GüncelMakaleler

YORUM | Gündem; Suudi Arabistan

"AKP döneminde sık sık gündem olan Suudi Arabistan’ın krallığı bu sefer de AKP kalemşörlerince savunulurken; Kemalistlerce yerden yere vuruldu."

Galatasaray ile Fenerbahçe arasında Riyad’da oynanması planlanan maçın iptali sonrası gündem yine Suudi Arabistan oldu.

AKP döneminde sık sık gündem olan Suudi Arabistan’ın krallığı bu sefer de AKP kalemşörlerince savunulurken; Kemalistlerce yerden yere vuruldu. AKP kalemşörleri, Müslümanlık ve Ümmet eksenli (yani dinsel kimlik eksenli) var olduğuna inandıkları bağlarla (ama gerçekte AKP iktidarının maddi beklentileri doğrultusunda) kendilerini Arapların ve krallığın koruyucusu sayarken; Kemalistler kadim Arap nefretini hakaretler eşliğinde kustular. Her iki kanat da Osmanlı devleti ile TC devletinin geçmişiyle yüzleşerek ve Suudi Arabistan devletinin sömürücü, despot niteliğini açığa vurmak yerine (ki kimsenin böyle bir beklentisi yoktur), kendi tabanlarını manipülatif bir tarih ve gündemle konsolide etme çabasında olmuşlardır.

Suudi Arabistan devletine/krallığına etnik (Kemalistçe) ya da dinsel (AKP’ce) değil de, sınıfsallık ve iktidar ilişkileri açısından bakalım. Böylece sık sık gündeme oturan bu devletin, sınıfsal ve despot niteliği ile değerlendirilerek attığı adımların sınıfsal bağlamı daha açık görülebilir.

1932 yılında dönemin hegemon/emperyal devletlerinin birisi olan İngiltere devletinin aracılığı ve icazetiyle Suud Kabilesi’ne kurdurulan Suudi Arabistan devleti, petrolün II. Emperyalist Savaş sonrasında ana enerji kaynakları arasında üst sıralara yerleşmesiyle birlikte -öteki Körfez devletleri gibi- büyük bir zenginliğe ve güce sahip oldu. Ekonomik güçle birlikte ortaya çıkan siyasal-askeri gücünü, 1973 petrol krizi ile birlikte daha da büyüten Suudi Arabistan, bölgesel bir güç oldu ve batılı emperyalist blokun önderi olan ABD emperyalizmi bünyesinde günümüze kadar bölgesel dengelerin baş aktörlerinden birisi olmuştur.

Devlet gelirlerinin yaklaşık % 70’inin petrolden sağlandığı Suudi Arabistan’da, bu petrol gelirleriyle gümrük gibi diğer önemli/büyük gelirlerin çoğunluğu, yaklaşık 10 bin Emir (Prens)’den oluşan Suud Kabilesi’nin erkekleri arasında paylaştırılıyor. Tabii ki “aslan payını” devletin tepesindeki birkaç aile alıyor. Devlet ve bürokrasi, genelde 4-5 aile arasında süregelen iktidar dalaşlarının sonuçlarına göre biçim alıyor. En son, 2017-2020 yılları arasında veliaht Emir (Prens) Muhammed Bin Selman, rakibi olan akrabalarını -yolsuzlukla mücadele adı altında- tasfiye ederek konumunu güçlendirmişti. Dört Emir ve onlarca bürokratı makamından edip kendi adamlarını yerleştirirken, pek çoğunun malına el koyarak daha çok zenginleşmişti.

Tepedeki bu güç dalaşları, bölgesel düzeyde ekonomik-politik gücü daha az olan Emirler arasında da daima sürer. Devletin ya da bölgesel/yerel yönetimlerin önemli makamlarını ele geçirmeye odaklanan bu güç dalaşında kabilecilik refleksiyle içte çatışma, dışa karşı birlik olma “ilkesi” daima yaşam bulur. 1932’den beri Suudi Arabistan devletinin bir kabile devleti olmasına rağmen bölgesel güç şeklinde varlığını korumasında bu niteliğinin de önemli payı vardır. Kabile Birliği esas olsa da kabilenin ileri gelen aileleri arasındaki güç dalaşının daimi olması dolayısıyla hem kabile için hem bölgesel hem küresel ittifaklar, gücü korumanın ana yollarındandır. Bu bağlamda sınıfsal-politik gücü korumak/büyütmek için sınıfsal olduğu kadar dinsel ve etnik odaklı birlikler de öne çıktığından zaten köken olarak eril olan iktidar ilişkileri bu dört kimliğin iç içe geçmesiyle biçim alır. Güç tapınıcılığı da daimi ve içsel olduğundan dolayı, devletin başına kim geçerse geçsin, her hanedan ABD emperyalizmine biatını yeniler ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) aracılığıyla bölgesel liderliğin gerekliliklerine göre hareket eder.

“Egemen kimse, onun dini geçer!”

Her ülkede olduğu gibi Suudi Arabistan’da da iktidar, devlet veya kabileden ibaret değildir.

Devlet erkanı, iktidarı ve zenginliğinin bir bölümünü -kendi egemenliği ve gücüne tehdit oluşturmadığı sürece- vatandaşlarıyla da paylaşıyor. Yaklaşık 24 milyon nüfusa sahip olan Suudi Arabistan’ın % 90 civarı Sünni (yaklaşık % 75 Vahhabi-Hanbeli-Sünni) iken, yaklaşık % 10’u Şii’dir. İktidar ve zenginlikten en fazla pay alan -emirlerden sonra- Sünni vatandaşlardır.

Yakın zamana kadar devlete vergi de vermeyen (ülkede sadece gelir vergisi değil KDV de yoktu!) Bu Sünni kesimin, esas iktidar/zenginlik payı, göçmen işçiler üzerinden sağlanan sömürüyle sağlanıyor. Diğer Körfez ülkelerinde de geçerli olan kefalet sistemine göre sayıları milyonları bulan göçmen işçiler, Suudi Arabistan devletinin vatandaşının kefilliğine yasal olarak mecbur bırakılıyor. Kefili olmayan çalışamaz. Erkek Suudi vatandaşlarının sınırsız sayıda göçmen işçiye kefil olma hakkı var.

Her göçmen işçi, aylık maaşının bir kısmını bu kefile haraç olarak ödemek zorundadır; ödemezse o kefilin, işçiyi sınır dışı etme hakkı var. (Burada bir parantez açıp, devletin, iktidarın ve zenginliğin paylaşımının esasta erkekler arasında ve hiyerarşik düzlemde gerçekleştiğini vurgulamak yerinde olacaktır.) Böylece Suudi Arabistan devletinin vatandaşları, isterlerse hiç çalışmadan da, göçmen işçi kefilliği (sömürüsü) aracılığıyla ömür boyu zengin yaşayıp devletine şükredebiliyorlar.

Bu şekilde asalakça yaşayan vatandaşların her daim “çok yaşa kralımız” demesi şaşırtıcı olmamalı. Eski bir deyişte “Egemen kimse, onun dini geçer” deniliyor; haliyle Suudilerin kralları kadar selefi/Ortodoks ve ataerkil bir dini içtihada/sisteme katı şekilde sarılmaları da şaşırtıcı olmuyor.

Yıllar boyunca din kardeşim dedikleri Filistinlilerin İsrail devletince katledilip evlerinden atılmalarına sessiz kaldıktan sonra Suudi Arabistan’ın İsrail’i resmi olarak tanımasına ses çıkarmayan bu kralcı vatandaşların, Gazzeliler katledilirken yeni yılı “coşkuyla” kutlamasına da şaşırmamak gerek.

İktidar ve zenginliğin bu şekilde paylaştırıldığı bir ülkede kadınları da paylaşılacak ganimet/mal olarak kurumsallaştıran katı ataerkil ve dini (selefi-Sünni) inançlarla/kurumlarla, sömürü çarkının var olabildiği malum. Ekonomik sömürü, ağırlıklı olarak, Suudi Arabistan devleti vatandaşı olan nüfus üzerinden değil de, çoğunluğu yoksul ülkeler olan Bangladeş, Filipinler, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Yemen, Mısır, Somali vb. ülkelerden gelen göçmen işçi emeği (artı değeri) üzerinden gerçekleşir. Bu göçmen işçiler, kefilleri ve işverenleri izin vermeden iş değiştiremezler, ülkeyi (şehri) terk edemezler. Zaten hiçbir örgütlenmesi ve yasal hakkı bulunmayan göçmen işçiler, bir iftira ile bile hapse düşebilmekte ya da kafaları kesilebilmekte. Genelde düşük olan ücretlerle çok uzun saatlerde çalışmak zorunda olan göçmen işçilerin “modern kölelik” tanımına çok uyduğu ve Suudi Arabistan’ın zenginliğini ürettiği malum.

Şeyhlere altından klozet; milyonlarca işçiye sömürü!

Suudi Arabistan devleti, petrol gelirleri ile yarattığı şatafatlı şehirlerdeki yaşam tarzını, vergisiz bir hatta daha da cazip kılarken, milyonlarca göçmen işçinin sömürüsü ile büyüyen sermaye aracılığıyla vatandaşlarını kendisine daha sıkı bağlayabiliyor. Suudi Arabistan devleti veya devlete sahip olan Suud kabilesi erkekleri ile vatandaşları arasında, batıcı anlamda bir sınıf karşıtlığı olduğu söylenemez.

En azından kabileciliğin güçlü etnik bağları ve dinin kutsiyetinin yanısıra sermayenin/zenginliğin ağırlıklı olarak yabancı göçmen işçiler aracılığıyla büyüyor oluşu dolayısıyla, Suudi Arabistan devleti vatandaşlarının, devlete aidiyetlerinin çok güçlü olduğu söylenebilir. Bu aidiyetlik hem çok güçlü olan ataerki ve kadın sömürüsünün de politik arenadan uzak kalmasını sağlıyor hem de göçmen işçilerin dil, ulusal birlik veya örgütlenme açısından biraraya gelemeyişini gözlerden uzak tutabiliyor.

Bu sömürü çarkının devamı elbette dini kutsiyetin meşruiyeti ile mümkündür. “Şatafatlı” cenaze törenlerine dinen karşı çıkan Vahhabi-Hanbeli-Sünni İslam içtihadı, devletin bekasını sağlayan Sünni şeyhler (özellikle Yüksek Alimler Konseyi) tarafından sömürü çarkı ve gösterişli yaşamı dinen caiz kalacak biçimde değiştirebiliyor.

Bu şeyhler, altından klozetler, mermer sütunlu, altın varaklı sarayları dine uygun sayarken; milyonlarca işçinin (çoğu yabancı ama Müslüman olan bu göçmenlerin) sömürülmesi ya da din kardeşi sayılan Filistinlilerin katledilmesini de dinen caiz görebiliyor; gösterebiliyor.

Her emperyalist şirketin kendi faaliyetlerini dinen caiz/meşru kılmak için kendisine bağladığı birer şeyhin var olduğu hatırlanırsa, mevcut “fetva borsası”nın sömürü çarkını nasıl meşru kıldığı daha açık görülebilir.

Elbette bu sömürü çarkı pürüzsüz işlemiyor. Suudi Arabistan’da devlete, Suud Kabilesi’ne veya Sünni elitlere muhalif olabilecek en geniş kesim olan şeyhler de Şiiler de unutulmamış.

Suudi Arabistan’ın zenginliğinin arkasında yatan sömürü çarkı

Suudi Arabistan’da en rahat/zengin ve yasal haklara sahip işçi kesimi olan petrol işçilerinin çoğunluğu Şiilerden oluşuyor; ki bazı zengin petrol yatakları Şiilerin yoğun yaşadığı bölgelerde bulunuyor. Bu Şii işçiler, göçmen işçilerin sahip olamadığı vatandaşlık hakları dışında pek çok ekonomik-politik haklara da sahiptir. Yine de İran devleti gibi Şii bir devlete sempati duyan bazı Şiilere gözdağı vermek için Suudi Arabistan devleti, zaman zaman Şii Mollaların kafasını kesmekten geri durmuyor. Yani Şii nüfus, havuç-sopa politikası ile “terbiye” ediliyor. Böylece sömürü çarkının dişlilerine dönüşen Şii işçiler, rahat bir hayat sürmeleri karşılığında sessiz kalabiliyor.

İşte Suudi Arabistan’ın zenginliğinin arkasında yatan sömürü çarkı budur! İşte Suudi Arabistan devletinin ve Krallığının gerçekliği!

Tartışmaları cumhuriyet-krallık ya da Türklük-Araplık bağlamında yürütmek, büyük sınıfsal sorunlarla birlikte, dünyanın en güçlü sömürü şartlarının birisinde ezilen göçmen işçi sorununu ve yasal olarak bile erkek insanla eşit statüde sayılmayan kadınların ezilmesi sorununu gözardı etmek ve gerçekliği manipüle etmek anlamına gelecektir. Elbette dinsel ve etnik kimliklerin kurumsal, dinsel, kültürel etkileri toplumsallığı biçimlendirir. Ancak Ortadoğu’nun politik arenalarında sıklıkla öne çıkartılan dinsel veya etnik gerilimler/çatışmalar hem sömürü çarkını, sınıfsal çatışmaları, yoksulluğu/sefaleti hem de katı patriarkal toplumsal sistemi manipüle etmek için sıkça ve etkili şekilde kullanılabiliyor.

En etkili yalan/manipüle tarzı olan “doğruları, (bu özgülde dinsel ve etnik gerilimleri/kimlikleri) gizlenmek istenen doğruların önüne koyup gölge yapmasını sağlamak” yöntemi Ortadoğu’da ve dünyanın geri kalan bölgelerindeki manipülatörler/kalemşörler tarafından sıkça kullanılmaktadır. Suudi Arabistan’ın sık sık gündeme gelmesi ile birlikte bu manipülasyonların yoğunlaştığı malum. Dolayısıyla bilimsel bakışın esası olan görünenin ardına bakmayı ihmal etmemek gerek. “Gerçek yalanlara” karşı mücadele etmenin en etkili yolu da budur.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu