KadınMakaleler

AFİFE JALE | “En güzel günlerini demek bensiz yaşadın, huysuz ve tatlı kadın!”

"24 Temmuz 1941’de, henüz 39 yaşındayken Balıklı Rum Hastanesi’nde hayata veda eder. Ama sakın onu acıyarak değil, kendi deyimiyle “Beni ... düşünerek, severek, kucaklayarak hatırlayın.” Çünkü “Tiyatro varsa ben de varım”

Bir rakı masası kurulur orta yere… Ellerde kadehler, eski bir radyo çalar, dillerde Zeki Müren: “Şarkılar seni söyler/Dillerde nağme adın/Aşk gibi, sevda gibi/Huysuz ve tatlı kadın/En güzel günlerini/Demek bensiz yaşadın…” Herkesin aklında kendi hayatının “huysuz ve tatlı” anları canlanır, Zeki Müren’le içlenilir.

Ancak Udî Selahattin Pınar’a bu dizeleri yazdıranın kim olduğu ve neden “huysuz ve tatlı” olduğu tarihin tozlu sayfalarına karışmıştır. Bir bestekarın sıradan bir sevdası, sıradan bir sitemdir sanılır.

Oysa bu satırlar, bu coğrafyanın ilk Türk ve Müslüman kadın tiyatrocusu Jale’ye (Afife Jale) duyulan aşkın ürünüdür. Ama en çok da mesleğine aşık, bağımsızlığına düşkün, dizginlenemez ama aşık olunan bir kadına duyulan sitemdir. Çünkü Jale, “en güzel günlerini” kendisine aşık olan bu bestekarsız, ideali olan tiyatroya tutkun olduğu günlerde ve mücadelesinde yaşamıştır.

Sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı. Sen işte o’sun”

1902 senesinde İstanbul’un Kadıköy semtinde dünyaya gelen Afife çok zorlu bir sevdaya tutulmuştur. Müslüman kadınların sahneye çıkmasının uygun görülmediği ve günah sayıldığı bir dönemde tiyatro eğitimi alma ve sahnelere çıkma sevdasıdır bu ve büyük bir mücadele gerektirir.

İlk mücadele elbette evin içinde verilmesi gereken mücadeledir. Çünkü oyunculuğu “basitlik” olarak adlandıran bir baba ile zorlu bir karşılaşmaya girişmek zorundadır. En büyük destekçisi ve hayat boyu kendisine sırt dönmeyerek arkasında duracak kişi ise annesi olur.

Bu coğrafyanın ilk profesyonel kadın oyuncusu olan Ermeni oyuncu Fanni (Ağavni Hamoyan) 1856’da sahneye çıktığından bu yana onu izleyen kadınlar büyük zorluklarla karşılaşmışlardı. Ancak özellikle Müslüman kadınlar açısından bu neredeyse imkansızdı. Keza nadir olan kadın oyuncular da genellikle Ermeni ve Rum kadınlardan oluşuyor, Müslüman bir kadının sahneye çıkması için ise takvimin 13 Nisan 1919’u göstermesi gerekiyordu.

Hüseyin Suat’ın “Yamalar” isimli oyununda Emel karakterini canlandıracak olan oyuncunun memleketine geri dönmesi sonrası Emel rolünü Afife’nin oynamasına karar verilir. O geceyi şöyle anlatır Afife:

“Hayatımda mesut olduğum ilk gece. Sanatın ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içindeyim. O piyeste (Yamalar) güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi. Orada taşkın bir saadetle gerçekten ağladım.

Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı, açıldı. Bana çiçekler getirdiler. Perde tekrar kapandı. Muharrir (Hüseyin Suat Bey) kuliste bekliyormuş. Ben çıkarken durdu, alnımdan öptü. ‘Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı. Sen işte o fedaisin’ dedi.”

 

“Tiyatro varsa ben de varım”

Afife bir fedai olur. Bir sanat fedasisi… Çünkü önceleri sadece “hoş karşılanmayan” ve “günah” sayılan Müslüman kadınların sahne alması, Afife’nin sahneye çıkması ile bir devlet yasağına dönüşür. Dönemin İçişleri Bakanlığı, Müslüman Türk kadının sahnede rol almasını yasaklar. Daha önce sık sık sahne aldığı oyunlar basılan ve burada polisten kaçmak zorunda kalan Afife bu yasağın ardından yılmaz ve gizli gizli sahne almaya devam eder.

Bir süre sonra yine bir oyun sonrası kaçmaya çalışırken Kadıköy’de ilk gözaltına alındığında “iffetsizlik” suçlamasıyla ve “dinini, milliyetini unutan sen misin” denilerek hırpalanır.

Bu da yetmez, annesi dışında başta babası olmak üzere tüm yakınları Afife ile olan bağlarını keser. Kimi zaman parklarda gecelediği sefaletle dolu günler geçirir.

Bunların hiçbiri Afife’nin sahneye olan sevdasını azaltmasa da tüm bunlarla baş edebilmek için başvurduğu morfine bağımlılığı giderek derinleşir ve Afife bu bağımlılık ve zayıflayan sinirleri nedeniyle tiyatro sevdasına ara vermek zorunda kalır.

Bir süre sonra Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatırılarak tedavi gören Afife, hastaneden çıktığında abisinin evinde kalır. Ancak bu sanat fedaisi, sahnelerden uzak kalmaya ve bu hastalıkla daha fazla mücadele etmeye derman bulamaz ve 24 Temmuz 1941’de, henüz 39 yaşındayken Balıklı Rum Hastanesi’nde hayata veda eder.

Ama sakın onu acıyarak değil, kendi deyimiyle “Beni … düşünerek, severek, kucaklayarak hatırlayın.” Çünkü “Tiyatro varsa ben de varım.”

Bir YDK’lı

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu