğalgazı, elektriği, suyu?

Buraya döneceğiz, arada malumu hatırlatalım:

“Ekonomik İstikrar Kalkanı”nda ev almaya kolaylık getirilmesinin gururla açıklanması boşuna değildi, bildik stratejinin iş başında olmasının verdiği gurur ve neşeydi bu. Kendisine “evinde otur” denilen kişinin o evin kirasını, faturalarını nasıl ödeyeceğine dair hiçbir alamet yoktu Kalkan’ın içinde. Yani Kalkan, ev sahibinin kalkanı kiracının değil.

Patronun kalkanı işçinin değil. Belki bunu anlamayan olur diye o paket açıklanırken TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun neşesi gözlerimizin içine sokuldu. Yurttaş paketi değildi o, Rifat Hisarcıklıoğlu paketiydi.

PAKETİN BOŞ TARAFI

1 milyon 500 bin hane kiracı değil ama kendi evi de yok, lojmanlarda da 300 bin hane var. Yani yaklaşık 8.5 milyon hanenin kendi evi yok. Paket onlara ev vaat etmediği gibi, kira ödeme mecburiyetine karşı ne yapılacağını da söylemiyordu. (Elbette, kendi evinde oturan ya da kendi evi olmasa da kira ödemeyen “zengin”leşmiş olmak, ev sahibi olup da lokmaya muhtaç olanlar, yani çalışmaya mecbur olanlar hiç de az değildir.) Herkes ne yapılacağını iyi bildiği için söylemiyordu ve Hisarcıklıoğlu da bu yüzden neşeliydi: Kira ödenecek, ödemeyen evden çıkar, ödeyen gelir. Ev alamayan, dışarı çıkıp çalışamayacak hale de geldiğine göre zaten yine alamayacak ve ev alabilen (Söz temsili, Rifat) yeni yeni evler alacak. Paketin dolu tarafı buydu yani. Tabii vatan haini olmayanlar paketin dolu tarafına bakacak, paketin boş tarafını konuşmak boş. Çünkü o taraftakilerin cebi boş.

PEKİ SEN HİÇ MAAŞ ALDIN MI MUHTEREM?

Erkan Baş’a, virüs krizine karşı tedbirlerin yetersizliğini ve paketin tercihlerini eleştirdiği parlamentodaki konuşmasına “Sen hiç maaş ödedin mi” diye laf atan ağız, bu iktidar anlayışının düşünmeye ihtiyacı olmadan konuşma gücüne sahip ağzıydı. Gücü olanın bir şey düşünmesi gerekmez, konuşması yeter.

Maaş ödeyenler önemli bu iktidarda, maaş alanların, dahası alamayanlar değil. Maaş garanti değil, almak için önce çalışmak gerekli. Çalışmadan maaş alamayan kişi, evde, yani hayatı korumak için mecburen oturması gerekten yerde oturursa maaş alamaz. Ona maaş verecek kişi, maaş vermeye mecbur değilse, verir mi?

Paketi açıklayan cumhurbaşkanının bu konuda arzusu, ricası var, “istihdamı önemseyeni biz de önemseriz” gibilerinden ama o “istihdam” sağlayıcının bir mecburiyeti yok. Nitekim, “ücretsiz izin”ler en güçlü firmaların bile ilk tercihi. Çalışma saatlerini kıstılar mesela, işçinin maaşını da o saatler kadar kıstılar filan. Kriz tedbiri olarak ilk kapatılan küçük işletmeler mesela, oralarda çalışanlar, borçlanmaktan başka öneriniz oldu mu onlar için ve çalışanları için?

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak lafından ne anlamalıyız o halde? Çok kazanan daha çok kazanacak, çok kaybeden daha çok kaybedecek. E bu zaten böyle değil miydi? “Yepyeni” bu değilse ne? O yepyeniyi şu kriz günlerinde görmeye başlamayacaksak ne zaman görmeye başlayacağız?

O yeni dedikleri, her vatandaşa bir kayyım atamak olmasın?

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu