DerlediklerimizGüncel

Evin Diren | Tahakkümün yarattığı bir hastalık olarak Anoreksiya Nervoza

"Uzun zamandır yazmayı planladığım bir yazıyı sosyal medyada karşılaştığım bir fotoğrafın bende bıraktığı etki ile artık zamanının geldiğini düşünerek kaleme almaya karar verdim. Bu konuda yazmak benim için kolay değil"

Uzun zamandır yazmayı planladığım bir yazıyı sosyal medyada karşılaştığım bir fotoğrafın bende bıraktığı etki ile artık zamanının geldiğini düşünerek kaleme almaya karar verdim. Bu konuda yazmak benim için kolay değil.

Yaklaşık 3 senedir yaşamımın her anlamda odağında olan, kimi zaman çözümlediğimi düşünerek rahatladığım kimi zamansa tekrar karşıma çıkmasıyla “Bu defa da olmadı” dediğim; fiziksel ve psikolojik olarak beni adım adım bitirdiğini düşündüğüm bir konu bu.

Karşılaştığım fotoğrafta iki kadın karşılıklı oturuyor. Birisi anoreksik diyebileceğimiz kadar zayıf; diğeri ise oldukça kilolu. Birbirlerine bakıyorlar… Daha önce Yeni Demokrat Kadın’ın beden olumlama üzerine yazıları ve atölyeleri olduğundan fotoğrafın bende ilk çağrıştırdığı şey bu çalışmalar olsa da aslında daha derinlerde bir yere temas etti bende.

Yani bir fotoğrafın kişide bıraktığı iz, tıpkı sanatın her alanında olduğu gibi, eğer yaşamına temas eden noktada oluyorsa daha da derin olabiliyor. Bir şiir düşünelim ya da bir yazın… Bizden bir şey varsa içerisinde o kadar bütünleşiriz, bütünleştiririz bunlarla kendimizi öyle değil mi? En sevdiğimiz ya da en etki bırakan şiir ya da yazın, film, resim vs. yaşamımıza ne kadar değdiği ile alakalıdır. Bu fotoğraf benim yaşamıma değiyor.

Fotoğrafın bana teması, iki kadın arasındaki farkı yorumlarken bedensel şekilden ziyade birini iradeli diğerini iradesiz olarak farkında olmaksızın düşünmemle alakalı. Yani zayıf olan otokontrolü sağlam, diğerinin ise değil. Ve otokontrolü sağlam olan benim için güçlü olan… Bir başkası salt fiziksel şekline bakarak zayıf olanı güçsüz, hastalıklı olarak yorumlayabilir. Ya da kilolu olan sağlıksız gözükse dahi güçü temsil edebilir.

Bir başkası ikisini de “normal” bulmayıp güzellik normları üzerine düşüncelere dalabilir. Popüler kültürün ataerkiden nasıl beslendiğini düşünürsek her dönem kadın bedeninin nasıl “makul” edildiğine dair nice örnek olduğunu biliyoruz zaten.

Kimi zaman bir az daha dolgun, kimi zaman çok zayıf, kimi zaman “fit” adı altında kilolu ya da çok zayıf olmaksızın sıkı bir vücuda sahip olmak… Ancak ben bu yazıda ataerkinin bedenlerimiz üzerinde oynadığı “makul” oyunu ile beden üzerinde tahakküm üretmesinden bahsetmeyeceğim. Bu konu çokça işlendi, belki de daha da işlenmeye ihtiyaç var. Ancak dediğim gibi fotoğraf nezdinde bende oluşan algı ve bu algının nedenselliğine dair kendimce yüzleşme çabalarıma yer vermeye çalışacağım.

Bu yüzleşme çabam içerisinde olduğum durumun; yeni yeni kabullenmeye başladığım bir hastalığın toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile ilgisini çözümleme istemimle alakalı.

Güç-otokontrol…

Dediğim gibi fotoğraftaki iki kadın arasındaki ayrım, benim için otokontrollü olmak ya da olmamak arasındaki ayrımdı. Yani iki kadın arasındaki fiziksel farkı yorumlarken bedenlerini olumlamak ya da olumlamamak gibi bir yana düşmeyerek “Kim nasıl iyi hissederse…” diye beden olumlama çalışmalarımızın ürünlerini ortaya koymaya çalışırım normalde. Ama dürüst olmak gerekirse iki kadın iyi hissetse de hissetmese de benim için önemli olanın otokontrol meselesi olduğunu keşfettim fotoğrafa bakarken…

Bu mesele ise yaşadığım süreç ile alakalı kesinlikle. Bundan birkaç yıl önce sağlıklı diyebileceğimiz bir kilodaydım. Çocukluğum boyunca kiloluydum ve gerek aile gerekse okulda bu durum sürekli karşıma çıkıyordu.

Ergenlik sürecime kadar bu kilolar ailede sağlığımdan duyulan endişe, okulda ise boyumun da yaşıtlarıma göre uzun olması sebebiyle “akran zorbalığı” şeklinde karşıma çıkarken ergenlikte işin rengi “makul” vücut ölçüleriyle önümdeydi. Zaman geçti, o kilolar alındı-verildi şekilde bir döngüye girdi.

Ataerkinin bedenimizle olan derdine ilişkin sorgulamalara girdiğim son 10 yılda ise fiziksel görünümü daha az dert edinmeye başlarken bu defa yaşam şartlarımdaki değişim kiloluluktan aşırı zayıflığa doğru evriltti fiziksel görünümümü.

Bu defa “anoreksik” görünümüm tepkileri çekiyor olsa da bedenimle barışık olmak adına daha net çözümlemeler yapabiliyorum. İnkar etmiyorum, zaman zaman bu tepkiler ağır gelebiliyor… Ancak çocukluk ve ilk gençlik dönemlerimdeki yaşadığım kriz halinin (ideal vücut ölçülerine sahip olma arzusu olarak tarifleyebiliriz. İdeal neyse artık?!) bir nebze uzaklarındayım artık. E o kadar da olsun değil mi?

Ancak bu defa sorun başka… Bahsettiğim fotoğrafı yorumlayışımla alakalı. Yemek yeme ya da yememe sorunsalı (evet, buna sorunsal diyorum) yaşamsal bir ihtiyaç olmaktan çıkarak benim için “otokontrol” sınavına dönüşmüş durumda.

Bu durum sadece yemek yeme olayıyla da alakalı değil aslında, gün içerisindeki yaşam tarzıma da yansıyor. Güçlü olmayı otokontrol sahibi olmakla eşleştirmem ve otokontrol ne kadar sağlam olursa o kadar dış saldırılara karşı savunma-direnme halini koruyabilme durumunun gerçekleşebileceğine inanmamla paralel olarak gelişen bir hastalık oldu yeme bozukluğum da. Evet, bunu ifade edebilmek benim için kolay değildi ve hala da değil! Yeme bozukluğunun Anoreksiya Nervoza türünden mustaribim…

Sessiz bir haykırış: Anoreksiya Nervoza

Bu durumuma dair birkaç uzman kişi şüphelerini dile getirmiş olsa da direkt tanı olarak kayda geçmiş durumda değil benim üzerimde. Ancak bu hastalığın tüm semptomlarını taşıyorum. Burada hastalığın semptomlarını, tedavi sürecini falan anlatacak değilim; ki bu uzmanlığa da sahip değilim zaten.

Ancak yaptığım uzunca araştırmalarda en dikkatimi çeken şey bu hastalığın kadınlarda erkeğe göre görülme oranının dikkat çekici şekilde fazla olması. Anoreksiya olgularının %90’ı kadın olarak tarifleniyor bugün. Çok seyrek olarak erkeklerde de görülebiliyor ancak istisnalar kaideyi bozmaz; anoreksiyanın görülme oranını düşündüğümüzde bir kadın hastalığı olarak tanımlamak bile mümkün.

Peki neden böyle? Yani aslında hastalığın “manken hastalığı” diye bazı isimlendirmelerle anılması bile sorumuzun cevabını kısmen veriyor. Ataerkinin bedenlerimiz üzerindeki tahakkümünün bir eseri bu hastalık; “makul” beden tartışması üzerinden… Yani vücut imajımızın “güzelliği” belli kalıplara sokulmaya çalışılarak bedenimize yabancılaşmamızı yaratan sistemin bir ürünü. Ancak bu, meselenin en bilinen yanı sadece.

Kapitalist ve ataerkil sistemin kadın bedeni, kimliği ve emeği üzerindeki politikalarının tahakküm kurma odaklı olduğu hepimizce biliniyor. Yaşamın her alanında bu yönlü politikaların yansımaları can bulurken bedenimizle kurduğumuz ilişkide bunun izdüşümlerini yaşıyoruz çoğu kez. Nasıl “makul” beden meselesi bununla alakalıysa Anoreksiya Nervoza hastalığının psikolojik yönlerinin de bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bedenimiz, kimliğimiz ve emeğimiz üzerinde kurulan kontrolü delme, kendi kontrolümüzü ortaya koyma adına bedenimiz üzerinden bir isyan çığlığı olarak da adlandırabiliriz bu süreci.

“Beni ele geçiremezsiniz, beni yönetemezsiniz, bedenimi kontrol edemezsiniz, herşeyimi kontrol etseniz de bu beden benim ve istediğim gibi kullanırım, onu yıkıma uğratıp yok ederken bile çaresizliğinizle başbaşa kalır hiçbir şey yapamazsınız” (www.antalyapsikiyatri.com) şeklinde bir anlayıştan beslenen bu hastalığın tahakküm kurana karşı bir tepkiden beslendiği çok açık.

Konuyla ilgili pek çok makalede bu hastalığın yoğun olarak ergenlik dönemindeki genç kadınlarda görüldüğü ve hastalığın gelişiminin ana faktörlerinden birinin otonomiye müdahale edilmesi olduğu ifade ediliyor.

Birey olma mücadelesi veren genç kadınlar, yaşadıkları çatışmada kontrol edebildikleri tek şey olan kendi bedenlerine yönelirlerken yukarıda bahsettiğimiz anlayıştan beslenerek tahakküm ilişkisine karşı bir haykırış sergilemektedirler aslında. Ataerkinin yaşamın her alanında kadının “kendi” olmasının yolunu kestiği düşünüldüğünde “aile-çocuk” ilişkisinin sorunlu olması ile bu hastalığı sınırlandırmak mümkün değil.

Bu hastalığı yenmenin anlamı…

Benim açımdan ise gelişen süreçte, yaşamımın son birkaç yılında bulunduğum ortamın zorunlu değişimi ve bu ortamda karşı karşıya kaldığım somut tahakküm ilişkisi ile alakası var. Yani en azından bu benim naçizane çözümlemem…

Bu tahakküm ilişkisine karşı direnmeyi yaşamsallaştırmaya çalışırken kontrolün bende olduğunu her anlamda hissetme ihtiyacının bir sonucu olarak bugün bu hastalıkla yüzleşiyorum bugün.

Bedensel olarak kilo kaybı ile gözlenen bu hastalığın psikolojik açıdan tahribatı daha derin. Yani bu hastalıkla yüzleşme cesaretini sergilemek, yemek yemeye başlayarak kilo alma yönlü adımlar atmakla bitmiyor.

Geriye dönüş, meseleye dair iç ve dış etmenlere dair doğru bir çözümleme yapmadan o kadar kolay oluyor ki…

Tahakküm ilişkilerini bedenime ve ruhuma zarar vererek değil, birlikte olduğum kadınlardan güç alarak-vererek, alt-üst etmem gerek biliyorum. Umarım bu defa geriye dönüşsüz bu hastalığı yeneceğim. Çünkü bu hastalığı yenmek, ataerkinin bedenimiz ve psikolojimizde yaratmaya çalıştığı tahribata karşı koymak demek…

Yeni Demokrat Kadın  Facebook sayfası 30 Nisan 2020 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu