GüncelMakaleler

YORUM | “Normale dönmemeliyiz, çünkü…”

Evet, bu salgın bir yerde son bulacak, en azından denetim altına alınacak. Ama bu yıkımın önümüze koyduğu bazı görevler var.

Dünya, daha önce hiç karşılaşmadığımız boyutta bir salgınla karşı karşıya. Koronavirüs ailesinden Covid-19 pandemisi, 2019 Aralık ayında Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra dünya geneline yayıldı ve yüzbinlerce insanın ölümüne neden oldu.

Birçok ülke sokağa çıkma yasağı, maske zorunluluğu vb. tedbirler uygularken, bir kısmı karantinaya “yeterlilik” vererek hayatı “normalleştirmeye” çalışırken virüs ise adeta sınır tanımadan ilerlemeye devam ediyor.

Aslında yeryüzü bir mikroorganizma gezegeni gibi. Bakteri ve virüsler gezegenin her yanına dağılmış, hemen her ortamda bulunan ve hayatın devamlılığını sağlayan temel döngülerde vazgeçilmez rolleri olan canlılardır.

Koronavirüsler de eski bir virüs ailesi. Kendilerini hızlı bir şekilde çoğaltabilme özelliğine sahipler. Nereden başladıklarının evrimsel olarak yanıtı şimdilik net olarak bilinmese de yapılan çalışmalarda Koronavirüs ailesinin ortak atasının 55 milyon yıl öncesine kadar gidebileceği tahmin ediliyor.

Yani memelilerle ortak bir evrim geçirdiklerine dair hipotezler var.

Koronavirüs ailesi virüsler içerisinde büyük bir “genom”a (genom, bir canlıdaki tüm talimatları içeren genetik kodu ifade ediyor ve her bir genom, bir organizmanın büyüyüp gelişmesi için gerekli olan tüm bilgiyi barındırıyor) sahip. Bu genomun en temel görevi, kendini çoğaltmak ve yapısını tekrar oluşturabilmek.

Çünkü virüs, hücre içerisine bir bütün olarak girmemekte sadece genetik materyalini aktarmaktadır. Bu genetik materyal, hücrenin mekanizmalarını yok ederek kendisini çoğaltmaktadır, ki insanlar için temel sıkıntı da buradan kaynaklanıyor.

Koronavirüs bir anda ortaya çıkmadı, çok eskiden beri bu virüslerin var olduğunu ve özellikle de kuşları ve memelileri etkilediğini biliyoruz. Covid-19, Koronavirüs ailesinin insanları enfekte eden yedinci virüsü.

Örneğin; nezleye yol açan virüsler, SARS ve MERS’e yol açan virüsler de aynı aileden. İnsan ve insan dışındaki hayvanlar, bu virüsler de dahil olmak üzere çok sayıda patojen için konakçı durumunda.

Virüslerin yeni yaşam alanı: İnsan!

WHO (Dünya Sağlık Örgütü), insanları enfekte eden tüm virüslerin yüzde 60’ının insan dışındaki hayvanlardan geldiğini tahmin ediyor. Buna “zoonoz” deniliyor.

Ayrıca örgüt son 10 yılda yeni bulaşıcı hastalıkların yüzde 75’inin zoonotik olduğunu da tespit etmiş durumda.

Bu rakamın gösterdiği gerçek şu ki; Gezegendeki tüm canlıların sağlığı birbirine kopmaz biçimde bağlı. İnsan, insan dışındaki hayvanlar, bitki, çevre sağlığı vb. hepsi özünde içiçe geçmiş durumda ve bu faktörlerin toplamı özellikle insan faaliyetinden derinden etkileniyor.

Oysa insanlar yerleştikleri çevreyi önce oradaki diğer bütün canlılar için yaşanmaz hale getiriyor, kendisi dışındaki canlıları bir güzel defediyor, hapsediyor, katlediyor ve yiyor, doğaya telafisi mümkün olmayan zararlar veriyor, biyolojik çeşitliliğin yüksek olduğu alanları tahrip ediyor, tropikal ormanları endüstriyel tarım ve hayvancılık uygulamaları-madencilik ve enerji vb. adına yok ediyor, vahşi hayvanları yakalıyor, seyirlik halde hapsediyor vb…

Kısacası kendi türü dışında neredeyse hiçbir canlıya yaşam hakkı vermiyor.

Tüm bu faaliyetler virüslerin normal dolaşımı ve bileşimini-davranışını da değiştiriyor. Virüs taşıyan hayvanlar ve insanlar arasındaki temas oranının artması sonucu salgın hastalıklarla karşı karşıya kalıyoruz.

Salgın felaketinin virüsle alakası yok!

Aslında virüsler “kötü” canlılar değil.

Alıntıda olduğu gibi; “Virüsler insan öldürmeyi hedefleyen kasıtlı varlıklar değildir; daha ziyade bir ekosistemdeki türler arasındaki dengesizliğin belirtisidir.” (Antropolog Frédéric Keck)

Onlar insanlar ortaya çıkmadan önce de bu dünyanın ev sahipleri arasındaydılar. Kuşlarda, balıklarda, insanlarda vb. hepsinde onları hasta etmeyen virüsler vardır. Yarasaların vücudunda da evrimsel nedenlerden dolayı binlerce virüs bulunmaktadır.

Hastalıkların nedeni kendi vücudumuzdaki virüsler değil başka-dışımızdaki hayvanların vücudundaki virüsleri “almamız”dır. Peki bu virüsleri nasıl alırız ya da virüsler bizim vücudumuza nasıl gelir?

İnsanlar başka hayvanların bedenini yiyerek, salgılarını içerek, onların yaşam alanlarına yerleşerek, oraları yok ederek, hayvanları yaşam alanlarından koparıp pazarlarda sergileyerek, tıklım tıkış araçlarda istif ederek, kümeslere-ağıllara- ahırlara-sirklere kapatarak, temas etmemesi gereken hayvanlarla temas ederek vb. buna yol açıyorlar.

Bu pratiklerin dışında hayvanlarda bulunan virüslerin insana geçme ve onları hasta etme olasılığı yok denecek kadar az.

Yani koronavirüs ailesi öyle iddia edildiği gibi insanlığa karşı bir savaş açmış değil aslında… Bize karşı savaşmıyor sadece kendini kopyalamaya çalışıyor. Amacı konakçısı dışındaki canlıları hasta etmek, öldürmek değil.

Aslında insan dışındaki hiçbir canlı hayatta kalmanın dışında bir savaşım vermiyor. Nasıl ki inekler “ye beni, ye beni” diye peşimizde koşmuyor domuzlar hoplaya zıplaya mezbahalara gitmiyorsa; kuşlar kendiliğinden kafeslere girip ekmek elden su gölden yaşamaya çalışmayıp tavuklar bizim için yumurtlamıyorsa virüsler de köşe başlarında insanları sıkıştırıp hasta etmek için beklemiyorlar.

Oysa salgının başladığı günden itibaren “baş düşmanlarımız” Çinlilerden yaşlılara onlardan göçmenlere kadar değişse de hedef tahtasının ortasında genellikle hayvanlar oldu. Özellikle de yarasalar…

Yarasalar uçan tek memeli hayvanlar. Araştırmalara göre onlara avantaj sağlayan bazı adaptasyonlar aynı zamanda yüksek işlevli bir bağışıklık sistemi de kazandırmış durumda. Bu güçlü bağışıklık sistemi beraberinde diğer canlılarda bulunan patojenlerden çok daha ölümcül virüslerin üretimini beraberinde getirmekte.

Bu virüsler yarasalarda çok hızlı çoğalabilmekte ve yarasaya zarar vermemelerine rağmen yarasanın bağışıklık sisteminden daha güçsüz bir sisteme girdiklerinde son derece öldürücü olabilmekteler.

Ama bu dediklerimizden anlaşılması gereken şey yarasaların “şeytan”, “hastalık ve virüs makinesi” vb. oldukları değil. Aslında “başımızdaki bu felaket”in virüsle, yarasalarla, pangolinlerle vb. alakası yok.

İnsanlığın ortak faaliyetinin eseri bu… Kendi dışımızdaki hayvanların yaşam alanlarını tahrip ettikçe, yok ettikçe aynı zamanda virüslerin de ormanlarını, yuvalarını, flora ve faunalarını yok ediyoruz ve onların yeni konakçılarına yerleşmelerine –yani insana ulaşmalarına– neden oluyoruz. İnsanlarla teması olmayan canlılar artık bizlerle iç içe yaşamak zorunda ya da beslenmek için insan yerleşimlerine yakınlaşmak zorunda kalıyorlar.

Birçok araştırma ortaya koyuyor ki, bu doğal olmayan etkileşim, sadece vahşi hayvanların soyunu tüketmekle kalmıyor, insanlığın da yeni virüslere, hastalıklara, salgınlara maruz kalmasına yol açıyor. Yani insan aslında bir yandan doğayı, bir yandan kendi dışındaki canlıları bir yandan da kendini öldürüyor.

Spillover: Animal Infections and the Next Human Pandemic (Yayılma: Hayvan Enfeksiyonları ve Bir Sonraki İnsan Salgını) adlı kitabın yazarı David Quammen’e kulak verirsek, durumu şöyle özetlemiş; “Vahşi hayvanlar kendi eşsiz virüslerini taşıyorlar.

Büyük çeşitliliğe sahip tropik bir ormana girdiğimizde, ağaçları kesmeye, hayvanları yakalamaya ya da yiyecek için hayvanları öldürmeye başladığımızda, bu virüslere bizim virüsümüz olma, bize sıçrama ve yeni bir konak, çok daha büyük bir nüfusa sahip olan bir konak bulma fırsatı sunuyoruz.

Pandemi=Doğa tahribatı ve yaban hayvanı ticareti…

Kendi dışımızdaki hayvanların yaşam alanlarına çeşitli gerekçelerle yayılıyoruz. Vahşi yaşam turizmi, vahşi hayvan pazarları, endüstriyel tarım ve hayvancılık gibi.

Araştırmaların gösterdiği gerçek, bugüne kadar çıkan bütün virüs salgınlarının arkasında hayvan çiftliklerinin olduğu yönünde. 1918 yılında 50 milyon kişiyi öldüren İspanyol Gribi mesela. Virüs Teksas’ta bir ördek-tavuk çiftliğinde ortaya çıktı. 1968 yılındaki Hongkong salgını tam 1 milyon kişiyi öldürdü.

MERS salgını, Arabistan’da develerden yayıldı. 2003 yılında SARS yine Çin’de bir canlı hayvan pazarında ortaya çıkmıştı. Salgının kaynağı yarasa idi; yarasalardan misk kedisine, onlardan da insanlara geçti.

Misk kedileri ile olan bağlantısı saptanınca o pazar kapatıldı. Ama çok kısa bir süre sonra misk kedisi ticareti üzerindeki yasak kaldırıldı ve farklı pazarlarda aynı tablo devam etti.

AIDS de virüs kaynaklı bir hastalık ve Kamerun ormanlarında yaşayan şempanzelerin avlanıp yenilmesi ile şempanzelerden insanlara geçmiştir.

Ebola da aynı şekilde. Afrika’nın tropikal ormanlarında yaşayan yerliler kentleşme ile daralan yaşam alanları ve artan nüfusa bağlı olarak besin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için tropikal yağmur ormanlarını tahrip etmeye başladılar.

Bu ormanların derinliklerine ilerleyip, buradaki maymunları avladıklarında Ebola diye bir hastalıktan bahsetmeye başladık. Ebola’ya neden olan virüs de 10 bin yıldır dünyada varlığını sürdürüyor ama ne zamanki insanlar maymunların doğal yaşamına etki etmeye başlıyor, bizler de ebola ile tanışmış oluyoruz.

WWF (Dünya Doğayı Koruma Vakfı)’nın pandeminin doğa tahribatı ve yaban hayvanı ticareti ile ilgisini ortaya koyan “Doğanın Yok Oluşu ve Pandemilerin Yükselişi” adlı raporu bu anlamda çarpıcı.

Rapora göre; yeni koronavirüs aslında Ebola, AIDS, SARS, kuş gribi ve domuz gribi gibi son yıllarda ortaya çıkan zoonotik hastalıkların son örneği ve bu hastalıkların yayılmasında doğanın insan tarafından sömürülmesinin ve yaban hayvanı ticaretinin etkisi çok büyük. Yine rapora göre “Zoonozlar her yıl yaklaşık bir milyar hastalık vakasına ve milyonlarca ölüme neden olurken, sağlık sorunlarının yanı sıra, ağır sosyoekonomik sonuçları da beraberinde getiriyor.”

Kapitalizmin sacayaklarından biri: Endrüstriyel hayvancılık!

Çin salgınlar söz konusu olduğunda kamuoyunda öne çıkan-çıkartılan ülkelerden biri. Ülkede vahşi hayvan pazarlarının tarihi oldukça eski.

İlk başlarda çoğunlukla küçük köylü işletmeleri şeklindeyken 1989 yılında Vahşi Hayatı Koruma Yasası çıkaran hükümetin vahşi yaşamı insan çıkarı için “kaynak” olarak tanımlamasının ardından vahşi hayvanların yakalanıp evcilleştirilmesi, yetiştirilmesi-satılması bu endüstriyi doğurmuş durumda.

Sonraki yıllarda yapılan ufak tefek değişiklikler, farklı salgın dönemlerinde alınan gelişigüzel önlemler meselenin özüne yönelmediği için bir dönemin yerel çiftlikleri bir süre sonra sanayi boyutunda üretim yapan tesislere dönmüş durumda.

Hayvan pazarlarında yaşam alanında yakalanan ya da özel olarak üretilen-yetiştirilen hayvanlar, üst üste kafesler içinde tutulmakta; birçoğunda yakalanma ya da taşınma sırasında oluşan açık yaralar bulunmakta ve bunlar bir süre sonra enfekte olmakta; yaraların akıntıları kafeslerin üst kısmından aşağıdaki hayvanlara akmakta; dışkı vb. akıntılar hem hayvanların kendilerine hem de etraftaki diğer hayvanlara bulaşmaktadır.

Ayrıca hemen kafeslerin dibinde aynı zamanda hayvan kesimleri de yapılmakta; her türlü akıntı birbirine karışmaktadır.

Vahşi yaşam endüstrisi Çin devleti açısından artık çok büyük bir kâr alanı haline gelmiş durumundadır. Neredeyse 1 milyon insan bu döngünün içinde çalışanı, yakalayanı, taşıyanı vb. olarak yer alıyor.

Piyasa belli aralıklarla yaşanan salgınlar, bilimsel araştırmalar, kamuoyu tepkisi vb.ye rağmen kârına kâr katmak için yolunu bir şekilde buluyor.

Kimi hayvanları yemenin cinsel gücü artırdığı safsatalarından tutalım bazı hastalıkların şifa kaynağı olduklarına, vahşi hayvanları beslemenin zenginlik belirtisi olmasından “en farklı-en vahşi-en bulunamaz” olanı beslemenin dayanılmazlığına kadar…

Örneğin Çin’de ayı çiftlikleri bulunuyor. Ve bu sektör tarafından ayı safrasının hayat kurtardığını iddia ediyor. Aslında ayı çiftlikleri yılda 1 milyar yuandan fazla gelir elde ederek birilerinin hayatını kurtarıyor gerçekten de.

Aynı durum dünyanın her yerindeki mezbahalarda-pazarlarda-çiftliklerde de söz konusu.

Tavuk çiftlikleri mesela. Tavuklar buralarda yüzlerle ifade edilen rakamlarda üst üste yığılmakta, hareketsiz bırakılmakta ve antibiyotik ile ayakta tutulmaktadır. Bu sayede hızlıca büyümekte ve semirmektedirler.

Ya da ABD’de oldukça hızla büyüyen ve tekelleşen domuz yetiştiriciliği… ’70’li yıllarda, ABD’de 1 milyon domuz çiftliğinde yaklaşık 53 milyon domuz bulunurken bu sayı 2007’de 65 bin çiftlik ve 65 milyon domuza ulaşmıştır.

Hayvanları hijyenik olmayan, sağlıksız koşullarda hapsetmek bir yana bu da yeterli gelmemiş olacak ki üretim için gerekli koşulların maliyetinden kurtulmak adına bu çiftliklerin önemli bir bölümü Meksika’ya taşınmıştır.

İlk domuz gribi vakalarının saptandığı Meksika-Perote kasabası da bu çiftliklerin taşındığı yerlerden biridir.

Bu sorunların sadece Çin ile sınırlı olmadığı çok açık. Mesela 2003 yılında Çin’de ortaya çıkan ilk SARS virüsü salgını bilinir ama aynı yıl Hollanda’da Gelderland bölgesinde ortaya çıkan ve Hollanda hükümetinin büyük çaba sarf ederek önleyebildiği SARS virüsü salgınından pek bahsedilmez.

Oysa Hollanda, dünyanın en önemli tavuk ve yumurta ihracatçısı ülkelerinden birisi. Dolayısıyla hayvan sömürüsünün halk sağlığına etkileri üzerine konuştuğumuzda Çin odaklı konuştuğumuz her mesele Hollanda için de, ABD için de, Türkiye için de geçerlidir.

Örneğin Türkiye’deki kümes hayvancılığı sektörü sebebiyle her yıl 16 milyon ton toksik atık madde açığa çıkmaktadır.

Kısacası Çin’in Wuhan bölgesinde, Hollanda’nın Gelderland bölgesinde, Amerika’da Kaliforniya ya da North Carolina eyaletlerinde ya da aslında dünya genelinde çok sayıda ülkede korona virüsü salgınına yol açabilecek koşullar halen mevcuttur ve böyle devam edersek mevcut olmaya da devam edecektir.

Corona virüstür, kapitalizm ise pandemi!

Deli dana, kuş gribi veya domuz gribi, AIDS, Ebola, şimdi Covid 19… Tüm bu ciddi “uyarı” ve “ipuçlarına” rağmen, et endüstrisinin dünyadaki ormansızlaşma ve iklim değişikliğinin ana sorumlusu olduğunu; inekler, domuzlar ve kuşların gıda endüstrisi tarafından en acımasızca sömürülen türler olduğunu; endüstriyel tarım ve hayvancılık sektörünün ardında kapitalizmin kâr ve büyüme hırsının yattığını bilmemize rağmen “normal”e dönmekten bahsetmemeliyiz. Çünkü “normal”imiz sorunun tam kendisi…

Endüstriyel hayvancılık daha geniş anlamda hayvanların insanlar tarafından sömürüsü devam ettiği müddetçe risk hep var/varolacak.

Bugünlerde birçok kişinin çok sık tekrarladığı gibi kapitalizmin sac ayaklarından birisi de endüstriyel hayvancılıktır.

Çin’de, ABD’de, Hollanda’da ve diğer bir dizi ülkede bu böyledir. ABD’de çok sayıda Kızılderili koruma bölgesinin bulunduğu Güney Dakota eyaletinin en büyük şehri Sioux Falls’ın nasıl olup da ülkedeki koronavirüs salgınında en büyük öbeği oluşturduğu sorusunun yanıtı da bizi aynı sonuca götürüyor.

Bu bölgede faaliyet gösteren Smithfield, dünyanın en büyük domuz ürünleri üreticisi. 1936’da Virginia eyaletinin Smithfield kentinde kurulmuş. Sahibi Çinli WH Group Ltd şirketi. Toplam işçi sayısı 54.000 ve 2018 yılı toplam cirosu 15 milyar dolar.

Almanya, Romanya, Meksika, Polonya ve İngiltere’de de tesisleri bulunuyor. Firma, ABD’de domuz ürünleri üreten dokuzuncu büyük tesis.

Fabrikada bir işçinin koronavirüs pozitif çıkmasının ardından söz konusu işçi 14 gün karantinaya alınmış ve tesis dezenfekte edilmiş. Ancak sektör Trump yönetimi tarafından “kritik altyapı sanayi” olarak tanımlandığı için üretime devam edilmiş.

Ve rakamlar giderek artmış ve fabrika nihayet 15 Nisan’da kapandığında ABD’nin bir numaralı salgın kaynağı haline gelmiş; enfekte işçiler ve onların dışarıda bulaştırdığı hastalarla toplam 644 vaka ortaya çıkmıştı.

Fabrikada yaşananlar aslında salgının ortaya çıkardığı sınıfsal eşitsizliklerin bir göstergesi. “Kritik” sektör olarak görülen gıda işçileri salgında ön cephede yer alırken sektördeki ücretler ise ortalamanın çok çok altında ve de fabrikadaki çoğu işçi göçmen.

Başka sektörlerde de olduğu gibi “kritik alanlar”da çalışan işçiler, bakıcılar, kasiyerler işlerinin başında olmak zorunda ve bunların büyük çoğunluğu Afrika veya Latin Amerika kökenli. Smithfield’de çalışanların çoğu Myanmar, Etiyopya, Nepal, Kongo ve El Salvador gibi ülkelerden gelmiş göçmenler.

Fabrikada neredeyse 80 dil konuşuluyor, ortalama saat ücreti 14-16 dolar civarında; çalışma saatleri uzun, yapılan iş ise oldukça yorucu ve zor.

Vazgeçilmez değiliz!

Evet, bu salgın bir yerde son bulacak, en azından denetim altına alınacak. Ama bu yıkımın önümüze koyduğu bazı görevler var.

Mevcut durumu iyi değerlendirip cüretkar bir politika üretemezsek, bir an önce “normal”imize dönmeyi hayal edersek hem kendimizi hem de tüm canlıları benzer süreçlere tekrar ve yeniden mahkum etmiş oluruz.

Bunu görebilirsek, virüsün kendi dışımızdan gelmediğini tam aksine bizim faaliyetimizden, yaşam alışkanlıklarımızdan, tüketim kültürümüzden vb. türediğini anlayabilirsek kendi sorumluluğumuzla da yüzleşebilir ve emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadelemizi, sistemin önemli sac ayaklarından birini daha darbeleyerek büyütebiliriz.

Elbette büyük resme bakıyor ve bu sistemin kendisinin en tehlikeli salgın olduğunu biliyoruz. Tıpkı bir duvar yazısında olduğu gibi; “Corona bir virüstür, kapitalizm ise pandemi.” Buna inanıyorsak sistemin tüm sacayaklarını çökertecek politikaları üretmek için tartışmak ve uygulamak zorundayız.

Bizler insanlar olarak doğanın sadece bir parçasıyız. Hakimi, sahibi vb. değiliz. Birbirimizle ve diğer tüm canlılarla ilişki içindeyiz. Ve unutmayalım; hayvanların hepsi evrimsel süreçte ayrıldığımız kardeşlerimizdir.

Bizim ne kadar yaşam hakkımız varsa bir koyunun, yarasanın, yılanın da o kadar yaşama hakkı vardır.

Çok klişe olacak ama başka bir dünya yok! Ve unutmayalım, insanlar olarak dünya için vazgeçilmez değiliz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu