Makaleler

Sınıf savaşımını büyütmenin aracı olarak yerel seçimler

Yerel yönetimler burjuva demokratik devrimlerle birlikte yönetimin merkezden çevreye dağıtılması ihtiyacı sonucunda ortaya çıkmıştır. Günümüzde bilinen şekilleriyle 200 küsur yıllık tarihi olan yerel yönetimlerin işlevi, sistem içinde durdukları yer, buna bağlı olarak nasıl ilişkilenmek gerektiği gibi konular hemen her sınıf açısından sürekli bir tartışma konusu olmuştur.

Yerel yönetimler merkezi otoriteyi dağıtma, iktidarı aşağıya doğru yaygınlaştırma, merkezden biraz daha bağımsız hareket edebilme olanaklarını oluşturması ve halkın güncel-acil sorunlarıyla karşılaşılan ilk merci olması nedeniyle önemsenmiştir. Gelinen aşamada AB’de de DB’de de yerel yönetimlerin özerk olması kabul edilmekte ve üye devletlerden de bu koşulun yerine getirilmesi istenmektedir. Türkiye’de büyük sermaye gruplarının temsilcisi TÜSİAD, 1990’lı yıllardan itibaren yerel yönetimlerde özerkleşmeyi savunmuştur. Sermaye gruplarının “merkezi idarenin yerel idare üzerindeki vesayetinin” bitmesini istemelerinin nedeni; kentlerde ortaya çıkan ranta bürokrasiye fazla takılmadan ve dolayısıyla daha az “paylaşarak” el koyma olanaklarının artmasıdır.

1980’li yıllar, tüm dünyada sermaye birikiminin de dönüm noktasıdır. Sermayenin düşen kâr oranlarını yükseltmek için canlı emeğin olduğu her alana, hiç zaman geçirmeden girme kaygısı, en büyük etkisini, kapitalizmin kalbi durumundaki kentlerde gösterdi. Bu yıllara kadar “kamu işi” olarak görülen ulaşım, su, konut, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaç alanları sermayenin talanına açılınca yerel yönetimlerin de rolü ve işlevi değişmeye başladı. Yerel yönetimler, kentlerini pazarlayan şirketlere dönüşmüş ve bütün “kamu hizmetleri” kâr-zarar penceresinden değerlendirilmeye başlamıştır. Bu; halkın sömürü oranının katlanması, yaşam standartlarının kitlesel olarak daha fazla sefalete yaklaşması, gelir uçurumunun artması demektir. Emekçilerin, “kentsel dönüşüm” adı altında şehir merkezlerinden sürülerek, tarihi-kültürel hiçbir değere dikkat etmeksizin şehirlerin yeniden sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda imarı, halkın tepkilerinin boyutlanmasına yol açmaktadır. Kentsel sorunlar ekseninde tepkilerin oluşması ve Gezi’deki gibi isyanların nedenlerinden birine dönüşmesi sadece Türkiye’de değil dünyanın farklı bölgelerinde de yaşanmaktadır.

Yerel seçimlere yönetenlerin kendi içlerindeki dalaşlarının had safhaya ulaştığı, halkın huzursuzluğunun üst boyutta olduğu bir süreçte gidiyoruz. Gezi İsyanı’yla birlikte tüm siyasi çevrelerde kent sorunlarına daha duyarlı bir yaklaşım sergilenmeye başlanmıştır. Yerel yönetimlere dair perspektifler, hedefler açıklanmaktadır. “Demokratik bir yerel yönetim” hedefiyle, rantı/hırsızlığı önleme mekanizmalarının geliştirilmesi, katılımcı bütçenin uygulanması, cinsiyet eşitliği ve ekolojik toplum yaklaşımının hakim kılınması, kentsel dönüşüm uygulamalarının durdurulması, neo-liberal yerel ekonomi politikaları yerine sosyal politikaların hayata geçirilmesi gibi hedefler çeşitli sol/sosyalist çevreler tarafından ve Partizan’ın da destekleyeceğini açıkladığı HDP tarafından açıklanmıştır.

Bu savunular demokratik bir yerel yönetim için zorunlu, olmazsa olmaz maddelerdir. Bununla birlikte Partizan’ın açıklamasındaki dünyada son yıllarda artan oranda öne çıkan reformist hareketlerin etkisine atıfla “yerel yönetimlerin ve olası-olanaklı avantajları bizleri yerel yönetimlerin devlet düzeninden bağımsız bir niteliğe sahip olabileceği fikrine hiçbir şekilde götürmemelidir. Bu fikrin birçok biçimi ve versiyonu bulunmaktadır” şeklinde reformist anlayışlarla aramıza kalın bir çizgi çekme gerekliliği vurgusu üzerinde durmamız gerekmektedir. Biz yazımızda bu kalın çizginin zorunluluğu ve ele alışımızın nasıl olması gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız.

“Liberalizme sosyalizm nüfuz ettirmek!”

Tüm dünyadaki “sol” hareketlerde olduğu gibi Türkiye’de de yerel yönetim uygulamalarıyla sosyalizmi yaşama geçireceğini savunanlardan sistem değişmedikçe yerel yönetimlere hiç bulaşmamayı savunanlara kadar çeşitli düşüncelere sahip farklı kesimler vardır. Hemen belirtmeliyiz ki, her iki tavır da sosyalist devrimcilik değildir. İçinden geçilen ekonomik/politik konjonktüre göre parlamenter seçimler gibi yerel seçimlerin de boykot edilebilirliği asla gözardı edilemeyeceği gibi halkın farklı kesimlerine gitme olanaklarının artması, sorunlara daha fazla vakıf olmamız, propagandamızı yapmamız ve örgütlemede yaratacağı fırsatlar nedeniyle yerel seçimlere aktif olarak katılmamız da önemli ve değerli bir seçenektir.

Yerel yönetimlerin ele geçirilip demokratik ilkelere dayalı bir belediyeciliğin yaşama geçirilmesi, bu yönetimler arasında ulusal ve uluslararası bağlar kurup, sosyalizme ulaşmanın hedeflenmesi yeni bir savunu değildir. Engels Alman sosyalisti Sorge’ye mektubunda “belediye sosyalistlerinin” “liberallere karşı hasım olarak kararlılıkla mücadele etmek değil, onları sosyalist sonuçlara itmek, ergo (yani- ÇN) onlara hile yapmak, to permeate Liberalism with Socializm (liberalizme sosyalizm nüfuz ettirmek) “ve liberallerin karşısına sosyalist adaylar çıkarmak yerine bunları onlara yamamak ve dayatmak, yahut yutturmak taktiği buradan gelir…” taktiklerinden bahseder. (Lenin, Seçme Eserler, cilt 3, s. 525)

Kapitalist sınıf hakimiyetinin ekonomik, politik, askeri her alanda yok sayıp, bataklık içinde bir havzaymış gibi belediyelerin sosyalist ilkelerle yönetilebileceği “rüya”sını savunmak, ütopik sosyalizmdir. Ütopik sosyalistler “sosyal barış” ilişkilerinin geliştirilmesi amacıyla ve “liberalizme sosyalizm nüfuz ettirmek” suretiyle, burjuvazinin de “iyi niyetine” güvenerek adım atmayı yeğlerler. Bunların savunularına göre, “hakim olmayan sınıfların yerel iktidarı ele geçirmesi önemli bir stratejidir. Bu şekilde yerel devlet kapitalist ilişkilerin yeniden üretim mekanizmalarına engel oluşturabilecek bir alan yaratabilir, hakim sınıfların iktidarına karşı bir hegemonya mücadelesinin direniş merkezi haline getirebilir.” (Devrimci Halkçı Yerel Yönetimler,  yayına hazırlayan: A. K. Gültekin, İ. Gündoğdu, Patika Yayınları, s. 118)

Bahsi geçen amaçlarla ve uygulamalarla 1980’lerden itibaren dünyanın farklı yerlerinde (en çok bileneni Porto Alegre deneyimidir) katılımcı bütçe, her an görevden alınabilirlik vb. ilkeleri yaşama geçirmeye çalışan 250 irili-ufaklı belediye örneğinin varlığı bilinmektedir. Fakat gelinen aşamada bunların hiçbirinin kapitalizmin hegemonik yapısını, sermaye ilişkilerini aşamadığı hemen hepsinin sisteme entegre olduğu görülmektedir.

Lenin’in “belediye sosyalistleri” için vurguladığı sözler bizim yaklaşımımızı özetler niteliktedir:

“Dikkatler yerel nitelikli küçük sorunlara -burjuvazinin sınıf olarak egemenliği sorununa değil, bu egemenliğin temel araçları sorununa değil, bilakis burjuvazinin ‘halkın gereksinimleri için’ ayrılmasına izin verdiği üç-beş zavallı kırıntının harcanması sorununa çekilir.” (Lenin, Seçme Eserler, cilt: 3, s. 253)

Demek ki, bizim sorumumuz hakim sınıflarının egemenliğine ve bu egemenliğin temel araçlarına dikkat çekmek, yerel seçimleri ve sonrasını hakim sınıfların egemenliğini ortadan kaldırmak için, halkın örgütlülüğünü geliştirmek için kullanmaktadır.

Devrimci deneyim ve örgütsel yeteneğimizi geliştirelim!

Yerel yönetimlere yaklaşımımız, reformlara, demokratik sorunlara yaklaşımımız içinde anlaşılabilir. Reformizme düşmemek adına reformları devrimci amaçlarla kullanmama sekterliği, halkın kendini örgütleme ve yönetme becerisini (sendikalar, dernekler, birlikler vs.) geliştiren, bu olanakların kapısını daha fazla açarak mücadele ile kazanılmış demokratik alanların mücadeleyle geliştirmesinin önemini görmeme tavrı yanlıştır. “Burjuvaziyi yıkma devrimci mücadalesine” tabi kılınmadıkça “burjuvaziye belli koşullar altında işçileri aldatmak için araç olarak hizmet etmeyen ve etmeyecek hiçbir demokratik talep yoktur.” (Lenin, Seçme Eserler, cilt: 5, s. 310)

Birçok demokratik talebin bizim gibi ülkelerde yaşam bulması zor olduğu gibi elde edilen çeşitli demokratik taleplerin sistemi tahkim etmek ve ömrünü uzatmak için egemenler tarafından kullanılmak isteneceği açıktır.

“Fakat buradan asla, sosyal-demokrasinin bütün bu talepler uğruna derhal ve kararlı bir mücadeleden vazgeçmesi sonucu çıkmaz. Bu sadece burjuvazinin ve gericiliğin ekmeğine yağ sürmek olurdu. Tam tersine, bütün bu talepleri reformistçe değil, sımsıkı devrimci biçimde formüle etmek, kendini burjuva legalitesiyle sınırlamamak, tersine bu sınırları parçalamak, parlamento sahnesinde görünmekle ve yüzeysel protestolarla yetinmemek, kitleleri, proletaryanın burjuvaziye doğrudan saldırısına, yani burjuvaziyi mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar bütün demokratik talepler için mücadeleyi genişleterek ve teşvik ederek aktif mücadeleye çekmek gereklidir.” (Lenin, Seçme Eserler, cilt: 5, s. 306)

Demokratik talepler için mücadeleyi genişlettiğimiz ve özgürlüklerimiz arttığı ölçüde, komünist devrimcilerin daha rahat, daha geniş ve istikrarlı biçimde halka ulaşabileceği açıktır. Buradaki temel ayırt edici yan, bizlerin “küçük burjuva mutluluğu için özgürlük değil, mücadele için özgürlük” talep etmemizdir.

Gezi İsyanı, her mezhepten milliyetten, cinsiyetten halkımızın kendi yaşamı üzerinde karar sahibi olmak istemesinin sembolüdür. Kendi yaşamı üzerinde karar sahibi olmanın tek yolu, kendi örgütlülüklerini oluşturmaktadır. Faşizmin, ilk başta her zaman halkın örgütlenmelerine saldırma nedeni budur. 1980 darbesinde, sendikalar, dernekler, birlikler askeri cuntadan ilk nasibini alanlardı. Devrimciler olarak bizlerin yönelmesi gereken demokratik alanlarda kalıcı örgütlenmeler yaratmaktır. Kentleri yönetebilmek, rantın karşısında durabilmek, kentsel dönüşümü engellemek, mezhepçi ve cinsiyetçi yaklaşımları yok etmek, ekolojik dengeyi korumak için örgütlülükler yaratmamız gerekmektedir. Yerel seçimler süreci, bu örgütlenmeleri hızlı bir şekilde planlayıp, yaşama geçirmenin adımlarını attığımız süreç olmalıdır.

Gezi İsyanı’na, köklü bir geçmişimiz olmasına rağmen komünist devrimciler olarak hazırlıksız yakalandık. Hazırlıksız yakalanmamız, böyle bir isyanın beklenmedik olmasından değildi. Aksine “dipten gelen dalga” belirlememiz yıllar öncesinden yapılmıştı. Hazırlıksızlığımız, yaptığımız belirlemenin hakkını verecek örgütlülükler yaratmaktan uzak oluşumuzla ilgili idi. Gezi’nin “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganının kendi ellerimizde somutluk kazanması için her alandaki yoldaşlarımızın “Haziran’dan bugüne hangi mahallede, hangi alanda yeni, somut, işlerliği olan bir örgütlülük oluşturduk?” diye sorması elzemdir. Her çatışmaya girmek, her gösteride olmak, yürüyüşlere katılmak önemlidir. Ama sadece “katılan” durumundaysak, aylardır bu durumun önüne geçmek için yeni politikalar oluşturmamışsak, mevcut örgütlenmemizde belirgin ilerleme olmamışsa, devrimciler olarak acilen mücadele anlayışımızı sorgulamamız gerekmektedir. Yazdığımız yazılar, çıkardığımız dergi ve kitapçıklar bizim için “entel sorgulamaları” değildir. Devrimci teori yaşama geçirilmek için üretilir.

2007’den sonra dünyada yaşanan ekonomik krize ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere paralel Türkiye’de ekonomik/politik kriz bağıra bağıra geldi. Egemenlerin uluslararası dengeler nedeni ile gemilerini rahatça yüzdürdükleri bir konjonktürden, fırtınaların patlak verdiği bir konjonktüre geçmiş durumdayız. Dolayısıyla bizlerin de çalışma tarzımızı, sloganlarımızı, adımlarımızı buna uygun belirlememiz gerekmektedir.

“Devrimci deneyim örgütsel yetenek elde edebilecek şeylerdir, yeter ki bunları elde etme isteği olsun, yeter ki eksiklikler kabul edilsin, devrimci eylemde bu eksikliklerin kabul edilmesi bunların yarı yarıya giderilmesi demektir.” (Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yayınları, s. 46, Birinci Baskı)

Yerel seçim süresinde halkımızın içinde aktif olarak çalışmaya başlamadan önce demek ki eksiklerimizde netleşmeli, amaçlarımızı belirlemeli ve mart sonuna geldiğimizde hangi durumda olmamız gerektiğini ortaya koymalıyız. Her alan kendi özgülünde bu muhasebelerini yapıp, pratiğe atılmalıdır. Alanda hangi politik şiarların öne çıkarılması gerektiği, halkımıza gidişte hangi yol ve yöntemlerin benimseneceği, alan özgülünde hangi örgütlülüklerin yaratılabileceği belirlenmeli ve her adımda bunları ihtiyaca göre geliştirmeliyiz.

Son patlayan yolsuzluk olayının önemli bir ayağının yerel yönetimlerle ilgili imar hakkıyla (kentsel dönüşüm) olduğunu düşündüğümüzde, propaganda malzemesi konusunda hiç sıkıntı çekmeyeceğimiz açıktır. Burada “hedef kitle” belirlemesi önemli bir mesele olarak önümüzde durmaktadır. Egemenlerin kutuplaştırma siyasetiyle halkı “bölmesi” sonucu, Sünni emekçi kesimlerin AKP’nin tabanı haline getirildiğini ve “inançsal” bir bağla devletle ilişkilerinin sağlamlaştırılmaya çalışıldığını ve bunda önemli oranda başarılı olduklarını görüyoruz. Yolsuzluklar ve bunların iktidar çatışmasından dolayı ortaya çıkması, gerçek yüzlerinin teşhir olmasına yol açmıştır. Emekçi-ezilen halkımızı hiçbir inanç, cinsiyet, milliyet ayrımı olmadan birleştirebilecek ideoloji sadece komünist ideolojidir. Halkımızın her kesimi içinde çalışabilecek bir ideolojiye ve amaçlara sahibiz. Bu bilinçle seçim çalışmaları döneminde her zaman gittiğimiz, çalıştığımız yerler dışında en az bir mahalleye-semte gitmemiz ve ilişki geliştirmemiz gerekmektedir. Aynı tarzla, aynı sloganlarla, aynı yerlere giderek devrimci mücadeleyi ilerleteceğimizi düşünüyorsak, idealizme batmışız demektir.

Devrimciler asla var olanla yetinmezler. Yaşanan hareketliliği düşündüğümüzde varolanla yetinmek, zamanın gerisinde kalmaktır. Devrimciler, varolanla yetiniyorsa, bilineni, rahatı, sakinliği seçiyorsa burada en basitinden devrimcilik kavrayışında bir sorun vardır.

O zaman bu yazımızın kapsamında bir sonuç olarak diyebiliriz ki; yerel seçimleri mücadelemizi büyütmenin, örgütlülüklerimizi geliştirmenin ve demokratik halk devriminin propagandasını yapmanın bir aracı olarak kullanalım ve çalışmalarımıza yüklenelim!

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu