Güncel

Umut halkın adaletinde!

“Geçmişle hesaplaşma”, “yargılama”, son dönemlerin popüler kavramlarından.

“Suç” işleyenlerin cezalandırıldığı/ cezalandırılacağı, kimsenin kanundan ve yargıdan kaçamayacağı retoriği etrafında yürütülen polemikler gündemdeki yerini korumayı sürdürüyor. Bu serüvenin son adımı Mehmet Ağar’ın “yargılanarak” hapishaneye konulması oldu. Ağar, işçi ve emekçileri zapturapt altına almayı, mücadelesini bastırmayı, öncülerini yok etmeyi hedefleyen 12 Eylül’ün yeni yüzüydü.

Türk hakim sınıfları 12 Eylül cuntasıyla “neoliberal” politikaları uygulamaya koydular. Bu durum bir yandan devletin işçi sınıfına ve halka karşı saldırısını getirirken, diğer yandan ilericilere, devrimcilere, komünistlere ve Kürt ulusuna yönelik katliamları da devreye soktu. Süreç yeni bir aşamaya evrilmiş, devletin yeni katillere ihtiyacı hasıl olmuştu.

Mehmet Ağar aranan özelliklere sahip devlet kadrolarındandı. 70’li yıllardan bu yana devrimci örgütlere, proletarya partisine, emekçilere karşı sınırsız bir düşmanlıkla devletine hizmet etmiş, epeyce deneyim kazanmıştı. Devletin yükselen devrimci ve yurtsever harekete, işçi emekçi mücadelesine yönelik katliamlarının, zulmünün yeni yüzü Mehmet Ağar olacaktı. “Bin operasyon yaptık” sözleri; köyleri yakılan, bombalanan; sokak ortasında kurşuna dizilen, kimyasallarla katledilen Kürt halkının yüreğinde tarifsiz bir acı anlamına geliyordu. Bu sözler, işçi sınıfı ve ezilenlere, onların öncülerine “faili meçhuller”, ev baskınlarıyla, katliamlarla, temel hak ve özgürlüklerin azgınca bastırılmasıyla vücut bulacaktı.

Bugün 12 Eylül generallerinin ve Mehmet Ağar’ın mahkemelere çıkarılmasının, ifade vermesinin yargılandıkları anlamına geldiğine inanmamız isteniyor. Emekçilere, ilerici, devrimci, yurtsever ve komünistlere yönelik hiçbir suçtan yargılanmadıklarına elbette şaşırmıyoruz. Ancak devletin bu cellât takımından hesap soracağına inananlara kuşkusuz şaşırıyoruz.

Zira devlet denilen mekanizma varlığını şiddet ve zor aracığıyla sürdürür. Şiddet ve zor onun varlık koşuludur. Çünkü bir avuç asalağın milyonlarca insana hükmetmesi, sömürmesiyle ortaya çıkan keskin çelişkinin başka türlü kontrol altına alınma olasılığı yoktur. Komünistlere, devrimcilere, yurtseverlere yönelik vahşetin nedeni budur.

Kavganın töresi bu kan kanla yıkanacak

Sözgelimi İbrahim Kaypakkaya’yı yakalamak üzere Dersim’e özel olarak görevlendirilen askeri savcı Yaşar Değerli’nin tavrı bunu gösterir. Ali Haydar Yıldız’ın cansız bedeninin kar üstünde cemseyle sürükleyerek Dersim merkeze getiren tutum da bunun yansımasıdır. Proletarya Partisi’nin ilk şehidi Meral Yakar’ın yaralı halde kaldırıldığı hastanede ifade vermeyeceğini anlayınca katleden bu bakış açısıdır.

18 Ocak 1976’da Zeytinburnu’nda kaldığı evde etrafı azılı faşistler Muhsin Bodur ve Mete Altan’ın (daha sonra milletvekili oldu) başlarında olduğu devlet güçleri tarafından kuşatılan ve ancak yaralı tutsak edilebilen Atilla Özkan bu yüzden öldürülmüştür. Peki ya, Okmeydanı’nda bir kamulaştırma eylemi sonrasında yaralanan Cemil Oka’nın Göztepe’de kaldığı evde Uğur Gür ve Mete Altan tarafından kuşatılması ve direniş karşısında çareyi onu katletmekte bulmalarına ne demeli? 24 Kasım 1977’de Kadıköy-Altıyol’da kaldığı ev tespit edilen Mehmet Zeki Şerit’in direnişi karşısında yine bu faşistler tarafından katledilmesi.

İşkenceci polis Fikret Çetin’in cezalandırılmasından sonra “teslim ol” çağrılarına silahlarıyla karşılık veren Ali Geçgel ve İbrahim Kara’yı katleden devlet meseleye tamamen sınıfsal bakıyordu. Kasım 1980’de MİT’ten Ahmet Öztürk’ün cezalandırılmasından sonra tutsak düşen Necdet Oynargül’ün işkenceyle katledilmesi devletin “yargılama” zihniyetine dair bir veridir.

28 Temmuz 1981’de Süleyman Cihan’ın, 18 Eylül 1984’te tutsak düşen Hasan Hakkı Erdoğan’ın işkence ile katledildiği ikinci şubenin komiseri Mehmet Ağar’ın tavrı da son derece yüksek bir bilinç taşır. Çünkü o ve onun gibiler devletin bekasının nereden geçtiğini, buna paralel gerçek tehlikenin de ne olduğunun farkındadırlar.

Hiçbir halk düşmanı cezasız kalmayacak!

Şiddet karşıtlığının moda olduğu özellikle “liberal”lerin ağzına sakız edildiği bugünlerde bunları hatırlamakta fayda vardır. Faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü, en küçük hak arayışının azgın bir şiddetle bastırıldığı bir ülkede silahların eleştirel gücü temel ilaçtır.

İşçi sınıfı ve emekçilere yönelik suçların hesabı bu yöntemle sorulur. Yargılama gerçek anlamda halkın adaleti marifetiyle olur. Aynı bataklığın içindekilerin birbirini yargılamasını, ezilenler adına hesaplaşmasını beklemek ve inanmak devleti, onun üzerinde yükseldiği gerçekliği anlamamak demektir. Ceza, suç kime karşı işlenmişse yani muhatapları kimse onlar tarafından, onların öncüleri tarafından kesilir/kesilmelidir.

Nitekim, savaş, direniş ve mücadelesinin 40. yılını geride bırakan Proletarya Partisi’nin tarihi bunun sayısız örneğiyle doludur. Kaypakkaya’yı tutsak eden Yaşar Değerli’den onlara yol gösteren işbirlikçiye; devrimcilere, işçi ve emekçilere karşı suç işleyen faşist- gericilere, toprak ağaları ve kompradorlara kadar tüm halk düşmanları her zaman Proletarya Partisi’nin ve Halk Ordusu’nun hedefleri arasındadır. Bu anlamda 12 Eylül cuntası dönemi de dâhil yoğun bir pratik söz konusudur.

Egemenler cunta ile bu hesap sorma geleneğinin, çizgisinin ortadan kaldırılabileceğini hesaplamıştı ancak “evdeki hesap çarşıya uymadı”. Hesap sorma geleneği 80’lerin ortalarından itibaren yeniden ivme kazanacaktı. Örneğin; 29 Ocak 1990’da işkenceci, MİT Psikolojik Harekat Dairesinde görevli Albay Rıfat Uğurlutan, 10 Ekim 1990’da MİT İstanbul Bölge Başkanı Ömerbeyoğlu’nun makam şoförü işkenceci Kemal Tunçsel, 18 Aralık 1990’da Ankara Hastanesi doktorlarından elini devrimcilerin kanıyla yıkayan Musa Duman, 18 Aralık 1990’da Ziverbey MİT sorgu daire başkanı Ferdi Tamer, 13 Ocak 1991 ‘de Kadiköy’de Uğur Gür, 31 Temmuz 1990’da Konferans delegelerini ihbar eden Hıdır Güven, Bursa’da hesap sorma geleneğinin hedefi olmaktan kurtulamayacaktı.

13 Haziran 1990’da, 12 Eylül’de TİKKO masası tim şefi Muhsin Bodur,Gayrettepe işkencehanesinin yanı başında cezalandırılacaktı. Muhsin Bodur faşisti, bitti denilen TİKKO’dan öylesine korkmaktaydı ki 12 Eylül sonrasında tayini Dersim’e çıkmasına karşın “orası TİKKO’nun yatağı gitmem” diyerek emekliye ayrılmıştı. Muhsin Bodur, devletin kullanıp bir kenara fırlattığı sayısız tetikçiden biriydi ve halkın adaletinden kurtulamadı. Hesap soran, buzu kıran devinim elbette 90’lardan sonra da sürecekti.

99’da Çankırı valisi Ayhan Çevik’in beyninde patlayan Partizan öfkeleri; İncirlik üssü, Adana’da Kürt çocuklarına yönelik işkencenin merkezleri, Dersim merkezde-Pertek’te halkı yozlaştıran birahaneler, köylülere yaşamı zindan edenler askeri karakollar, emekçi mahallerine dozerlerle girenler, Trabzon’da devrimcileri linç edenler bu öfkenin menzilindeydi.

Ağar şimdilik “güvenlikli hapishanesinde” kurtulmuş olabilir ancak halkın adaleti er geç tecelli edecektir. 40. savaş ve direniş yılında Proletarya Partisinin tarihi göstermiştir ki faşist diktatörlüğün mahkemelerinde umut yoktur.

Umut halkın adaletindedir!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu