GüncelManşet

Reichstag yangını ya da 15 Temmuz! Leipzig duruşmaları ya da faşizm dersleri

“Georgi Dimitrof konuşuyordu, sözleri aleve dönüyor, güçlü sesi nazi karanlığını deliyordu. Haydutların mahkemesi önünde, hiddetin, adaletin, insan onurunun sesi olan başeğmez bir adam, tek başına dikiliyordu. Bu adam nazi mahkemesinde nazi cehenneminden geçti ve onları bütün büyük dünya önünde teşhir etti. Ve onlara şöylece haykırdı: Siz yalan söylüyorsunuz! Faşizm yalancıdır, katildir, savaş ve zulüm tahrikçisidir, ev ve kütüphane soyguncusudur, kadınların, çocukların ve bütün masumların meşum boğumcusudur. Dünyada sizin için yer yoktur, hepiniz mahvolmalısınız! Hitler uludu: ‘Yeter! Susturun!’ Fakat Dimitrof susturulamazdı. Gerçek, susmaya mecbur edilemezdi. Gerçeğin sesi bütün şehirlerin üzerinde çınladı: siz, naziler dünya mahkemesi karşısına çıkarılmış bulunmaktasınız! Siz, bütün insanlar önünde cinayetlerinizin hesabını vermelisiniz!” 

YARIM YAMALAKLIK YOK OLMAKTIR! YA ÖRS OLMALI YA DA ÇEKİÇ!

Bazı kitaplar, ağaçların kesilip ardından hamur haline getirilerek oluşturulan kağıt yığınlarının israfı gibidir. Yazıklanırsınız o kadar ağacın böylesine meymenetsiz bir yazın yüzünden harcanmasına, ekolojik damarlarınız kabarır; o kitabın yazarından-şairinden editörüne dek bir yığın ismi iyice inceler ve kimi öfke taşımlarıyla anarsınız hepsini… Bazı kitaplar ise kendisine harcanan kağıt hamurunun hakkını verir, okudukça niteliği damağınızda harikulade bir tat bırakır, söz dağarcığınız bayram eder, edebiyatın hazzını duyarsınız okuduğunuz satırlarda…

Bazı kitaplar da vardır ki; içindeki tümceler, satırlar, paragraflar o sayfalar açılana dek değersiz bir siyah mürekkebin kalıptan çıkmış harfleri olurken, okumaya başladığınız an canlanıverir; bu basit kağıt hamurunu(1) artık gözünüz görmez, tutan parmaklarınız hissetmez olur. Yazınla zihniniz, bilinciniz karşı karşıya kalır, yazarla karşılıklı bir görüş-alışverişine başlarsınız. Hele de o kitap güncel olarak yaşanılan siyasi ve politik tıkanıklıklara dair bir başucu kitabı olacak nitelikte ve siz de o tıkanıklığa dair kafa yoran (hatta kafa patlatıp, kendi küçük dünyasında kabuklarını kıramayanlardan) biriyseniz işte o an büyük yolculuk başlar. Kitap kitap olmaktan, siz de eski siz olmaktan çıkarsınız.

İşte bu kitaplardan biri Ernst Fischer tarafından kaleme alınan Leipzig Duruşması’dır.(2)

Bilen bilir, 1933 yılının 27 Şubat gecesinde Alman meclis binası Reichstag’ın yakılmasının ardından ülke adeta Nazilerin faşist ağları ile sarılmaya başlar, Alman devrimci ve demokrat kesimleri nefes alamaz hale gelir ve Alman halkı başta olmak üzere bu ağlara kendini kaptıranlar 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın acımasızlığı ve kan gölünde bulur kendini… Bu savaşın hemen öncesindeki Almanya’dır, bu kitapta konu edinilen… Faşizmin, emperyalist-kapitalist güçler tarafından nasıl semirtildiğini ve buna karşın Almanya devrim ve demokrasi mücadelesi ve öznelerinin zayıflıklarını, hatalarını anlatır. Reichstag’ı kundaklamakla itham edilen devrimci önderlerden Dimitrof’un, onu yargılama hadsizliğini gösteren Leipzig mahkemelerinde faşizmi nasıl yargıladığı gözler önüne serilir; Nazilerin ilmek ilmek ördüğü faşist ağı yırtıp atan Dimitrof, bu duruşmalarda başta Alman halkı olmak üzere dünya halklarına bir çıkış yolu işaret ve inşa eder.

Bir dönem kitabı olan Leipzig Duruşması’nı bir kitap olmaktan çıkararak başucu kitabı haline getiren yanı yalnızca bu ya da bunlar değildir elbette. Bu kitabı değerli kılan; bugün OHAL ve KHK’leriyle, yolsuzluk ve zamlarıyla, katliam ve işgalleriyle, cinsiyetçi, homo/transfobik, heteroseksist, Kürt ve çocuk düşmanı gerici politika ve uygulamalarıyla AKP iktidarının iyiden iyiye kurumsallaştırdığı Kemalist faşist diktatörlüğün benzer bir dönemi yaşıyor oluşudur. Hem faşizmin pratikleri hem de bunlar karşısında devrimci hareketin yaşadığı tıkanıklıklar bakımından bu benzerlik, bu kitabı adeta bir hazineye dönüştürüyor.

 

Enfal, Sri Lanka, Kolombiya ile kimi faşist akrabalıklar…

Faşizm, tarihi boyunca deneyimlerine deneyim ekleyerek kurumsallaşmış; eksikliklerini, tasfiye rüzgarlarında savrularak gerileyen dünya devrimci ve komünist hareketin beceremediği şekilde diyalektiği yaşama uygulayarak tamamlamıştır. Bugün AKP ve Erdoğan’da simgeleşen faşist diktatörlüğün de bu deneyimlerden yükseldiği açıktır. Bunun önemli örneklerinden biri “Çöktürme” adıyla bilinen ve ülkenin son dört yılını, başta Kürt ulusu ve örgütlü güçleri olmak üzere devrimci, demokrat ve yurtsever kesimlere yönelik kapsamlı saldırı konseptidir.

2014 yılında MGK toplantısıyla son hali verilen bu konsept ile 2015 yılından itibaren yaşanan kanlı sürecin düğmesine basılmış; canlı bomba saldırıları, Kürt kentlerinin yakılıp yıkılması, OHAL’in önce Kürt kentleri ardından da tüm ülkeye yayılması; devrim, demokrasi ve ulusal nitelikteki mücadelenin legal-illegal alanlarının hareket edemez, nefes alamaz hale getirilmesi, medyanın tamamen iktidara bağlanıp devrimci ve yurtsever medyanın tasfiye edilmesi vd. saldırılar ile bugünkü döneme varılmıştır. Bugüne bakıldığında görece başarılı sayılabilecek bu uygulamaların yani “Çöktürme” konseptinin kendisi kuşkusuz tek başına faşist diktatörlüğe ait bir program değildir.

Bu OHAL uygulamaları ilk olarak Eylül 2014’te Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nca hazırlanarak Genelkurmay Başkanlığı’na sunulan ve Genelkurmay Strateji Plan Dairesi, Strateji Şube Müdürlüğü’nün “Çöktürme” planı adını verdiği “gizli” ibareli eylem planının devamıdır. Bu plan; Sri-Lanka’da egemenlerin Tamil ülkesinin bağımsızlığı için mücadele eden Tamil Kaplanları örgütüne karşı uyguladığı “Gömme-Silme” eylem planı ve Saddam Hüseyin ile Kimyasal Ali (Ali Hasan El-Mecid)’nin Irak Kürdistanı’na 1987-1988 yıllarında uyguladığı Xalepçe katliamı ile zirve yapan “Enfal” operasyon planının birebir kopyası ve başta Kürdistan coğrafyası olmak üzere ülkeye uyarlanan halidir. Bu eylem planının bir benzerini de Kolombiya devleti FARC’a uygulamış, bu operasyonlarda FARC’ın lider kadrolarının dörtte üçü nokta operasyonlarıyla katledilmişti.

Keza hatırlanacağı üzere daha yakın zamanda Amed Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın gözaltına alınmadan bir gün önce mecliste tanık olarak dinlendiği (daha doğrusu sanık gibi sorgulandığı) görüşmede “Barış olmalı” diyen Kışanak’a AKP’liler tarafından “Sri Lanka’da nasıl olduysa burada da barışı sağlayacağız” cevabı verilmişti. Diğer yandan OHAL sonrası KHK’lerle gerçekleştirilen saldırılar da (televizyon ve gazetelerin kapatılması, vekil ve eşbaşkanların muhattap alınmaması, ordu komutanları ile vali ve kaymakamların sıkı bir işbirliği içerisinde olması…) bu eylem planında yerini almıştı.

Sri Lanka’nın “Gömme-Silme” eylem planı kapsamında 2006-2009 yılları arasında faşist hükümet Tamil Kaplanları ve onlara yakın oldukları varsayılan en az 42 bin kişiyi katletmiş, on binlerce kişiyi yaralamış, binlerce kadına tecavüz etmişti. Irak Kürdistanı’ndaki Enfal sürecinde ise insan cenazeleri yerlerde bırakılarak, şehitlikler bombalanarak, kimyasal silah kullanarak direnenlerin moral ve direnci düşürülmeye çalışılmış; Kürtler topluca katledilerek çukurlara doldurulmuş, bölgedeki demografik yapı değiştirilmeye çalışılmış, Xalepçe katliamı ile binlerce kişi katledilmişti.

Faşist diktatörlüğün “Çökertme” planından yansıyanlarda ise yapılacak operasyonlarda “10 bin ila 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesi” öngörüleri vardı, keza buna yakın sayılarda katliam, göçertme ve gözaltı-tutuklama terörü gerçekleştirildi. Bu benzerliklerin yanı sıra Kimyasal Ali’nin o döneme damgasını vuran “Kürdistan’da yıkılmadık tek bir Kürt evi kalmayacak” sözü ile Erdoğan’ın ve Efrîn işgal sürecinde benzer bir şekilde Devlet Bahçeli’nin sarf ettikleri “Taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacak” söylemlerinin yakınlığı faşist akrabalıklarını, birbirilerinin deneyimlerinden ne denli sıkı sıkıya faydalandıklarını ortaya sermektedir.

 

Reichstag yangını ya da 15 Temmuz!

Faşizmin kendi deneyimlerinden en iyi şekilde faydalandığından ve Türkiye’deki faşist diktatörlüğün de bunun sıkı bir uygulayıcısı olduğundan şu yakın dönemde yaşanılanlardan kaynaklı kimsenin kuşkusu yok. Ancak bunun derinliğinin anlaşılabilmesi açısından bir örnek daha verilebilir, ki “Leipzig Duruşması”nı okumak tam da bu noktada bir hazineye dönüşmektedir.

15 Temmuz darbe girişimi faşizmin açık hale gelip kurumsallaşmasında bir dönüm noktası olmuştur. “Fake darbe” olarak anılması daha doğru olan 15 Temmuz, Hitler başkanlığında Nazi faşizminin Almanya halkı başta olmak üzere dünya halklarını uçuruma sürüklediği dönemin ilk adımı olarak görülen Reichstag Yangını’nın bir kopyasıdır adeta! Ki kitaptan yapacağımız uzun alıntılar ve bunların karşısında ülkede yaşananlara dair vereceğimiz örnekler, aktaracağımız veriler bunun kanıtları niteliğindedir…

27 Şubat 1933 gecesi Almanya Parlamentosu (Reichstag)’ı kül eden yangını “komünist” olduğunu iddia edilen Marinus Van der Lubbe’nin yaktığı propagandası, halkın kaderine büyük bir darbe vurulması ve faşizmin Almanya’yı Nazi kampına çevirmesi için bir fitil olmuştu. O günlerde henüz azınlık hükümetinde olan Hitler ve Naziler, bunu “Allah’ın bir lütfu” olarak kullanmış; asla bir tek kişinin tek başına çıkaramayacağı bu yangını tek başlarına iktidar ve de Hitler’e sonsuz güç veren bir nimete dönüştürmüşlerdi.

O gece Hitler haykırıyordu: “ ‘Bu tanrısal bir belirtidir! Şimdi artık sosyalistleri demir yumrukla yok etmemize kimse engel olamayacak!’ Sonra bir İngiliz gazetecisine dönerek ekliyor: ‘Siz Almanya tarihinde yüce ve yeni bir dönemin tanığısınız. Bu yangın onun başlangıcıdır.’ ” (age, s. 8)

15 Temmuz’u 16 Temmuz’a (2016) bağlayan gece İstanbul Atatürk Havalimanı’nda, yanında sevincini gizleyemeyen sırıtık damadı (Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak) ile bir açıklama düzenleyen Erdoğan konuşuyordu: Şu anda yapılan hareket bir ihanet hareketidir. Bu vatana ihanet hareketinin bedelini çok ağır ödeyecekler. Buraya canımızla kefenimizle gelmişiz. Eninde sonunda şu anda bu hareket, Allah’ın bize büyük bir lütfudur.”

Reichstag’ın yakıldığı aynı gece Alman Komünist Partisi (KPD) Berlin Meclis Grup Başkanı Ernst Torgler, Bulgar Komünistler Georgi Dimitrof, Blagoi Popow ve Wassil Tanew yangının sanıkları olarak gözaltına alınmış, cadı avı başlatılmıştı. Diğer yandan Adolf Hitler, Joseph Goebbels, Hermann Göring ve Wilhelm Frick gibi faşist liderler yangın yerine koşa koşa gelmiş ve kısa sürede orayı miting alanına çevirerek aslında bu yangının bir tiyatronun ilk sahnesi olduğunu göstermişlerdi. Bakınız: Yenikapı mitingi! Hitler o akşam “suçlu”yu tespit etti: “Uluslararası komünizm, Alman birliğine ve dirliğine karşı kokteyl bir örgütle saldırmıştı!” Dikkat çekici bu benzerliklerde kullanılan “kokteyl örgüt” son zamanlarda ülkemizde de sıkça kullanılan suçlamalardan biri olagelmiştir. Bakınız: Yenikapı mitingi konuşmaları!

Daha da dikkat çekici olanı, Hitler’in o gece yaptığı konuşma: “Artık acıma yok. Kim yolumuza çıkarsa, kafasını keseceğiz. Alman halkı artık merhamet göstermeye tahammül göstermez. Her komünist eylemci nerde görülürse vurulacak. Komünist milletvekilleri daha bu gece asılmalı. Bu ülkede komünizmle ilgili ne varsa, dümdüz edilecektir. Reichstag yangını içinde olan sosyal demokratlara da artık acıma yok.

“… böylelikle gece yarısına doğru örümcek ağı gibi ince bir ‘komünist komplosu’ hazırlanmış oldu. İlk anda zaten bu kadarını sağlamak yeterdi, geri kalan bütün iş propagandaya ve zorbalığa bırakılmıştı.

Hitler, Goering, Gobbels, bu oldukça zayıf sonucu bile beklememişlerdi. Daha gece saat 11’de Goering ve Heldorf, birçok sosyalist ve pasifistlerin tutuklanması emrini vermişlerdi. (…) Fotoğraflı ve imzalı 1500 tevkif emri daha önceden hazırlanmış, yalnız bunlara birer tarih konulması kalmıştı. (…) Milletvekilleri, partililer, profesyonel birliklerindekiler, gazeteciler, yazarlar, hukukçular, doktorlar, sosyalist olmaları yahut komünistlere sempati beslemeleri gibi biricik sebep yüzünden yataklarından kaldırıldılar.” (age, s. 20-21-22)

Hitler ve Goering’in cümlelerinin birebir aynıları Erdoğan ve AKP’li, MHP’li kodamanlar tarafından darbe girişimi sonrası defaatle dillendirilmiştir. Örneğin “demokrasi nöbetleri” sırasında Erdoğan’ın sarf ettiği şu sözler, Hitler’i ne denli örnek aldığının açık kanıtıdır: “O gece 50 milyonluk Türkiye’nin geleceğini ve istikbalini kurtardık. Piyonları ezmeden şahı mat edemeyiz. O yüzden önce bu hainlerin kafasını kopartacağız. (…) Hukuk içerisinde parlamento burada. Parlamentoya teklif (idam) gelir ve parlamentodan ben teklifin geçeceğine inanıyorum. Geçtiğinde önüme gelecektir, bana geldiği zaman ben tereddütsüz onaylarım. Çünkü 250 şehidimizin ve milletimizin burada ahı var. 2193 gazimizin ahı var.

Nazilerin çıkardığı “Alman Halkının ve Devletinin Korunmasına Yönelik Reichstag Yangını Kararnamesi” benzeri olarak tüm ülkede OHAL ilan edilmiş, onlarca KHK ile OHAL’in toplumsal, siyasal ve hukuksal ayakları pekiştirilmiştir. Sadece ilk OHAL ilan edilen 20 Temmuz 2016 ila 20 Temmuz 2017 tarihleri arasında 169 bin 13 kişi hakkında adli işlem yapılmış, 50 bin 510 kişi darbe soruşturmaları kapsamında tutuklanmış, 7 bin 266 kişi hakkında ise yakalama kararı çıkartılmış, 139 bin 356 kamu çalışanı hakkında idari işlem yapılmış, 111 bin 240 kamu çalışanı görevlerinden kesin olarak ihraç edilmiş, KHK’larla altı bin 383 akademisyen ve bin 200 üniversite idari personeli ihraç edilmiş, kapatılan üniversitelerden dolayı 5 bin 295 akademisyen işsiz kalmıştır. Yine KHK’larla Barış İçin Akademisyenler Bildirisi’ne imza atmış 378 akademisyen ihraç edilmiş, imzacılar arasında farklı yöntemlerle işten çıkarılan akademisyenlerin toplam sayısı ise 468 olmuştur.

 

Faşist diktatörlüğün bitip tükenmeyen Nazi hayranlığı!

Örneklemelerimiz henüz bitmiş değil… Keza “Leipzig Duruşmaları” kitabının her sayfasında “bu kadar da benzerlik olmaz! Acaba faşist diktatörlüğün elinde faşizmin deneyimlerini ve çalışma tarzını, hatta ve hatta konuşma biçimleri ve sarf edilecek cümleleri sıralayan bir ajanda mı var?” diye sormaktan kendinizi alamıyorsunuz. İşte birkaç örnek daha:

“Yeni rejim, Üçüncü Reichı, alman halkının önünde ve her şeyden önce yabancı gazetecilerin önünde, hukuk devleti gibi süslenmiş göstermek istiyordu. Bu oyunu düzenleyenler şöyle düşünüyorlardı: Okuldan geçmiş 15.000 hukukçu çıkarabilen devletin, herhalde bir hukuk devleti olması gerekir, her şeyi kalabalık yapar. Burada, ‘alman hukuk anlayışı’na dair, ‘kan esasına dayanan orijinal alman hukuku’na dair ve hukuk siyasetinin ‘ırk siyaseti’nden yalnızca özel bir kısım teşkil ettiği üzerine gümbürtülü nutuklar söylenecekti. Almanya’nın yeni adalet bakanı Frank nutkunda (…) haykırdı: ‘Biz bu son aylarda, hiçbir şeye bakmayarak ve maksada uygun olarak yeni tip alman insanına cevap veren bir hukukçular zümresi kurduk… Biz efendi milletiz!’ ” (age, s. 105-106)

20 Mart (2018) günü hâkim ve savcı atamalarının yapıldığı Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki törende, yeni atanacak olan hakim ve savcılar, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Binali Yıldırım’ı ayakta karşıladı, her sözünü alkışladı. Bin 300 hâkim ve savcının atama töreninde Erdoğan ve Yıldırım’ın her sözü ayakta alkışlarla karşılandı, Erdoğan “milli” vurgularını yinelediği, kendine bağlılık yemini ettirdiği konuşmasında ne denli hukuka önem verdiklerini bir kez daha vurgulayarak “İnsan hakları alanında yaptığımız reformlar sayesinde hem vatandaşlarımıza karşı gönlümüz ferahtır hem de uluslararası alanda hiçbir sıkıntıyla karşılaşmıyoruz” dedi. (Oysa sadece AİHM verilerine göre Türkiye, AİHM’de en fazla dosyası bulunan üçüncü ülke.)

Faşist liderlerden Goering de (ki kendisi Nazi hükümetinin içişleri bakanlığı görevini yürütmekteydi o dönemler) “Bu komünist isyanının başlamasıdır, devam edecekler. Bir dakika bile gecikemeyiz” demiş ve bu söylediğini direkt hayata geçirmişti. Bir gün dahi beklemeden, o sabah Cumhurbaşkanı adına “Alman Halkının ve Devletinin Korunmasına Yönelik Reichstag Yangını Kararnamesi” çıkarılmış, bu kararnameyle birlikte, yürürlükteki Weimer Anayasası kaldırılmış, Almanya pratikte demokrasinin ve insan haklarının bütün kurallarını askıya almıştı. Polise sebep göstermeksizin gözaltına alma ve yargıya da sanığı hukuki yardımdan muaf tutma hakkı verilmişti.

“Bundan sonra sıra, güya Reichstag yangınının kendileri için sinyal ateşi olması gereken komünistler tarafından Avrupa’da kurulan ‘yeni nizam’ın yaklaşmakta olan korkunç hayaletiydi. Goering sonunda Almanya ve Avrupa’yı bütün bu felaketlerden kurtarmış olduğunu haykırdı: ‘Herşeyden önce, devlet cihazının düşmana karşı yöneltilmesi gerekiyordu. Ben polisime şunu tebliğ ettim: Ateş ettiğiniz zaman, bilin ki, ben ateş ediyorum. Eğer ölü düşen olursa, onu ben vurmuşumdur!’ ” (age, s. 142-143)

Bu cümleler sanırız herkese yeterince tanıdık gelmiştir. Gezi İsyanı süresince polisin tüm cinayetlerini ve saldırılarını üstlenen Erdoğan “Polise emri kim verdi diye soruyorlar, emri ben verdim” demiş (24 Haziran 2013), şimdiki AKP’li İçişleri Bakanı (ki Goering’in postuna sarılmış azılı bir faşisttir kendisi) Süleyman Soylu ise bu kolluk güçleri savunusunu “(Suçlunun) ayağını kırmaya polis görevlidir. Suçunu bana atsın” (3 Ocak 2018) şeklinde sürdürerek adeta Goering’den güçlü bir alkışı hak etmiştir!

Nazilerin “Alman Halkının ve Devletinin Korunmasına Yönelik Reichstag Yangını Kararnamesi”nde yer alan polise sınırsız yetki OHAL ile fazlasıyla tanınmış, yargıya sanığı hukuki yardımdan muaf tutma hakkı ise yasalarla değil fiiliyatta adalet sistemi tam anlamıyla çökertilerek sağlanmıştır. Sonucu önceden belli olan siyasi davalar, savunma hakkının SEGBİS ile engellenmesi, dava süreçlerinin yıllara uzaması ve ceza almamış bir kişinin yıllarca hapis yatırılabilmesi gibi fiili durumlarla Nazi faşizmine parmak ısırtılacak yöntemler revize edilerek günümüze ulaştırılmıştır.

Önemli bir diğer benzerlik ise çarpıtılan gerçeklikler üzerine… Keza Nazi faşizminin propaganda şefi Gobbels’in propaganda ilkeleri konusunda adeta bir uzman olan AKP, son dönemde kendini iyiden iyiye meşrulaştırmış ve geliştirmiştir.

“Reichstag yangını, onların alman anayasasını çiğnemelerine yaradı; üstelik korkunç bir riyakarlıkla, Reichstag yangını ile alman anayasasının zorla değiştirilmesi amacı güdüldüğü iddiasını ileri sürerek, masum insanları itham ettiler. Kullandıkları metot şudur: Her cinayeti bu cinayete kurban olanların sırtına yüklemek, toplumun temellerini yıkmak ve üstelik bu temelleri gerçekten korumanın tam bundan ibaret olduğu gibi küstah bir bahaneye dayanmak. İşte onlar, buna ‘propaganda’ adını veriyorlar. Bu araç ki, Atilla da bilmiyordu ve eğer bilseydi, Avrupa’ya düzenin ve uygarlığın savunması için gelmiş olduğuna yemin edebilirdi.” (age, s. 157-158)

Reichstag yangını yerine 15 Temmuz’u, Almanya yerine Türkiye’yi koyduğumuzda bu satırların bugün değil de 60 küsur yıl önce kaleme alındığını kim iddia edebilir allahaşkına!?

 

Dimitrof’un “ajandası”: Canavarın karşısında çekinmeyiniz!

Leipzig Duruşması’ndan bahsedip, devrim ve demokrasi mücadelesinin belleğini, “ajandasını oluşturmak” üzerine ahkam kesmeden önce Dimitrof’a bir dönmek gerekir. Keza Bulgaristan devriminin tarihi önderi Dimitrof, faşizme karşı birleşik cephe üzerine yürüttüğü tartışmalar ve ortaya koyduğu birikim ile ezilenlerin safını güçlendirmiş, bu deneyimlerini teoriye dökmeden az evvel Leipzig duruşmalarında Alman devrimci ve demokratlarına bu konuda dersler vermiştir. Kitap söz konusu bu dersleri de özetlemiştir.

“Georgi Dimitrof konuşuyordu, sözleri aleve dönüyor, güçlü sesi nazi karanlığını deliyordu. Haydutların mahkemesi önünde, hiddetin, adaletin, insan onurunun sesi olan başeğmez bir adam, tek başına dikiliyordu. Bu adam nazi mahkemesinde nazi cehenneminden geçti ve onları bütün büyük dünya önünde teşhir etti. Ve onlara şöylece haykırdı: Siz yalan söylüyorsunuz! Faşizm yalancıdır, katildir, savaş ve zulüm tahrikçisidir, ev ve kütüphane soyguncusudur, kadınların, çocukların ve bütün masumların meşum boğumcusudur. Dünyada sizin için yer yoktur, hepiniz mahvolmalısınız! Hitler uludu: ‘Yeter! Susturun!’ Fakat Dimitrof susturulamazdı. Gerçek, susmaya mecbur edilemezdi. Gerçeğin sesi bütün şehirlerin üzerinde çınladı: siz, naziler dünya mahkemesi karşısına çıkarılmış bulunmaktasınız! Siz, bütün insanlar önünde cinayetlerinizin hesabını vermelisiniz!” (age, s. 221) (3)

“Dimitrof’un verdiği ders şu idi: Zamanında mücadele etmeli, karşı hücuma geçmeli, tehlikeden kaçmamalı ve tehlikelere gecikmeden karşı durmalıyız. Reichstag kundakçılarının ithamnamesi nasıl yerle bir edilmişse, böylece henüz sağlamlaşmamış bulunan hitlerist sistem de yok edilebilir, yeter ki bunu isteyin. Faşist vahşeti diktatörlüğü kısa görüşlülerinin sandıklarından çok daha büyük bir tehlikedir, fakat bu diktatörlük şimdiki durumda, 1933 yılının bu kış mevsiminde korkakların sandıklarından çok daha kolay silinip süpürülebilir. Dimitrof, bu iki şıkkı Leipzig İmparatorluk Mahkemesi önünde ortaya koyduğu örneği ile ispat etti.

Onun örneği hak ettiği hayranlıkla karşılandı, ama aynı zamanda gereken anlayışla değil.” (age, s. 159)

“Açıkça belliydi ki, yaratıcı bir kesinlikle ayağa kalkacağı yerde korku içinde büzülen demokrasi, çekici bir parıltı ve cezbeden bir güç yayamıyordu. Demokrasi, siyasi alevi yükseltemiyor, özgürlük sevgisi, vatanseverlik ve insan onuru gibi bütün duyguların çöküp dağılmasını durduramıyordu. Bu demokrasi, işi öyle bir uzlaşmaya kadar götürdü ki, bunun esas motifi şu idi: İnsanın hiçbir şey için hayatını tehlikeye koymasına değmez. Ölümle alay eden bir özgürlük savaşçısı olmaktansa, canlı bir ceset olmak daha iyidir. Ölü olmaktansa, esir olmak evladır.” (age, s. 201-202)

Birkaç örnek daha:

“Demokrasinin bütün memleketlerinde, alman emperyalizmine ait hayallere kapılmıyan, Münih siyasetinin(4) meşum sonucunu önceden gören bazı derin sezişli siyaset adamları, işbirliği kurmayı canla başla istiyorlardı. Güçlerin iki merkezi, savaş merkezi ile barış merkezi arasında ise, ulusların ve siyaset adamlarının kararsız, mütereddit, maneviyat kırıcı bir korku ve yanlış umutlarla sağa sola sürüklenen, açık sonuçlar çıkararak cesur kararlara varmaktan korkan, ufak tefek kaygılar, anlaşmazlıkları ve bir anlık çıkarları tarihi zorunluğun yüce emrinden daha önemli sayan büyük çoğunluğu, yani solmuş ve sulanmış bir demokraside büyüyen ve kararı için mücadele yürütülmekte olan, orta halli insanlar duruyorlardı. İlk yol cesaret ve mücadele azmi gerektiriyordu. ‘Münihliler’in yolu ise, çok daha elverişli görünüyor ve barışın tehlikeyi göze almadan kurtarılmasını vadediyordu. Münihliler, ‘şu yaygaracıya ne isterse verin, ağzına birşeyler tıkıştırdınız mı susacak ve o zaman biz yine sevgili barışa kavuşacağız’la Hitler’in yardımına koştukları zaman, onun, tam şimdi doğup olgunlaşan ve bu kez mutlaka ‘sonuncusu’ olan isteğinin yerine getirilmesinden sonra artık hiçbir şeye heves etmeyeceğinin tamamiyle muhakkak olduğuna dair teminat verişini dinlemek hoşnutluk vericiydi. Bu sürekli anti-faşist huzursuzluğu, şunun içindi: ‘Ona ne kadar fazla verirlerse, o kadar fazla isteyecektir!… Canavarı kızdırmamak! En tehlikeli siyaset işte budur! Bütün benzerleri arasında en korkuncu olan bu savaşın önüne geçmek için tek bir çare vardır: hiçbir tehditten korkmayan, azimkar ve ortak bir direnme!’ ulusların büyük bir çoğunlukla, acı gerçeğin yerine tatlı yalanı seçmeleri, onlara pahalıya maloldu.” (age, s. 216-217)

“Dimitrof’un ortaya koyduğu örneğin anlamı şu idi: Canavarın karşısında çekinmeyiniz! Hayatınızı, bütün aklınızı, bütün cesaret ve ateşinizi mücadeleye adayınız! Kendinizi ve insanlığı, faşist canavarından bu surette, ancak bu suretle kurtaracaksınız!

Dimitrof’un önceden uyartan bu çağrısının anlamı şu idi: yalnız işçilerin değil, bütün özgürlük sever insanların ve ulusların can düşmanı olan faşizme karşı dünya cephesinde birleşiniz! Özgürlük ve barış adına birleşiniz ve demokratik güçlerin bölünmesine imkan vermeyiniz! Mücadele ediniz!” (age, s. 223)

 

Yarım yamalaklıktan kurtulmak ya da yok olmak!

Kitabı buraya özetlemek değil niyetimiz… Sadece Nazi faşizmi ile ülkedeki faşist diktatörlüğün benzerliğinin basit ya da faşizmin “doğası gereği” görülmemesi gerektiğini, keza yukarıda alıntıladığımız karşılaştırmalı örneklerden de görüleceği üzere faşizmin deneyimlerinin kuramsal sonuçları dışında birebir kopya edildiğini anlatma çabasındayız. Tüm bunları hayata geçirebilmek için ciddi bir kafa yoruş içerisinde oldukları, toplantılar, istihbarat toplulukları, özel birlikler ile muhtemeldir ki bir ajandaya sahip oldukları görülmelidir. Yoksa Sri Lanka’nın “Silme-Gömme” ismine bir yenisini “Çöktürme” şeklinde eklemeleri, Enfal operasyonu konseptinden bir parça olan Kürt mezarlıklarının talan edilmesi ve cenazelerin günlerce sokakta bırakılması gibi travmaların halka yaşatılması, Reichstag’ın 15 Temmuz ile birebir uyarlanması, Goering ile Erdoğan ve Soylu’nun kolluk güçlerini aynı cümlelerle savunması tek başına “faşizmin doğası” ile açıklanamaz.

Bu yüzden faşizmin karşısında yer alan anti-faşist, demokrasi güçlerinin, devrimci-komünist öznelerin de “ajanda edinmeleri”; halkın ve ulusların kurtuluş ve özgürlük mücadelelerini “devrim ve demokrasi mücadelesinin doğasına” bırakmamaları elzemdir. En az Erdoğan ve kodamanlarının Hitler ve kodamanlarının eksik ve işe yarayan pratiklerinden öğrendikleri ve hayata güncelledikleri kadar; bizler de Alman devrimci ve demokrat hareketin yanlış ve doğru pratiklerinden öğrenmeli, dönemi incelediğimizde benzer hatalara düştüğümüzü fark ettiğimiz kadar buna dair doğru bir hattın nasıl örüleceğini görmemiz, birleşik mücadele hatta konusunda güncelleştirmelerle ilerlememiz lazımdır. Ezilenlerin tarihini ve mücadele deneyimleri konusunda faşizm kadar güçlü bir belleğe sahip olmayanlar, bu konuda çaba harcamayanlar yenilgiye mahkumdurlar. Lübnanlı şair ve düşünür Khalil Gibran bu durumu şöyle tariflemekte ve öğüt vermektedir: “Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil; asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır. Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal… ‘En doğru yol, dikensiz olandır’ diyenler seni aldatıyorlar. Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır. Aldırma…

Yolunu çizemeyen, yolunu şaşıran ve bu süreçte politikasız kalarak, belleksizce hareket ederek, farkında olmadan yoluna dinamit döşeyen yolcular bir an önce bu hedefsiz, amaçsız hallerinden kurtulmak ve “karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlık” hallerinden silkinmek zorundadırlar! Bunun yolu da belleklerini sürekli tazelemekten ve bu belleği güncellemekten geçmektedir. Dimitrof’un Leipzig duruşmalarında verdiği dersler ışığında bu belleği tazelemek zorunludur.

Mussolini önderliğindeki faşist İtalya’nın Libya işgali sırasında 20 yıl gerilla savaşı veren ve 70 yaşında yakalandığında faşistlerin vakit kaybetmeden kellesini istediği Ömer Muhtar’ın İtalya mahkemeleri karşısında mücadelesini “yol” olarak tarifleyerek kendisine “Sizin gibi birisi için böyle bir son, çok üzücü” diyen hakime verdiği cevaptır bu bellek. (Ömer Muhtar’ın cevabı: “Tam tersi! Bu, hayatımın sonu için en güzel yol!”) Kendisine idam cezası reva görüldüğünde hiç gözünü kırpmadan “Bizler teslim olamayız. Ya kazanırız ya da ölürüz!” netliğidir bu bellek. Ya da Kürt ulusal tarihinin isyan önderlerinden Şeyh Said’in idam edilmeden kısa bir süre önce Zaman ve Akış gazetesinde yayınlanmış röportajında, kendisine “Şeyh Efendi, sen bu ayaklanmanın önderi olduğunu inkâr edebilir misin?” sorusunu soran muhabire “Ne için ve kime karşı inkâr edeyim ki? Ben bu isyanın tam içindeyim, ne gerisinde ne de ilerisindeyim” şeklinde verdiği cevaptır bu bellek.

Ya da Leipzig’de faşizmi yargılayan büyük devrimci Dimitrof’un Alman şair ve yazar Goethe’nin “Mutluluğumuzun terazisi/Dengeye seyrek geliyor./Onun için yaklaşan günlerde /Akıllı davranman gerekiyor./Senin daima yükselmen gerekli/Bükmeli yahut bükülmelisin,/Yahut çalışmalı durmadan hiç,/Ya üzülmeli, ya gülmelisin/Sen ya örs olmalısın, ya çekiç!” şiirini alıntılayarak verdiği mesajdır asıl bellek! “En büyük alman ozanının (Goethe’nin şiirinden bahsediyor, B.N) dilindeki alev, Dimitrof’un yalnız alman anti-faşistlerine değil, bütün dünya anti-faşistlerine müjdelediği siyasi gerçeğin yüzünü aydınlattı. Bu siyasi gerçek şu idi: Yarımyamalaklık yok olmak demektir. Örs olmak istemiyen, çekiç olmalıdır. Güç önünde kaçan hak susacak, kaybedecek ve çekicin altına düşecektir. Hak uğrunda mücadele ediniz, onu kuvvete çeviriniz, caniyi ezen bir çekiç haline getiriniz! Güçlerinizi birleştiriniz, bütün inanç ve cesaretinizi teraziye koyunuz. O zaman, güçleri sizin zavallılığınızdan ve korkaklığınızdan ileri gelen yükselmiş haydutlar topluluğundan daha güçlü olacaksınız.” (age, s. 200)

Ömer Muhtar’ın kararlılığı, Şeyh Sait’in mütevazılığı hala Türkiye ve Kürdistan’da bir ruh olarak kol gezerken, bu ruhu kuşanmaktan çekinmemeli, ülkenin gidişatı konusundaki yönsüzlüğümüz ile yarattığımız karamsar havayı Dimitrof’un sözleri ile parçalayarak yarım yamalaklıktan kurtulmalıyız.

 

Bir ÖG okuru

 

1- Bir ağacın kesilip bunun kağıt hamuru haline gelmesi bugün hem doğanın endüstriyel sektöre yetişmesi açısından katliamı ile mümkün hem de onun kağıt hamuruna dönüşmesi ciddi emek isteyen bir süreç olduğundan “basit” değildir. Burada “basitlik” okunulan yazının değerini belirtmek amacıyla kullanılmıştır.

2- Habora Kitabevi Yayınları, 3. Basım

3- Reichstag yangını ve Leipzig duruşmalarının 10. yıldönümü vesilesiyle 22 Aralık 1943 tarihinde New York Times gazetesinde A. Toscanini, A. Einstein, S. Kusevitski, H.G.Mc, Muray, R. Massey, D.K. Gous, Metropolit Benjamin, albay R. Robbins tarafından imzalanan bildiriden…

4- Münih siyaseti ve Münihliler’den kasıt Torgler ve Koenen’in önderlik ettiği Alman Sosyal Demokrat Partisi başta olmak üzere Münih meclisinde yer alan ve son ana kadar pasifist bir şekilde süreci izleyen milletvekilleri ve parlamentarist siyasetleridir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu