GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!

Halk kitleleri ve örgüt var olduğu müddetçe her türlü mucizenin yaratılabileceği, faşizmin saldırılarına yanıt olunabileceği gerçeğinden hareketle, kitlelerle temas ve örgütlenme siyasetini ısrarla sürdürmek, Gezi’nin sloganında olduğu gibi “bu daha başlangıç mücadeleye devam” demek gerekir.

Mayıs 2023 Milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından, Türk devleti asli gündemlerine dönmüş görünmektedir. Seçim sonuçlarının Türk hakim sınıf klikleri arasında süregelen iktidar mücadelesini belli bir süre zarfında ötelemekle birlikte, hem dünya çapında yaşanan gelişmeler hem de başta Türk Lirası’nın döviz kuru karşısında yaşadığı değer kaybıyla somutlanan ekonomik krizin derinleşen etkisi ve asgari ücret tartışmaları gibi gelişmeler, geride bıraktığımız hafta içinde ön plana çıkan başlıklardır.

Seçimleri Erdoğan’ın kazandığının açıklanması, Türk hakim sınıflarının çeşitli klikleri arasındaki iktidar mücadelesinin belli oranda gündemin arka sıralarına iterken, halihazırda varolan ekonomik krizin halka fatura edilmesi ve yeni saldırılar gerçekleştirmek için adımlar atılmaktadır. Açıklanan “yeni” Erdoğan kabinesinin dolaysız olarak gösterdiği gerçek budur.

Örneğin bir dönem bizzat Erdoğan tarafından “dolandırıcı” olarak tanımlanan M.Şimşek’in “ekonomiden sorumlu bakan” olarak atanmasından da anlaşılacağı üzere, Türk hakim sınıfları başta ekonomik krizin olmak üzere sürecin bütün faturasını işçi sınıfına ve emekçi halka havale etme politikası uygulayacaktır.

Yine TC devleti açısından özellikle emperyalist sermayeyle ilişkiler bağlamında önemli bir rolü olan Dışişleri Bakanlığı’na Erdoğan’ın “sır küpü” olan MİT Başkanı Hakan Fidan’ın atanması da bu minvalde değerlendirilmelidir. Bu görevlendirme aynı zamanda Türk devletinin sınır içinde her türlü ilerici, demokratik ve devrimci gelişmeye yönelik faşist saldırıların tüm hızıyla sürdürüleceği, sınır dışında da başta Rojava olmak üzere yeni işgal saldırılarının gerçekleştirileceğini göstermektedir.

Nitekim son günlerde Türk devletinin Rojava’ya yönelik saldırılarında artış gözlenmektedir.

Seçimleri Erdoğan’ı kazanmasının açıklanmasının ardından emperyalist merkezlerden yapılan kutlama mesajları ve “demokrasi” vurgularından Erdoğan’ın kazandığının açıklanmasını memnuniyetle karşıladıklarını görülmektedir. Erdoğan’ın özellikle emperyalist sermayeye M.Şimşek’le verdiği mesajdan, sığınmacıların Batı Avrupa’ya geçmelerinin engellenmesine kadar bir dizi etkenin batılı emperyalistler tarafından olumlu karşılandığını ifade etmek gerekir.

Erdoğan’ın kazandığını açıklanması, emperyalistler açısından, emperyalistler arasında var olan çelişkinin artmasına paralel ele alınırken, Türk devleti ise Erdoğan rejimi aracılığıyla tarihsel olarak en iyi bildiği şeyi yapmakta ve emperyalistler arasında yaşanan çelişkiden kendi çıkarları doğrultusunda yararlanma siyaseti izlemektedir. İç politikaya Erdoğan rejiminin İletişim Başkanlığı aracılığıyla “anti-emperyalist tavır” olarak propaganda edilen bu pragmatist politikada son olarak İsveç’in ABD ve Batı Avrupa emperyalist devletlerinin askeri gücü olan NATO üyeliği meselesinde pazarlık siyaseti eklenmiş durumdadır.

Erdoğan rejimi, Türk devletinin geleneksel “at pazarlığı” politikasını başarıyla sürdürmektedir. Bu pazarlık siyaseti Erdoğan rejiminin “kazan kazan siyaseti” olarak formüle ettiği bir siyasettir ve denilebilir ki Erdoğan’ın bir başarısı da buradadır. Türk hakim sınıfları, Türk devleti aracılığıyla, emperyalist sermayenin Türkiye’de ve coğrafyamızda başarıyla uygulanmışlardır.

Bu “başarılı” politika, içte işçi sınıfının ve halkın devrimci mücadelesini dönem dönem askeri faşist cuntalara başvurarak bastırıp ezmek, dışarda ise başta Ortadoğu coğrafyası olmak üzere her türden ilerici, devrimci muhalefete karşı tutum almak olarak şekillenmiştir.

Eski muadillerine göre Erdoğan rejiminin bu politikasındaki başarısının en önemli nedenlerinden biri, içerde İslamcı-Türkçü söylemleri, “yerli ve milli” propagandasıyla savunma adı altında saldırı silahlarına yatırım yapması ve bu silahları sınır dışında da aktif olarak kullanması yatmaktadır. Erdoğan rejiminin Kemalistlere oranla özellikle sınır dışında saldırgan bir siyaset ve pratik izlemesi, Türk hakim sınıflarının ırkçı ve şovenist politikasıyla belli bir kitle desteğini arkasına almasına neden olmaktadır.

Kitle iletişim araçlarıyla “güçlü devlet ve millet” propagandasıyla eş güdümlü olarak yoğun bir şekilde sürdürülen bu propagandanın halk açısından bir karşılığı olmadığı son olarak 6 Şubat ve sonrasında yaşanan depremlerde ortaya çıkan durumda net olarak görülmüştür.

Teknoloji alanında geliştiği söylenen devlet aygıtının göçük altında kalan on binlerce insana yardım etmek için harekete geçmemesi, geliştirilen tekniğin esas olarak saldırı amacıyla kullanıldığını göstermesinin yanında, bu ticaretten zenginleşenlerin bir avuç yandaş hakim sınıf kliği temsilcisi olduğunu ortaya koymuş durumdadır.

Erdoğan rejiminin kitle desteğini korumasında, yaratılan bu sahte “anti emperyalist” duruşun yanında, İHA’dan SİHA’ya, Akıncı’dan, TOGG’a kadar bir dizi gerçekte “yerli ve milli” olmayan projelerin hayata geçirilmesi ve bu projelerin özellikle Türk ve Müslüman emekçi kitleler üzerinde etkili olması yatmaktadır. Belirleyici parçaları emperyalistler tarafından karşılanan ve Türkiye’de montajlanan bu silahlara yapılan yatırımla Türk devleti, içerde ve dışarda halk düşmanı saldırı kapasitesini artırırken, savaşa ve silaha yapılan bu yatırımların karşılığında emekçi halkın sofrasından çalınan lokma, hamaset ve “milli gurur”la saklanarak, halkın kendini soyan hırsız ve katilleri desteklemesi sağlanmıştır ve sağlanmaktadır.

Yerli ve milli ekonomi politikası”ndan kayım atamasına

Kabul etmek gerekir ki Türk devletinin Erdoğan rejimiyle en iyi yaptığı şey budur. Erdoğan kendi şahsında Türk burjuva devletinin, ikiyüzlü siyasetini başarıyla uygulamada ustalaşmıştır. Burjuva siyasetinde hakim sınıf temsilcileri tarafından “dün dündür bu gün bugündür” olarak uygulanagelen bu pragmatist iki yüzlü siyaset Erdoğan şahsında başka bir seviyeye taşınmış durumdadır. Erdoğan rejiminin uluslararası alanda “Filistin davası”nın savunucusu olarak propaganda edilmesinin yanında İsrail devletiyle başta ticaret olmak üzere bir çok alanda başarılı işbirliğine, TC devletinin emperyalist sermayenin askeri örgütlenmesi olan NATO üyesi olmasına rağmen, “ABD karşıtı” söylemine, batı Avrupa emperyalistleriyle olan köklü ekonomik siyasi ilişkilere rağmen, “anti batıcı” tavırlara vb. kadar pratik, bu pragmatist ve ikiyüzlü politikanın “başarılı” örneklerini oluşturur.

Erdoğan rejimi içerde de bu politikayı başarıyla uygulamaktadır. Erdoğan iktidarı sırasında işçi sınıfı ve emekçilerin ekonomik ve sendikal hak talepleri şiddetle bastırılır, “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenir, işçi sınıfı ve emekçi halk karşıtı politikalar “başarıy”la hayata geçirilirken, asgari ücretin belirlenmesinde olduğu gibi “işçi sınıfının çıkarlarının savunucusu” olarak propaganda edilmektedir. Hatırlanırsa seçim öncesinde bizzat Erdoğan tarafından asgari ücrete zam yapıldığı açıklanmış ve bu durum seçimlerde Erdoğan rejiminin kitle desteğinin belli oranda korumasında etkili olmuştur.

TC ekonomisinin içinde bulunduğu kriz koşullarında asgari ücret meselesinde yapılan bu zamların özellikle büyük şehirler dışındaki işçi ve emekçi halk üzerinde belli bir etkisi olduğu görülmektedir. Ekonomik krizin faturasının geniş emekçi yığınlara fatura edilmesi, alım gücünün düşmesi ve artan yoksulluğa rağmen özellikle büyük şehirlerin dışında asgari ücretle yaşamını sürdürmek zorunda kalan geniş kitlelerin tam da bu nedenle Erdoğan rejimine desteklerinin sürdüğünü ifade etmek gerekir.

Öyle ki rejimin resmi kurumu TÜİK’in verilere göre bile emekçilerin milli gelirden aldığı pay 2021’de yüzde 30.1 iken 2022 yılında yüzde 26.5’e düşmüş durumdadır. Sermayenin gelirden aldığı pay ise yüzde 52.5’ten 54.5’e çıktığı ifade edilmektedir. Yani “Türkiye büyürken” emekçilerin yoksullaştığı rejimin resmi kurumları tarafından dahi kabul edilmektedir.

Yine TÜİK verilerine göre 2022 yılı Mart ayında ücretli çalışan sayısı 13 milyon 851 bin 380 kişi ve 2023 yılı için SGK verilerine göre 7 milyon 131 bini asgari ücretle çalışmaktadır. Diğer bir ifadeyle Türkiye emekçilerinin neredeyse yarısı (% 42) asgari ücretle çalışır duruma getirilmiştir. Erdoğan rejimi, geniş emekçi kitleleri alım gücünün düşmesinde ve yoksullukta eşitlemiş durumdadır. Bu gerçeklik içinde asgari ücretin belirlenmesi ve göstermelik de olsa bir zammın yapılmasının (göstermelik diyoruz çünkü yüksek enflasyon karşısında bu zammın bir kıymet-i harbiyesi yoktur) geniş emekçi kitleler nazarında bir karşılığı bulunmaktadır.

Son asgari ücret belirlenmesi tartışmalarında da benzer bir durum yaşanmıştır. Asgari ücretle çalışan milyonlarca insan, bizzat Erdoğan tarafından uygulanan “Türkiye ekonomi modeli” ile soyulurken ve daha da yoksullaşırken, asgari ücrete yapılan kısmi zamla rejimin arkasında durmaları sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu politikanın özellikle büyükşehirler dışında kalan yerlerde yaşayan emekçi halk açısından iktidarın ırkçı şoven politik söylemiyle desteklenmesinin belli bir karşılığı olduğu anlaşılmaktadır.

Türk hakim sınıflarının ve Erdoğan rejiminin geniş kitleleri yoksullaştırması ve asgari ücrete tabi kılması, emperyalistler arasında yaşanan çelişkiden ekonomik alanda yararlanma, emperyalist sermayenin artı-değer sömürüsünü gerçekleştirme ve bundan kendi payını alma siyasetinin belirleyiciliği vardır.

Bizzat Erdoğan tarafından açıklanan Türk hakim sınıflarının Batı Avrupa emperyalistlerinin “Çin’i olma” hedefi, iş sağlığı ve iş güvenliğinin yok sayılmasına, kayıtsız mülteci ve çocuk işçi çalıştırmaya, çevre ve doğa tahribatına kadar bir dizi alanda ilkel kapitalizm dönemlerini aratmayan uygulamalarla yoğun emek sömürüsüne ve artı değer gaspına dayanan “ihracatı arttırma stratejisi”yle uyumludur. Bu koşullar altında milyonlarca emekçi iş bulduğuna ve çalıştığına sevinmekte, üç kuruluşluk asgari ücret zammına şükretmekte ve Erdoğan rejiminin kitle desteği olmayı sürdürmektedir.

Ne var ki seçim öncesi ve sonrasında R.T.Erdoğan’ın İslam dininin “nass suresi”ne referans gösterip “faiz sebep, enflasyon sonuç” teziyle kitlelerin dini duygularına ve “faiz lobisi” söylemiyle faiz sömürüsüne karşı tepkilerine seslenen ve başta MÜSİAD’da temsil edilen hakim sınıfların düşük faizle kredi kullanmalarına olanak veren ekonomi politikasından vazgeçmiş görünüyor. Seçim sonrasında Erdoğan’ın M.Şimşek’i Hazine ve Maliye Bakanı olarak atamak zorunda kalmış olması, krizde olan Türkiye ekonomisine “sıcak para” çekmek için emperyalist sermayeye mesaj olarak yorumlanmaktadır.

Seçim öncesinde Erdoğan rejiminin muhalifi olarak boy gösterenlerin de “aynı gemideyiz” diyerek destek açıklamalarında bulundukları M.Şimşek’in “atanmak zorunda kalması” tıpkı AKP öncesinde Kemal Derviş örneğinde olduğu gibi Türkiye ekonomisine emperyalist sermaye tarafından kayım atanması olarak görülmelidir. Seçim öncesinde Erdoğan’a muhalif olan Türk hakim sınıflarının temsilcilerinin, M.Şimşek’in atanmasını destekleme açıklamaları ise önümüzdeki süreçte işçi sınıfı ve emekçilere karşı uygulamaya konulacak “kemer sıkma politikaları”yla doğrudan ilintilidir.

Açıktır ki hakim sınıfların bütün klikleri halk karşısında birleşmiş durumdadırlar. Burjuvazi İslamcıyla Kemalistiyle işçi sınıfı ve halk karşısında kendi sınıf çıkarları için emperyalist sermayenin temsilcisi M.Şimşek’in arkasında yedeklenmiştir.

Halka yönelik saldırılara karşı örgütlenme siyasetinde ısrar!

Hakim sınıfların iki ana kliği şimdiden yerel seçimler için kolları sıvarken, halk saflarında olan ilerici güçleri de yeniden kendi politikaları arkasında yedekleme planları içerisindedirler. İktidarın Kürt muhalefetine yönelik Hüdapar hamlesinin yanında, muhalefetin yenilgi sonrasında yenilenme söylemleri bu amaca hizmet etmededir. Her iki kliğin temsilcileri sözleşmiş biçimde Yeşil Sol Parti’nin yenilgisinden bahsetmektedirler.

Burjuva muhalefetin “Kürtler bizi desteklediği için kazanamadık” minvalindeki açıklaması ise seçim öncesinde hakim sınıfların muhalefetine “stratejik oy”la yedeklenme çizgisinin yanlışlığını bir kez daha göstermiş durumdadır.

Türkiye koşullarında seçimlerin önemli olduğunu ancak mücadelenin esasının seçimler olmadığının bilincinde olanlar seçimlerde hedeflenen sonuçlara ulaşılamamasını bu bakış açısıyla değerlendirmişlerdir. Ancak bütün umutlarını seçim sandığına bağlayan ve faşizmin sandıkla yıkılacağını savunanlar, seçim sonuçlarının açıklaması sonrasında derin bir hayal kırıklığı içine girmiş durumdadır.

Bu çevreler seçime biçtikleri misyonla doğru orantılı olarak kendi çizgilerinin yanlışlığıyla yüzleşmek yerine başta halk kitleleri olmak üzere kendi dışındaki güçleri sorumlu tutan bir yaklaşım içinde bulunmaktadırlar. Elbette bu yaklaşım doğru olmadığı gibi, ideolojik duruşla doğrudan ilintilidir.

Devrimciler açısından ise koşullarda değişen bir şey olmamıştır. Ve hatta denilebilir ki faşizm seçimle kendini tahkim etmiş biçimde saldırılarını artırmış durumdadır. Bu koşullar altında devrimci siyasetin yapabileceği ve yapması gereken, en güçlü olduğu alanda, kitlelerin içinde faşizmin saldırganlığını karşılama siyasetinde ısrar etmektir. Devrimci çizginin gücü kitleler içinde örgütlenildiği oranda açığa çıkar.

Halk kitleleri ve örgüt var olduğu müddetçe her türlü mucizenin yaratılabileceği, faşizmin saldırılarına yanıt olunabileceği gerçeğinden hareketle, kitlelerle temas ve örgütlenme siyasetini ısrarla sürdürmek, Gezi’nin sloganında olduğu gibi “bu daha başlangıç mücadeleye devam” demek gerekir.

Faşizmin seçimle gelmediğini bilenler, seçimle gitmeyeceğini de bilirler. Bu nedenle seçim sonuçları üzerinden estirilmeye çalışılan karşı devrimci tasfiye saldırısına karşı en doğru yanıt, uzun ve sabırlı bir siyasetle kitleler içinde çalışmayı ve örgütlenme faaliyetini sürdürmekten geçtiği bilinmelidir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu