Makaleler

Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesi -2-

Elie Nathan şöyle yazıyor “Siz Yahudiler öyle nankörsünüz ki bunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Dört buçuk asırdan beri bizim topraklarda bulunuyorsunuz, geniş ve aşağı yukarı sınırsız bir şekilde bizim cömert misafirperverliğimizden istifade ediyorsunuz. (…)Tarih ilerledi ve siz miadı geçmiş biçimler içinde donup kalmış bir etnik kitlenin tavrında yaşamakta ısrar ediyorsunuz.”

Yahudiler

Türkiye’ye de yaşayan Yahudiler de diğer azınlıklar gibi çok büyük baskı gördüler. Gayri Müslim olarak tabir edilen Museviler “Kurtuluş Savaşı” döneminde Kemalistleri desteklemelerine rağmen, 1923 sonrasında yürütülen özel kampanyalarla teşhir edilerek Türkiye’yi terk etmeleri sağlanmıştır. Kemalist hükümetin dümen suyunda giden basın başta olmak üzere, yazılı ve sözlü yapılan anti-propagandalarla Yahudiler açıktan hedef gösterildi.

Dönemin İleri gazetesi özel bir kampanya başlatarak Yahudileri açıktan hedef gösterir. Celal Nuri’nin sahip olduğu bu gazete, “Kanımızı emenler” başlığıyla yayınladığı makalesinde Yahudileri iki yüzlükle suçlayarak, Yahudilerin “Cumhuriyete sadakatlerinin yalan olduğu”nu yazdı. Bu kampanya uzun bir süre devam etti ve Yahudilerin para tutkunu olduğu, Yahudilerin ticareti Türk esnafının elinden aldığı, buna müsaade edilmemesi gerektiği üzerinde hükümete telkinlerde bulunuldu. Örneğin İzmir’de yayınlanan Türk Sesi gazetesi başlattığı bir kampanyada Türk esnafa seslenerek “Türk tüccarların kendi aralarında birleşip Yahudi tehlikesi”ne karşı birleşmesi çağrısı yapıyordu. Ve aynı gazete bu çağrısını şu ifadelerle “İzmir’de birçok dürüst Türk bankacı ve sarraf olduğundan bir Türk’ün bir Yahudi’nin yanında memur olarak çalışmasının kabul edilemeyeceğini” savundu. “Böyle bir Yahudi istilasına karşı bir birliğin kurulup ticaretin bu ahlaksız ve çıkarcı Yahudilerden temizlenmesini” talep etti.

Bu kampanyalar öyle bir boyuta getirildi ki, 1923 yılı Haziran’ından itibaren Yahudilerin serbest dolaşımları yasaklandı. Edirne, Kırklareli ve Uzunköprü’den İstanbul’a gelen Yahudi tüccarlar yaşadıkları yerlere bir daha dönemediler. Bu uygulamaya çeşitli nedenlerle İstanbul’a gelmiş olan Yahudiler de maruz kaldılar. Bu yasak 26 Şubat 1925 yılında bir kez daha uygulandı. Kapsamı daha da genişletilen bu yasağa Rumlar dışındaki diğer tüm azınlıklar dâhil edildi. Azınlıkların serbestçe dolaşabilecekleri yerler Gebze ve Çatalca arasında kalan bölge olarak ilan edildi.

Cumhuriyetin ilanından hemen sonra Yahudi örgütlenmelerinin idareleri illerde valilere devir edildi. Buna hahambaşının cemaat işleri de dâhil edilerek uygulama genişletildi. Bu uygulamayla hahambaşılık merkezi olarak parçalanarak etkisi kırıldı. Azınlık örgütlenmelerinin birçoğu maddi olarak kendi kendine yeterli olmasına rağmen, birçok dini kurum ekonomik abluka altına alındı. Yahudilerin tüm din örgütlenmeleri de bu uygulamadan nasibini aldı.

Lozan’da azınlıklara tanınan haklar Yahudiler için de geçerliydi. Ancak Yahudilerin Lozan’dan doğan haklarından feragat etmelerini başlatan süreç, Hilafetin resmi olarak kaldırıldığı dönemde, Avrupa basınında azınlıkların dini örgütlenmelerinin de lağvedileceği haberlerinin çıkmasıyla başladı.

Fırat N. Bali “Bir Türkleştirme Serüveni” adlı eserinde Mustafa Kemal’in New York Herald gazetesinin muhabirine 4 Mayıs 1924 tarihinde verdiği demeci şöyle aktarıyor: “Hilafetle beraber Türkiye’de mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri patrikhaneleri ile Musevi hahamhanelerinin ortadan kalkması lazımdır. Hilafet ve muhalif patrikler asırlardan beri ruhani daire-i salahiyetleri haricinde muazzam imtiyaz topladılar. Halkın mütalaasına müsteniden bahsedilen hukuk haricinde imtiyaz ile Cumhuriyet idaresinin tatbiki kabul değildir.”

Lozan antlaşmasında azınlıklara tanınan ve Türkiye’nin de kabul ettiği bir hükme göre Yahudilerin kendi aralarındaki anlaşmazlıları çözen bir aile hukuku kurumu var. Ancak yapılan baskı ve sindirme çabaları sonucu bu kurum da lağıv edilir. Dönemin Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi, yazısında Lozan antlaşmasıyla azınlıklara tanınmış olan hakların Osmanlı İmparatorluğu’nda yüzyıllar boyunca yaşanmış olan azınlıklara fiiliyatta zaten tanınmış olduğunu hatırlattı. Bu imtiyazlara karşılık Ermenilerin ve Rumların batılı güçlerin amaçlarına alet olup ayrılıkçı hareketlere giriştiklerini hatırlattı. Azınlıkların bu olaylardan alacakları dersin, Batılı güçlere sığınmak yerine vatanları olan Türkiye’ye sadık ve bağlı kalmak olduğunu belirtti. Yunus Nadi, Türk gayrimüslim kaynaşmasında geçmişte ayrılıkçı emeller gütmemiş olan Yahudilerin önayak olmaları gerektiğini vurguladı ve azınlıkların vatana samimi ve sadık duygularla bağlı olduklarını kanıtlamaları halinde Cumhuriyet kanunlarında azınlık hakları diye özel bir fasıl açmanın hiçbir gereği kalmadığını belirtti.

Bu demeç ve haberlerin basında çıkmasından sonra Yahudiler 15 Eylül 1925 günü Hahambaşı önderliğinde, Meclis-i Umumi üyesi 42 kişinin aile hukuku ve şahsi kararlar bakımından artık ayrı bir uygulamaya gerek kalmadığı kararını aldı. Buna ek olarak, Lozan’da Yahudilere tanınan ve anlaşmanın 42. maddesinin birinci ve 42. paragraflarından feragat ettiklerini dönemin il valiliğine resmi olarak bildirdiler. 1 Ağustos 1926’daki resmi bildirimde şunlar belirtilmişti:

1) Türkiye Yahudileri Türkiye’nin öz evlatları olduklarından vatandaşlık sıfatının beraberinde getirmiş olduğu tüm görev ve hukuka haizdirler. Bu nedenle kendilerine verilecek olan tüm istisnayı hakları ret edip Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunlarına itaat etmeyi görev bilirler.

2) Türkiye Yahudileri Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın öngörmüş olduğu siyasi, medeni ve cezai hukuku teminat olarak bilirler.

3) Hakkıyla Türk vatandaşı, olmak Türk harsını kabul etmekle mümkün olduğundan Türkiye Yahudileri bu ülküye ulaşmak için tüm gayretleri sarf edecektir.

4) Türkiye Yahudileri sinagoglarını, hayır ve eğitim müesseslerini Cumhuriyet kanunlarına göre yöneteceklerini kabul ederler.

Azınlıkların Türkleştirilmesinde dil çok büyük bir yerde durmaktadır. Kemalist Cumhuriyet Türkçe dışında hiçbir dilin konuşulmasına tahammül etmemiştir. Diğer azınlıklar ve uluslar olmak üzere Yahudilerin de Türkçe konuşmaları basında sürekli eleştiri konusu olmuştur. Dönemin Türk basını bu konuda tam bir işbirliği içinde, azınlıkların kendi dillerini konuşmalarını sert bir dil kullanarak saldırmıştır. Bu kampanyada Elie Nathan şöyle yazıyor “Siz Yahudiler öyle nankörsünüz ki bunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Dört buçuk asırdan beri bizim topraklarda bulunuyorsunuz, geniş ve aşağı yukarı sınırsız bir şekilde bizim cömert misafirperverliğimizden istifade ediyorsunuz. Avrupalı dindaşlarınızı kıskandıracak kadar huzur içinde yaşıyorsunuz. (…) Nasıl oluyor da bugün, sizleri hangi açıdan ele alırsak alalım, halen İspanya’dan yeni gelmiş olan bir halkın garip manzarasını sunuyorsunuz? Anneler bebeklerini İspanyolca şarkılarla uyutuyorlar, Sinagoglarınız geçmiş zamana ait bir dilde söylenen bir musikinin sesleriyle yankılanıyor. Tarih ilerledi ve siz miadı geçmiş biçimler içinde donup kalmış bir etnik kitlenin tavrında yaşamakta ısrar ediyorsunuz.”

“Vatandaş Türkçe konuş” kampanyasının bir parçası olan basındaki bu üslup bununla da kalmadı, Türkçe konuşulmasının bir zorunluluk haline getirilmesi için mecliste kanun çıkartılması için girişimlerin olduğuna rastlanmaktadır. Urfa Milletvekili Rafet Bey meclise verdiği teklifte Türkçe konuşmayanlardan on lira ceza alınmasını ve bu paranın da belediyelere verilmesini teklif etti. Nitekim 1925 yılında Bursa belediyesi Türkçe konuşmayanlardan para cezası alınmasını öngören bir karar almış ve İspanyolca konuşan iki Yahudi’ye beşer lira para cezası kesmişti.

Yahudilerin başına gelen en büyük belalardan biri de 1930 yılında yapılan belediye seçimleri sonrasında yaşadıklarıdır. Bu seçimlere Mustafa Kemal’in izniyle Paris büyükelçisi Fethi Okyar’ın 12 Ağustos 1930 yılında kurduğu Serbest Cumhuriyet Fıkrası belediye seçimlerine katılır. Fethi Okyar belediye seçimlerinde oy alabilecek, ekonomik olarak güçlü olan Yahudi adayları da listesine alır. Marko Naum ve Avukat Avram Naum Beyoğlu kazasından aday gösterilerek belediye seçimlerine girerler. Edirne’de de beş Yahudi aday gösterilir. Trakya’da tüm Yahudiler SCF’ye oy verir.

Yahudilerin belediye seçimlerinde aday gösterilmesi basında çok büyük eleştirilere konu olur. Yahudiler bu saldırılar karşında bir heyetle 16 Ekim 1930 günü TBMM başkanı Kazım Karabekir’i Dolmabahçe Sarayı’nda ziyaret edip Cumhuriyet’e bağlılıklarını bildirirler.

Diğer azınlıklar gibi Yahudiler de savaş öncesi kendi okullarında, kendi dillerinde eğitim veriyordu. Eğitim Fransızca ve İbranice verilmekteydi. Savaş sonrasında Kemalistler bu alana da el attılar. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi bir gazeteye verdiği demeçte şunları söylüyordu: “Gayr-i Müslim mektepler, memleketimizde, çok acı ve çok kanlı vakayı ile sabit olduğu üzere, siyasi propaganda merkezi hizmetini görmekte devam edemezler. Şimdiki mektepler, umumiyeti itibarıyla, doğrudan doğruya memleketin muhtelif unsurlara mensup evladı arasında ihtilafı her gün körükleyen anıl merkez hareketleri vücuda getiren komiteler mahiyetinde kaldıkça, bunların mevcudiyetine razı olmak, memleketin emniyetine karşı kurulan açık bir ifsat teşkilatını serbest bırakmak demektir.” Bu demecin ardından beklenen oldu. Türkiye’deki mevcut azınlık okullarının öğrenimlerine devam edebilecekleri, ancak yeni okulların açılamayacağı bildirildi. 20 Mayıs 1923 yılında tüm azınlık okullarında derslerin Türk öğretmenler tarafından verileceği kararı alındı. 1927 yılında ise azınlık okullarına alınacak öğretmenlerin Türkçe sınava girmeleri, başarılı olmayanların ise bu okullara alınmamaları yasal hale getirildi. Bu uygulamayla Yahudi çocuklar okudukları okulları terk etmeye başladılar. Aileler yoğun baskılar karşısında çocuklarını Yahudi okullarına göndermedi ve bu okullar 1928 yılında tamamıyla kapanmak zorunda kaldı.

Kemalistler Türklüğü esas alan yeni ulus devletlerinde pazara tek başına hâkim olmak için özel politikalar geliştirdiler. 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi, ekonomide Türk burjuvazisinin nasıl bir rol alacağı, ekonominin ulus ve azınlıklardan arındırılarak “millileştirilmesi” için toplandı. Kongreye azınlık iş adamlarından kimse çağrılmadı. Bu tesadüf değil, özel bir uygulamaydı. Kongrede Mustafa Kemal’in yaptığı konuşma her şeyi ele veriyordu: “İstiklali tam için şu düstur var; Hâkimiyet-i milliye, hâkimiyet-i iktisadiye ile tesin edilmelidir (sağlamlaştırılmalıdır.) Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle terviç edilemezlerse semere, netice payidar olamaz.”

Kongrenin aldığı bir diğer önemli karar da, azınlık memurların ticaret alanlarından alınarak yerlerine Türk memurların atanması olmuştur. Kongre öncesi birçok liman şehirlerinde ticaret diğer dillerde de yapılmaktaydı. Kongreyle birlikte, ticaretin Türkçe yapılmasına karar verildi. Bu Türk devletinin pazarda tek dil olarak Türkçenin konuşulmasının zorla kabul ettirmesinin sonucuydu. Bu karar bugün de Türk devletinin neden Kürtçe ana dilde eğitim istemediğini, Kürtçenin konuşulmasına neden yasak getirdiğini anlamak açısından oldukça manidardır.

Ekonomik abluka bununla da sınırlı kalmadı. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde dünyadaki ekonomik bunalımı gerekçe gösteren Kemalistlerin tek partisi CHP hükümeti sözde bir önlem paketi olarak azınlıklara “Varlık Vergisi” getirdi. Kemalistlerin devlet eliyle burjuvazi yaratma politikasının bir sonucu olan Varlık Vergisi, azınlık sermayesini tasfiye etmeyi amaçlayan bir uygulama olarak 1944 yılına kadar yürürlükte kaldı.

Varlık Vergisi 11 Kasım 1942 yılında TBMM tarafından oy birliğiyle kabul edildi. Varlık Vergisi’nin devlete ödenmesi 15 günlük bir süreyle sınırlandırmıştı. Azınlık iş adamlarından ve tüccarlardan istenilen vergi, servetlerinin bir kaç katıydı. İstenilen verginin çok olması, sürenin kısa olması nedeniyle azınlık iş adamları ve tüccarları ellerindeki tüm mal varlıklarını satışa çıkardı. Süre bittiğinde Varlık Vergisi’ni ödemeyenler Erzurum Aşkale’de zorunlu çalışmaya tabi tutuldular. Neticede 2bin 57 kişi istenilen Varlık Vergisi’ni ödemediği için tutuklanmış, bunlar içinde akrabalarının yardımıyla vergilerini ödeyip serbest bırakılanların dışında bin 400 kişi çalışma kamplarına gönderilmiştir. Devletin resmi rakamları böyleyken, Parsch Gevrekyan zorunlu çalışmaya tabi tutulanların sayısının 6-8 bin arasında olduğunu belirtmektedir. Çalışma kamplarında hayatını kaybedenlerin sayısı ise resmi rakamlara göre 21 kişidir. Verginin yürürlüğe girdiği tarihte istenilen vergiyi ödeyemedikleri için birçok Rum ve Ermeni Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştır.

Çerkezler

Kuzey Kafkasya haklarından olan Çerkezler 1864 yılında toplu olarak yurtlarından koparak Osmanlı topraklarına geldiler. Rusya’daki Çar orduları ile Kafkasya halkları arasındaki savaşta mağdur olan Çerkezler savaştan kaçarak geldikleri Osmanlı topraklarında dağınık bir şekilde yaşamak zorunda kaldılar. Ve en çok asimilasyona tabi tutulan azınlıkların başında gelmektedirler.

Bugün açısından bakıldığında Türkiye’de yaşayan Çerkez nüfus 300 bin civarındadır. Çerkezler yoğun olarak Bursa, Eskişehir, İzmir, İstanbul ve Düzce’de yaşamaktadırlar. Kemalistler, savaş sonrası Çerkezleri Türk oldukları propagandayla asimle etmede görece başarılı oldular. Çerkezler yakın zamana kadar kendilerini hep Türk olarak tanımlamış ve öyle görmüşlerdir. Toplumsal mücadelenin gelişimi Çerkezlerin de kendilerini tanımasına, farklı olduklarının bilincine varmalarına yol açmıştır. Türklerin kültür kökeni ve etnik yapısı adlı kitapta Mehmet Işık Çerkez gerçekliğini şöyle dile geriyor. “Bu duruma gelmemizde en büyük hata bizlerden kaynaklanmakta. Ancak, Osmanlı’nın bu sürgüne ortak oluşu, yok etmek için uygulanan iskân politikası, daha sonra Türkiye devletinin kurulmasıyla ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ diye uygulanan baskılar hiç de dile getirilmez. Ki, kendim 1962’de ilkokula başladığımda, bırakın okulda Çerkezce konuşmayı, köyün içinde konuşmamdan dolayı öğretmenimin beni cetvelle dövdüğünü halen unutamam. Bu tip baskılar asimilasyonumuzu hızlandırdı” demektedir.

Çerkezler son yıllarda önemli bir örgütleme içinde bulunmaktadırlar. Çerkez İnisiyatifleri adı altında örgütlenen Çerkezler gelinen aşamada devleti rahatsız eder bir durumdadırlar. Çerkezler birçok defa ana dilde eğitim için sokağa dökülmüş, ayrı bir ulusa mensup bir şekilde Türkiye’de bir azınlık olarak yaşadıklarını, kendi kültür ve dillerinin yaşatılması, ana dilde eğitimin kendi hakları olduğunu dile getirerek örgütlenmektedirler. Murat Bardakçı’nın bir gazetede “Bir Çerkez açılımı eksikti” başlıklı köşe yazısında dile getirdiklerine karşı, Çerkezler, 21 Nisan 2011 tarihinde İstanbul Beyoğlu’nda protesto gösterisi düzenleyerek seslerini duyurdular.

Çerkezler içindeki ilerici ve demokrat güçler, toplumsal mücadelede demokratik ve ilerici güçlerle birlikte hareket etmek istemektedirler. 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri sonrasında yapılan çatı partisi tartışmalarında Çerkez Hakları İnisiyatifi sözcüsü Kenan Kaplan “Çatı partisi kimseyi ötekileştirmeyen, çağdaş bir demokrasiyi ön plana alan bir anlayışı gündeme getirirse ve tüm farklı kesimlerin haklarını savunduğuna inandırırsa Çerkez halkı da buna destek verecektir” demektedir.

Bitirirken, dünyanın her yerinde şoven ve ırkçı politikaların tek bir amacı vardır: Devleti elinde bulunduran hâkim ulus burjuvazisi pazara tek başına hâkim olmak için, aynı ülke sınırları içinde yaşayan diğer ulus ve azınlıkları asimle etmek, olmuyorsa ezmek ve yok etmek. Bunun için çeşitli biçimlere başvurur. Her yerde tek bir amacı olan bu uygulamada, araç ve yöntemlerde farklılıklar olsa da sonuç değişmez.

Hitler Almanya’sı Yahudileri toplama kamplarında gaz odalarında topluca katletti. Rusya’da Çar ülkeyi bir halklar hapishanesine dönüştürdü. Güney Afrika’da beyazlar yerli haklı yıllarca baskı altında tuttu, katletti. Filistin’de İsrail Siyonistleri, Filistin ulusunun topraklarını işgal ederek katliamdan geçirdi. Yunanistan ve Bulgaristan’da Türk azınlığa, Kosova’da Arnavut azınlığa Yugoslavya’da Bosnalılara karşı yapılanlar… Tüm bunlar hâkim olanın diğerlerini yok eden uygulamaları olarak tarihe geçti.

Türkiye’de de Kemalist Cumhuriyet Türklük esası üzerine kurduğu ulus devlette, kendi dışındaki tüm ulus ve azınlıkları yok saydı. Türkiye olarak çizilen sınırlar içinde kendi topraklarında yaşayan Ermeni, Rum ve Kürtleri önce Türkleştirmek için çalışan, bunu başaramayınca da ezmek ve yok etmek isteyen Kemalist devlet, bu politikasında kısmi olarak bir başarı sağlamış olsa da, bir bütün olarak başarılı olmamıştır. Kürtler başta olmak üzere devlete karşı direniş 90 yıldır devam etmektedir. Nüfusu azalan diğer azınlıkların dahi kendi içine kapanmışlıkları, sesiz kalmaları dahi onları bir bütün olarak yok edememiştir. Kürtler bu baskılar karşısında en dirençli ve örgütlü bir ulus olarak, yıllardır verdikleri onurlu direnişleriyle kendilerini kabul ettirmiştir.

Bugün Türk devletinin sınıfsal ve ulusal mücadele karşısında başarı şansı kalmamıştır. Elindeki imkânları emperyalist ağababalarının desteğiyle güçlendirmiş olsalar da, sonunda kaybedeceklerdir. Örgütlenmiş bir toplum hiçbir zaman yenilmez. Geriletilebilir, sindirebilir, ancak yok edilemez. Türkiye bu aşamadadır. Sadece ulus ve azınlıklar değil, çeşitli inanç grupları da artık bu devlete kafa tutmaktadır. Çünkü Kemalist Cumhuriyet ulus ve azınlıklar gibi Müslüman olmayan inanç gruplarını da yok saydı, ezdi, baskı altına aldı. Aleviler, Ezidiler, Hıristiyan inanç grupları Türkiye’de hep hor görüldü. Aleviler devletin kurduğu Diyanet vasıtasıyla hedef seçildi. Aleviler, Maraş, Sivas Çorum’da devletin denetimde topluca katledildiler. Ancak Aleviler, tüm baskı ve katliamlara kaşı direndiler, inançlarını yaşayıp korudular ve bugün bu korku çemberini kırarak örgütlenip bir güç oldular. Devlet bu örgütlenmeden de, bunun yarattığı dinamikten de korkmaktadır.

Bu devletin devrimcileri, Kürtleri, Alevileri ve diğer azınlıkları sevmediği açıktır. Kendisine düşman gördüğü bu güçlerin birlikte hareket etmesinden de korkmaktadır. Tüm devrimci, ilerici ve ulusal güçler artık proletaryanın bayrağı altında örgütlenerek mücadelelerini yükseltmelerinin tam zamanıdır. (Bitti)

Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesi -1-

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu